Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Kasım '07

 
Kategori
Anılar
 

Sen hiç öğretmene benzemiyorsun

"Hatıra yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır." André GİDE

Hakkari’ye tayinimin çıktığını öğrendiğimde doğrusu çok şaşırmıştım. Bu beklemediğim bir olaydı. Şaşkınlıkla birlikte bir de korku sarmıştı içimi. Elbette ki bu korkunun en büyük sebebi, o tarihlerde tırmanışa geçen terör olaylarıydı. İçimdeki endişeleri belli etmemeye çalışsam da başta anne babam olmak üzere çevremdeki herkes bunu fark ediyor ve bana moral vermeye çalışıyorlardı. Söylediklerinin birçoğu doğru da olsa, o an benim için bir anlam ifade etmiyordu.

Birkaç gün içinde gerekli hazırlıklarımı yapıp, evdekilerle vedalaşırken hüzünlendiğim tek şey, annemin göz yaşları olmuştu. O an içinde bulunduğum ruh hali gerçekten çok karmaşıktı. Hiç görmediğim, bilmediğim bir memlekete gidiyordum. Kim bilir nelerle karşılaşacak, neler yaşayacaktım? Otobüse binip Hakkari’ye doğru yol alırken derin düşüncelere dalmıştım. Yol boyunca neler düşünmedim ki?... Sanki geçmiş ile gelecek arasındaki bu noktada ciddi bir dönüşüm yaşıyordum. Yeni bir dönem başlıyordu hayatımda…

Uzun ve bir o kadar da yorucu bir yolculuk sonrası Hakkari’ye inmiştim. Hakkari’de ilk dikkatimi çeken şey, insana aczini bir tokat gibi hatırlatan devasa dağlar olmuştu. Arazi gerçekten çok ilginçti. Bir dağ yamacı ancak bu kadar dik, bu kadar uçurum olabilirdi. Bir avuç şehir, dört bir yanını sarmış bu devasa dağlar arasında eziliyordu adeta. Bu tablodan etkilenmemek imkansızdı şüphesiz. Sokaktaki yüzlerden de rahatlıkla okunabiliyordu bu. Bakışlardaki endişe, korku ve belirsizlik dalga dalga yayılıyordu caddelere.

O gece aynı kaderi paylaştığım bir öğretmen arkadaşla orta halli bir otelde kalmıştık. Onun durumu da benden farklı değildi. O kadar ortak kaygılarımız olmasına rağmen, doğru dürüst konuşup rahatlayamamıştık bile. Sessizliği tercih etmiştik. Yapacak bir şeyimiz yoktu artık. Bundan sonra bizi bekleyen bir akış vardı. Bize düşen de o akışa kapılmak ve bu süreçteki rollerimizi yerine getirmekti. İlk rolümüz ise ertesi gün “depo tayini” olduğumuz okullara gidip göreve başlamak ve asıl görev yerlerimizi öğrenmekti. O gece bitmek bilmemişti. Hele o akşam Çukurca taraflarında iki ilkokulun yakılması haberi, adeta içimizde kaynayan korku kazanlarının altına bir iki odun daha atmıştı.

Ertesi gün büyük bir heyecanla “depo tayini” olduğum okula giderek, göreve başlamış ve bu arada asıl görev yerimin Yüksekova’ya bağlı bir köy olduğunu öğrenmiştim. Heyecanım daha da artmıştı. Şimdi de Yüksekova’yı, daha doğrusu, görev yapacağım köyü ve okulumu merak ediyordum. Vakit geçirmeden Yüksekova’ya hareket etmiştim.

Yüksekova’ya indiğimde biraz olsun rahatlamıştım. Çünkü burası, Hakkari gibi değildi; geniş bir ova ve düzenli bir şehir vardı karşımda. Çok katlı apartmanlar ve sokaklardaki lüks otomobiller de kaçmamıştı dikkatimden. Kalmış olduğum otel de sıradan bir otel değildi. Sabah ilk işim İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gitmek olmuştu. Buradaki işlemleri hallettikten sonra ilçede ‘hizmet içi eğitim kursu’nda olduğunu öğrendiğim okul müdürümü aramaya başlamıştım. Biraz zor olmuştu ama bulmuştum. Tanışma merasiminden sonra içimde bir çığ gibi büyüyen soruları bir bir sormuştum. Özellikle köy hakkında söyledikleri beni bir hayli rahatlatmıştı. Köyün güvenli oluşu, şimdiye kadar önemli bir terör olayının olmayışı, sevindirici haberlerdi.

Aynı gün akşamı midibüsle köye gitmiştik. Yanımda oturan köylü ile sadece bir iki kelime konuşabilmiştim. Akşam karanlığında yol bitmek bilmiyordu. Hiçbir yer göremiyor, konuşulanların hiçbirini anlamıyordum. Sıkılmaya başlamıştım. Yaklaşık bir saat sürmüştü bu yolculuk. Arabadan indiğimizde her taraf karanlıktı. Sadece uzaklarda belli belirsiz titreyen ışıklar görünüyordu. Akşam misafir olduğumuz evde az da olsa Türkçe konuşmalar olmuştu. Bana sadece adımı, memleketimi ve babamın mesleğini sormuşlardı. O akşam dikkatimi çeken en önemli şey, o güne kadar görmediğim silahlar olmuştu. Duvarda asılı silahlar yetmiyormuş gibi, arada bir dışarıdan gelen köylülerin sırtlarında da silah vardı. Nereye baksam silah görünüyordu...

