Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mayıs '16

 
Kategori
Eğitim
 

Senden ve annenden özür dilerim gönül!

Senden ve annenden özür dilerim gönül!
 

 

                İnsanlığı ihyâ için îsâr edeceksin;

                Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!

                                                                               TEVFİK FİKRET

“Kendi doğrularına sımsıkı sarılmış bir insan”dan söz etmiştim, geçen hafta.

Kimdi o? Kısaca bir anımsayıverelim önce:

 1969’da Paşayiğit Ortaokulu’na, köy muhtarı Şaban Akkaya’nın ilkokuldan bir yıl önce mezun olmuş kızı Hatice’yi beşinci kız öğrenci olarak kaydetmiştim ya hani.

Birkaç gün sonra, okula gelen 65 – 70 yaşlarında bir “amca”:

“Ben Muhtar Şaban’ın babasıyım.”  diye tanıtmıştı ya kendini.                                                                            

Hani,“Hoş geldiniz” sözüme, “Pek hoş gelmedim ama” diye cevap veren amcamız.

O bana yalvarmıştı, “Torunumu bana bağışla” diye, ben O’na yalvarmıştım; “Gel etme, eyleme!..” diye. O da direnmişti, sonuna kadar, ben de… Yenişememiştik de top ortada kalmıştı da:                 “Bakalım nasıl bitecek bu maçın sonu?” deyip bırakmıştık ya.     

İyi iyi, güzel güzel konuşmuştum. Saygıda kusur etmemiştim asla. Ama “evet” de dememiştim. “Bu iş burada bitti” diye düşünüyordum.  Zira, Hatice de okula devam ediyordu; aksatmadan.        

Dolayısıyla dert etmemiştim, bu ziyareti kendime hiç. Ve kimseye de söz etmemiştim bundan.

İkimizin arasında bir konuşma… Kime ne? Değil mi ya!

Ama hiç de öyle değilmiş, ayağı kazın. Ve zaten, sözgelişi aynen tavuğunki gibi olsaydı kazın ayağı, nasıl yüzebilirdi gölde, denizde?  Lafı uzatmayalım. İkinci devresi başlamak üzere maçın:

 “Dede”nin ziyaretinden birkaç gün sonra idi. Bir sabah, henüz ilk derse girmeden, alı al moru mor bir yüzle geldi muhtar okula.

“Hayrola? Hasta mısın, dişin mi ağrıyor?” dememe kalmadan:

“Hocam, maalesef, Hatice okula gelmiyor bundan sonra!”  demesin mi?

“Ama sevgili Muhtarım…”  diyecek oldum:

“Ne olur hocam, hiçbir şey söylemeyin.  Ve yalvarıyorum size.  Lütfen beni babamla karşı karşıya getirmeyin bir daha. Öyle sözler söyledi ki, yenir yutulur değil. Dayanamayacağım gayrı.”

Siz olsanız ne yapardınız böyle bir durumda, bilemeyeceğim de, ben hiçbir şey yapamadım.

“Nasıl isterseniz! Kızımız adına üzüldüm ama. Keşke böyle olmasaydı!” diyebildim yalnızca.

“Hocam, inan ki, ben istemezdim böyle olmasını. Direnebileceğim kadar direndim ama daha fazla direnemeyeceğim artık. Siz babamı bilmezsiniz. O bir şeye hayır dedi miydi, ölür de evet demez bir daha. İyi bir insandır; kimsenin kötülüğünü istemez; fedakârdır ama böyle de bir huyu vardır işte!”

Hiç cevap vermeden dinliyordum Muhtar’ı. Desem, ne diyebilirdim ki! Üzgündüm; gerçekten üzgün… Sözün bittiği yerler vardır ya… İşte öyle bir durumdu.

“Hayır arkadaş; vermiyorum Hatice’yi.” mi deseydim?

“Kaydoldu bir kere. Babası olarak sen, dedesi olarak babanız değil; emniyet müdürü, jandarma komutanı, hatta kaymakam ve vali gelse onlar da alamaz” mı deseydim?

Hangi hak ve yetkiye dayanarak benzer bir cümle söyleyebilirdim?

Sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi devam etti Muhtar:

“Sabah sabah istemeyerek üzdüm sizi. Biliyorum ki, siz kendiniz için değil, bizim için, bizim çocuklarımız okuyup adam olsunlar diye çırpınıyorsunuz. Sizi takdir etmediğimi sanmayın. Ama ne de olsa, köy yeri burası. Bilhassa babam yaşındakilerin artık iyice paslanmış düşüncelerini üç beş günde değiştirmek mümkün değil. İnanın, kızımı en az sizin kadar üzülerek alıyorum okuldan. Ama size söz veriyorum, ilkokuldaki kızım Fatma’yı karşıma kim çıkarsa çıksın, okutacağım. Ne olur, beni anlayın hocam. Ve çok rica ediyorum; ne olur, beni babamla karşı karşıya getirmeyin bir daha!”

Yaklaşık 60 yıldır, “doğru” diye bildiklerine sımsıkı sarılmış 65 – 70 yaşlarında bir babanın oğluydu karşımdaki. Çocuk değil, genç değil… Muhtar ve dört kız babası…

Ne deseydim?

“Boş ver!.. İhtiyar ne derse desin, dinleme onu sakın! Kızının okumasına ne karışırmış? Kızın için verdiğin güzel kararın hiç kimseye, hele hele babana hiçbir zararı yok ki. Bir iki gün söylenir, dediği yapılmıyorsa kızar köpürür; unutur gider sonra.” mı deseydim?

Yakışık alır mıydı, böyle söylesem?

Dahası, yararı olur muydu?

Ne mi yaptım?

Hiçbir şey yapamamanın üzüntüsü içinde, “Kız sizin sevgili muhtarım; nasıl arzu ederseniz.” demek mecburiyetinde kaldım.

“Yani, pes ettin öyle mi?” derseniz; evet, pes ettim.

Etmeyip de ne yapacaktım!

Ve tabii o günden sonra, Hatice okula gelmedi bir daha.

Derler ki, “Kolay kazanılan bir şey, kolay kaybedilir.”

Hatice’yi de kolay kazanmıştık; kolay kaybettik.

Düşünüyorum da şimdi, hiçbir direnç göstermeden yenilgiyi kabul edip çabucak pes etmiş olmayı hiç yakıştıramadım kendime.

Necmiye için uyguladığım yöntemi, Hatice için denememin ne sakıncası vardı? Dedesine, ninesine ilkokuldaki bayan meslektaşlarımı gönderemez miydim?

Ya Hatice’nin annesi?

O ne düşünüyordu?

Bunu da araştırıp sormadım.

Ya da Keşan Kaymakamı Esat Ölçer’e gidip:

“Böyle böyle bir sorunumuz var. Bu öğrencimizi kaybetmek istemiyorum. Ne olur, bana bu konuda yardım edin.” diyemez miydim?

Kaymakam Bey, eşiyle birlikte, Hatice’nin dedesini evinde ziyaret edip:

“Senden rica ediyorum. Gel, sevgili torununun yolunu tıkama. Biz büyüklerin görevi, çocuklarımız ve torunlarımızın yoluna engeller koymak değil, var olan engelleri kaldırmaktır.” dese:

“Hayır kaymakam bey, olmaz! İnadım inat, adım Kel Nihat!” mı derdi?

Kaymakama bile gitmeye gerek kalmadan, başka bir yol da deneyebilirdim.

Bu yapıdaki insanlar için, senin benim sözümden çok, her gün, günde beş öğün arkasında namaz kıldığı “imam”ın, yani köy hocasının bir sözü daha önemlidir.

“Hoca”yı ziyaret edip de bu konuda yardımını rica etsem, dilim mi aşınırdı?

Neden akıl edemedim, ben bunu, o zaman?

İnanıyorum ki, “hayır” demezdi, “Hoca Efendi” bu önerime.

Ve Hoca Efendi’nin Kur’an’dan, Hz. Muhammet’ten, Hz. Ali’den vereceği örneklerden sonra:

“Hatice’yi okuldan almak çok büyük günahtır. Öteki dünyada bu mutlaka sorulur sana. Cevabını veremezsin sonra.” demesi, yeter de artardı; “dede”mizin inadını kırmaya.

Bugün, Bursa’da yaşayan Hatice’nin kızı, üniversite mezunu sevgili Gönül!

Demek oluyor ki, kırk beş yıl önce, görevimi tam yapamamışım ben.

Elimdeki kuşu kaçırmışım. Yeniden yakalamak için gerekli çaba ve cesareti gösterememişim.

Sen, annenden dinlediğin kadarıyla internetten teşekkür mesajı göndermişsin bana. Sağ ol güzelim benim; var ol kibar kızım da… Kusuruma bakma, teşekkürünü kabul edemiyorum. Aksine ben, senden ve annenden özür diliyorum.

Görevimi tam ve lâyıkıyla yapamadığım için!..  

 

Hüseyin Erkan

huseyinerkan.antalya@gmail.com

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..