Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Şubat '17

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Senin yüzünden!

Senin yüzünden!
 

Senin yüzünden, daha çok suçlama ifadesidir. Genelde çocuklar arasında yaygındır bu ifade. Bir hataya veya yanlışa neden olan çocuğa karşı, başlar arkadaşları 'Senin yüzünden!' diye diye suçlamaya. Suçlamalara maruz kalan çocuğun yüzü kıpkırmızı olur; kendini günahkâr hisseder, affedilmez bir şey yaptığını düşünür o çocuk.
 
Ben de yazımın başlığını 'Senin yüzünden' yaptım, ama bu senin yüzünden, çocukça bir suçlama ifadesi değil. Daha çok romantik havada, daha çok olumlu anlamda. Hani Nazım der ya: 'Bu şehir güzelse, senin yüzünden' diye. İşte benim başlık da öyle!...
 
İstanbul'da yaşayan çok çok değerli bir dostum vardır; ilk tanıştığım günden beri ben de yer edinmiştir, dostluğumuz güçlene güçlene Şems-Rumi dostluğu derecesine gelmiştir. O, benim canım dostum, güzel dostum Yasemin'dir.
 
Otuz yaşına girmeme birkaç ay kalsa da, İstanbul'a gitmem hiç nasip olmamıştı. Bunun sebebi de engelim ve muhtaçlığımdı. Ailem de gezilere pek meraklı değildir hani. İstanbul'da yaşayan değerli bir akrabam vardır. O akrabam, uzun zamandır bize İstanbul'u gezdirmek istediğini söylüyordu Annem her defasında geçiştirmelik cevaplar verip geçiştirirdi. Ama sağ olsun ki akrabam ısrarlarını artırdı, kalkıp İstanbul'dan bizi götürmek için köye geldi. 
 
Bir an heyecanlandım, İstanbul'a gitmek, dostumun şehrine gitmek demekti. İstanbul'a gitmek, güzel dostuma yakın olmak demekti. İstanbul'a gitmek, Şems'im olan dostumu görmek demekti.
 
Akrabamın ısrarlarını destekleyip, 'Hadi anne, ben görmedim İstanbul'u' diyerek annemi ikna etmeye çalıştım. Ve başardık, annemi ikna ettik. Halbuki benim için İstanbul ikinci plandaydı; ön planda dostum vardı. Maksadım dostumdu. Çok sevinçli bir şekilde yola çıktık. -Sevinçli olan bendim yani, dostumu görecektim sonuçta.- Akrabam, ben, annem ve kuzenle beraber İstanbul'a doğru aktık.
 
Ilgın, Akşehir, Afyonkarahisar, ta ki Kütahya'ya varana kadar, yollar dümdüz, sıkıcı, bunaltıcı, bozkır kuruluğu hakimiyetindeydi. Kütahya'yı geçince yolculuk âdeta keyif vermeye başladı. Vadiler, yarlar, kanyonlar arasından geçen yolar, keyifli bir temaşaya sebep oluyordu. Doğal ve coğrafi güzellikler art arda birbirini izliyordu. Yol üzerindeki köyler bile ilgimi çekti. 'Ah, bizim köy de böyle bir yerde olsaydı' dedim. Sapanca gölünün doğal güzelliğinden mest ola ola yanından geçtik. Ondan sonra yavaş yavaş yapılar, beşeri oluşumlar artmaya başladı. Şehirler, sanayiler birbirini izledi. Sonunda vardık İstanbul'a. Dostuma hemen mesaj attım: 'Dostuma yakın olmak, ne güzel şey' diyerek. Gerçekten bir başka güzellik vardı havada. Bunu iklime yorsalar da, ben içimden dostuma yoruyordum.
 
*
 
Dostumla buluşmak için bir gün belirledik, artık akrabama ayak uydurma zamanıydı. 
 
Akrabam, öyle hala-amca, dayı-teyze veya onların çocuğu bir kuzen değildir. Annemin dayısının torunudur. Ama gösterdiği misafirperverliği en yakın akrabamın bile gösteremeyeceğine inanıyorum. Akrabamın adı Kerim'dir, ben ona 'Kerim abim' derim. Kerim abim kadar eşi de iyidir. Beş yıldızlı otelde bulunmayan bir samimiyet, ilgi, özen ve sınırsız ikramla ağırladılar bizi. 
 
Kerim abimin İzmir'e gidip gelme işi çıktı, ilk gün evdeydik. Kerim abim İstanbul'da yaşayan kuzeni Ahmet'e, 'Yarın Mustafa'gili istediği yere götür' diye ricada bulundu. İkinci günümüz de Ahmet abi geldi 'hadi gidelim gençler' dedi. Ahmet abim de çok iyidir, Kerim abimle öz kuzenlerdir, yani bana aynı derecede akrabadırlar. Çıkınca bize 'Sizi nereye götüreyim gençler?' diye sordu. 'Biz sana bıraktık abi' dedik. Arabayla dolanırken düşünüyordu Ahmet abim. 'Sizi karşıya, Beykoz'a Yuşa peygamberin türbesine götüreyim mi?' dedi. Benim pek hoşuma gitmedi, 'Keşke annemi de alsaydık abi, o, öyle yerleri sever' dedim. 'Dönüp alalım' dedi. 'Yo, yo dursun, geç olur, gezelim biz' dedim. Hemen kuzenim söze girdi: 'Mustafa abim, pek sevmez öyle yerleri, sen en iyisi bizi başka bir yere götür' dedi. 'Evet abi, sen bizi Karaköy'e Galata'ya, Beyoğlu'na götür' dedim. 'Hay hay, tabii gidelim dedi. Topkapı'dan tarihi yarım adaya girdik; Fatih, Vatan Caddesi, Aksaray, Haliç kıyılarından Eminönü'ne, Eminönü'nden Galata köprüsü, Karaköy, Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy, ta ki Rumelihisarı ve ikinci köprünün ayaklarına kadar dolaşıp arabayla seyrettik İstanbul'u. Hayran hayran izledim, kötürüm bacaklarıma ve talihime içimden küfrettim, 'Sokak sokak ve karış karış gezmek vardı buraları' diyerek.
 
Üçüncü gün de evdeydik; kitap okudum ben de, hatta okuduğum kitap üzerine yazı yazdım.
 
Dördüncü gün iki araba çıktık yola; arabanın birinde Kerim abim ve ailesi, diğerinde de kuzenler, annem ve ben vardık; önlü arkalı gittik Kerim abimin götürdüğü yere. (Hemen bir parantez açayım: Kerim abim İzmir'den araba almış gelmiş, arabayı ikilemişti. Kuzenler derken de, bizle beraber İstanbul'a giden kuzenin birkaç yaş küçük kardeşi, bizden 10 gün önce İstanbul'a gitmiş, Kerim abimin kızıyla sınava çalışıp bizi bekler durumdaydı.) Kerim abim sürdü, biz arkasından onu izledik. Baktık ki, Eyüp'e gelmişiz. Arabaları otoparka bırakıp, Eyüp'teki mistik havayı koklaya koklaya türbeye doğru hareket ettik. Tarihi, eski mezarlar, tarihteki önemli zaatların mezarları, Eyüp Sultan türbesine yakın olmak için sıra sıra dizilmişti âdeta. Türbenin bahçesine girdik. Annemle Kerim abinin hanımı türbeye yöneldiler; benim arabamı da bahçenin bir köşesine çektiler; halimden memnun memnun izledim tarihi, caminin mimarisi. Millet feyz peşindeyi, ben ise tarih ve mimari... Türbe bahçesinin hemen dışındaki geniş alanda seyrediyorduk etrafı. Kuzen hemen omzumu dürtükledi 'Şu geçeni tandın mı?' dedi. 'Yoo' dedim. 'Eyvallah'ın yazarı Hikmet Anıl Öztekin'di, o' dedi. Hiç şaşırmayarak, 'Tabii, olum senin yazarların uğrak geçiş yerlerinden biri burası. Benimkiler Beyoğlu'nda, Cihangir'de, İstiklal'de' dedim. Türbe meydanının çıkışına doğru ilerledik, Sokullu Mehmet Paşa'nın türbesini göstererek Kerim abime sordum: Abi, bizim ilçedeki Sadettin Köpek türbesi mi görkemli, Sokullu'nunki mi?' diye. Sokullu'nun türbesini savundu. Ama şu bir gerçek ki, Selçuklu mimarisi, Osmanlı'nınkinden bin kez daha çok başarılı. Selçuklular türbelerin mimarisinde tercih ettikleri Koni biçimindeki sivri kubbeler gerçekten de bir görkemli yapıyor türbeyi. Yani, Sadettin Köpek türbesi, Sokullu'nunkinden daha görkemli.
 
Eyüp'ten ayrıldıktan sonra Balat sırtlarından Eminönü'ne doğru indik arabalarla. Hayran hayran Balat'ı izledim. İşte İstanbul, Karaköy ve Balat'tır dedim. Eminönü'ne varınca arabaları park edip ayrıldık, balık-ekmekçilerin içinden geçerken kusacak hale geldik. O kadar ağırdı ki koku, hassas burun ve mideleri balıktan nefret ettirecek derecedeydi. Boğaz turu yapan teknelerin yanına geldiğimizde hareket edecek teknenin beni tekerlekli sandalyeye uygun olmadığını gördük, uygun tekne ise bir saat sonraydı. Kerim abimin büyük kızı, 'baba Florya Sahiline gidelim' dedi. Florya'ya doğru hareket ettik. Saat 21'e gelmişti sahile indiğimizde. Sahil boyunca, çekirdek çitleyip, kahkalar eşliğinde bir güzel yürüdük. Hava serin ve soğuktu. 23 civarı eve geldik.
 
5. gün, gene arkalı önlü birbirimizi takip ederek ayrıldık evden. istikamet karşıydı, yani Beykoz. Beykoz'daki Yuşa peygamberin türbesine gidiyorduk. Türbe Beykoz'da bir tepedeydi, gelen giden çoktu da. Türbeye girdik, etrafı duvarlarla çevriliydi, ama açık havadaydı. 15 metre uzunluğunda tek mezardan oluşmaktaydı türbe, Mezarın ortasında eski ve büyük bir ağaç vardı. İnsanlar türbenin etrafında okuyarak dolanıp dışarı çıkıyordu. Biz de dolanmaya başladık. Çıktığımızda türbenin hemen arkasındaki seyirlik alana gittik. Seyirlik alanı boğaza bakıyordu, hemen karşımız Sarıyer'di. 'Orada bir ben var, orada canm dostum var' dedim içimden. Havada yağmur atıştırıyordu azar azar. Annem namazdan gelince ayrıldık Yuşa'nın mekanından.
 
Kerim abim doğru Çamlıca'ya sürdü. Hazır karşı yakadayken Çamlıca Tepesi'ne gitmemek olmazdı. Tepeye vardık. Hava bulanık, soğuk ve hafiften atıştırıyor olsa da, gene de kalabalıktı tepe. Tepenin seyirlik manzaralarından İstanbul'u izledikçe, tepeye verilen önemi daha bir iyi anladım. 'Gerçekten, buraya Mayıs gibi gelmeli, müthiş' dedim.
 
İnip karşıya geçtik Haliç köprüsünden tarihi yarım adaya ilerledik. Süleymaniye Camii yakınlarına park ettik arabaları. Caminin avlusuna geldiğimizde caminin mimarisini hayran hayran izledim; çoğunun derdi belki feyzdi, ama ben sanat, mimari ve tarih peşindeydim. Benim sandalyeyi caminin içine çıkaracak yer bulamadık, ben de dışarıdan izlemekle yetindim. yakınlardaki bir lokantada yemek yedik. Süleymaniye'de yatsı ezanları okunuyordu. Bugünlük yeter deyip eve döndük.
 
*
 
6. gün...
 
Bugün, benim günüm!
Bugün, gelişimdeki amacım, sebebim, nedenim, yani gerçek İstanbul'u görme vakti...
Bugün, Rumi'yle Şems'in Merec el-Bahreyn'deki ilk karşılaşmalarının tekrarlandığı gün...
Bugün, canım, cananım, dostum, yoldaşım, yürekdaşım Yasemin'le ilk kez buluşma günü...
 
Dostum, 'Nerede buluşmak istersin?' dedi. 'Sana bıraktım dostum, sen nereyi istersen.' dedim. 'Ortaköy'de buluşalım mı?' dedi. 'Tabii dostum, sen cehennem de, kabul ederim' dedim.
 
Kerim abim, iki kuzeni ve beni Ortaköy'e getirdi. Ortaköy Camii'nin hemen arkasında olan boğaz kenarındaki banklara oturduk. Etrafı, camiyi, boğazı, köprüyü izledik boyuna. Kerim abimae dedim: 'Abi, biz otururken siz Halil'e dolaşadurun' diye. Yasemin'den geldiğine dair telefonum çaldığında, Kerim abi, 'Hadi bi gidiyoruz' dedi. 'Durun, tanıştırayım, öyle gidin' dediysem de, dinlemediler, gittiler.
 
Geldi güzel dostum! Ortaköy Camisi'nin zerafetini gölgede bıraka bıraka. Caminin Ermeni mimarını kıskandıra kıskandıra. Ortaköy'e yeni ve güzel bir havaya boyaya boyaya...
 
Heyecandan dilim dolanır, ne yapacağımı bilemem. Canım dostum, geldi, kucaklaştık, yanıma banka oturdu. Kelimeleri yuta yuta, harfleri yiye yiye, cümleleri ırzına geçe geçe, sohbet ettim dostumla. Güzel yüzü, nefis sesi, pırlantaya benzeyen ruhuyla dinledi beni, cevaplar verdi.
 
Ortaköy'ün kumpircileri meşhurmuş, kumpirci bir kafeye gittik. Küçük kuzen yanımda kalmıştı bana yardım etmek için, beni kümpirciye doğru iterek götürdü.
 
Kumpirci de kumpirler yiyerek, ve kumpirden daha leziz olan sohbetler ettik dostumla. Konya'daki can dostum Fatmanur'u andık, biraz çekiştirdik. Yasemin sordu: 'Dostum; Taksim'e, İstiklal'e falan gittiniz mi?' diye. 'Gitmedik, dostum' dedim. 'Gidelim mi?' dedi. 'Seninle cehenneme bile giderim dostum' dedim. Gülüştük. 
 
Taksim yakında, yürüme mesafesinde sanıyordum; meğer otobüsle gidilirmiş. Yasemin, 'duraktan otoüse binelim' dedi. Tamam, binelim dedim. Kerim abigili unuttuk baya. Taksim'e varınca aradılar bizi. Taksim'de olduğumuzu öğrenince Kerim abi, beni istedi: 'Mustafa biz üşüdük, eve dönüyoruz; siz de İstiklal'i iyi bir gezin; dönüşte Taksim'den İkitelli otobüsüyle gelirsiniz, ben sizi alırım indiğiniz duraktan' dedi. 'Tamam abi' dedim, kapattık.
 
Yanımda dostum vardı, hiçbir şey umrumda değildi.
 
Otobüsten inince, Gezi Parkı'nın yanından geçerek Taksim'e çıktık. Taksim anıtının önünde dostumla poz verdik. Hava karardığı için resim de karanlık çıkıyordu, ama o an ummrumda değildi; dostumla beraber olmanın tadını çıkarmak varken, bu bana ne'lik meseleydi.(Ama, şimdi arıyorum; iyi bir resim olsaydı bu yazıma ek resim yapardım.) Oradan İstiklal'e aktık, yanımda dostumun olmasının verdiği mutlulukla, hayran hayran etrafıma bakındım. Galatasaray Lisesinin hizasına kadar yürüdük, Nevizade denilen o müthiş sokağa daldık. Nevizade sokağında restorantların cafelerin sokaklara taşan hali sıcacık bir atmosfer oluşturuyordu. Hemen bir mekanın masasına oturduk. Doğrusu, dostumla kurduğum bir hayaldi, kırmızı parlatmak. Birer kırmızı, kuzene de kola sipariş ettik. Hayyam'ı anıp, anılarımdan bahsederek ve güzel dostumu izleyerek ve de biraz coşuvererek, yudumladık kadehlerimizi. Saat 21'e geliyordu, 'Yolumuz uzak, hadi kalkalım' dedik. Tanrıya değil, bana kalsa dostumla sonsuz kalmaya hazırdım.
 
Taksim'e geldik, asansörle aşağı inerek otobs durağına geldik. Dostum tabii ki yanımızdaydı. Epey bekledik otobüsü, dostum da bizle bekledi. Bizi otobüse bindirdi öyle gitti canım dostum.
 
Otobüs git git varmadı, amma da gitmişti. Baya bir buçuk saat sürdü yolculuk. Otobüsten inince bizi almaya geldi Kerim abimgil.
 
Ama ben çok mutluydum. Hacca gitmiş kadar mutlu... Dostumu görmek, benim için Hac'tı. Kerim abime çok, çok teşekkür ettim.
 
*
 
7. gün evdeydim, dünkü yaşadığım mutluluğun etkisi altındaydım.
 
8. gün, Kerim abim, beni, annemi ve büyük kuzeni Eminönü'ne getirdi, boğaz turu için. Tekneye bindik. 
 
Tekne hareket eti. Karaköy'e doğru özlemli özlemli bakışlar attım. Tekne Anadolu yakasına yaklaştı; tarihi güzelliklerin, yalıların, köşklerin, Kuleli'nin Anadolu Hisarı'nın yanlarından, iki köprününde Anadolu yakasındaki ayaklarını yakınından geçti tekne. İkinci köprüyü biraz geçince Avrupa yakası kıyılarına yaklaştık tekne. Tarihi güzellikler birbirini izliyordu. Rumeli Hisarı falan... Birinci köprüye yaklaşırken daha ir net bakmaya başladım. Çünkü, Ortaköy Camii yakınındaydı. Caminin yanından geçerken cami hüzünlü gözüktü gözüme. Hüzün ben de miydi, camide miydi, anlayamadım, ama herhalde ortaktı bu hüzün. Benim canım dostumla en güzel halini yaşamıştı ne de olsa. Şimdi o, benden de camiden de uzaktaydı. Camiden uzaklaştıkça, saraylar, üniversiteler birbirini izledi. Galata'nın altından geçtik, tekne kıyıya yanaştı, indik.
 
9. gün sabah da İstanbuldan ayıldık.
 
-Mustafa Yıldırım - 22.02.2017
 
Toplam blog
: 480
: 715
Kayıt tarihi
: 03.11.12
 
 

Konyalıyım. Edebiyat okudum. Amatör yazar ve şairim. ..