Sabah ilk işimiz müdür beyle okulu gezmek olmuştu. Okul iki ayrı bina şeklindeydi. Binanın birinde lojman da vardı. Derslikleri gezerken güzel şeyler düşlemiştim. Yakında burada ders anlatacaktım. Yıpranmış sıraları, boyası gitmiş kara tahtayı, yer yer tavanda sallanan örümcekleri farklı bir merakla izliyordum. Müdüre nerede kalacağımı sorduğumda, diğer öğretmen arkadaşın geçen yıl ‘müdür odası’nda kaldığını söylemişti. Yani, sen de orada kalırsın, demeye getirmişti.

Okulların açılmasına tam bir hafta kalmıştı. O sürede gerekli olan eşyaları temin etmiş ve küçük bir odaya, müdür odasına yerleşmiştim. Her şeyim 7-8 metrekarelik bir odadaydı. Birkaç gün sonara diğer öğretmen arkadaş da gelince odada hareket edecek alan kalmamıştı.

Okulların açıldığı gün heyecanım doruk noktasındaydı. Sınıfa girdiğimde bana bakan onca göz beni daha da heyecanlandırmıştı. Pırıl pırıl minik yüreklerle karşı karşıyaydım artık. Onları en güzel şekilde yetiştirmek, hayata hazırlamak bizlere düşüyordu. Bir an nasıl bir sorumluluk altında olduğumuzu, işimizin ne kadar zor olduğunu düşünmüş, adeta gözüm korkmuştu. Bir yanda mesleğe yeni başlamanın heyecanı, bir yanda bölge şartlarının bilinçaltımıza yerleştirdiği ön yargılar, bir yanda farklı bir kültürel çevrenin şartları ve bir yanda da her şeyden habersiz, pırıl pırıl, ilgiye, sevgiye muhtaç çocuklar. Elbette ki işimiz çok zordu, ama bir yerlerden başlamak gerekiyordu.

İlk zamanlar en büyük sorunumuz dildi. Konuştuklarımın büyük bir bölümünü anlamadıklarını, verdikleri tepkilerden anlıyordum. Ama bakışlarıyla o kadar güzel anlatıyorlardı ki içlerindeki sevgiyi, öğrenme isteğini… Kısa sürede öyle ısınmıştık ki birbirimize; aramızdaki iletişim sorunu da böylece çözülmüştü. Öğrenciler okula da büyük bir istekle gelmeye başlamışlardı.

Aradan iki ay geçmişti. Bu işe alışıyordum galiba. Kendimi okula, öğrencilerime verdikçe zevk alıyor, gereksiz endişelerden kurtuluyor, hepsinden önemlisi, gereksiz endişeleri düşünmeye zamanım kalmıyordu. O günlerde yaşadığım bir olay beni mesleğime daha da bağlamıştı. Müzik dersinde hep beraber eğlenceli bir şekilde şarkı söylerken, öğrencimin biri parmak kaldırarak, “Öğretmenim, sen hiç öğretmene benzemiyorsun” demez mi! Hemen öğrenciyi yanıma çağırarak, “Açıklar mısın kızım, ne demek istedin, neden öğretmene benzemiyorum? Bak, bazı arkadaşların da merakla sana bakıyor, ” dediğimde, kendinden emin bir vaziyette, “Öğretmenim, sen de bizim gibi şarkı söylüyorsun, oynuyorsun, gülüyorsun, bizleri güldürüyorsun, bizim gibi davranıyorsun.” demişti. Bu açıklamaya diğer öğrencilerin de katıldığı yüz ifadelerinden belli oluyordu. Öğrencimin bu sözleri çok hoşuma gitmiş ve aynı zamanda da şu an ismini hatırlamadığım yabancı bir eğitimcinin şu sözlerini anımsatmıştı: “Öğretmenler, eğer başarı kazanmak istiyorsanız, çocuklara çocukça yaklaşınız.” Evet, onlardan biri olmak zorundaydım. Onlara bir şeyler verebilmenin, onları hayata hazırlamanın ve içlerindeki yetenekleri açığa çıkartmanın en önemli yolu, onların seviyesine inebilmekti. Onların seviyesine inebilmek de, ciddi öğretmen pozlarına girilerek başarılabilecek bir şey değildi. İnanarak, isteyerek, severek bu rolü yapmak gerekiyordu. Ve bu rolü galiba yavaş yavaş başarıyordum…

Aradan uzun yıllar geçti. Bu sürede mesleki anlamda çok güzel şeyler yaşadım, geride çok güzel anılar bıraktım. Ama o ilk günlerin, ilk defa bir sınıfa girmenin heyecanını hiçbir zaman unutamadım. O günleri düşündükçe içimi tatlı bir huzur kaplıyor. Birçok olumsuzluklara rağmen sürdürdüğümüz mücadeleyi gururla hatırlıyorum.

 
Toplam blog
: 25
: 1154
Kayıt tarihi
: 28.03.07
 
 

1968 yılında Sivas'ta doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Gürün'de tamamladı. Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğ..