Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Nisan '07

 
Kategori
İnançlar
 

Sepultura/ Mezar...

Sepultura/ Mezar...
 

Mezarlıkların hayatı hiç sona ermeyecekmiş gibi hoyratça harcayan ''diri''lere ölümün varlığını hatırlatmak gibi önemli bir görevi vardır bana kalırsa. Ne kadar farklı hayatlar sürmüş olurlarsa olsunlar, sonunda ''kesin ve keskin bir eşitlik'' içinde aynı toprağın içinde tozlaşan bedenler bu dünyanın Sultan Süleyman'a bile kalmamış olduğunu anlatır yaşayanlara; ki bu fena halde doğru olmasına rağmen sersem insanoğlu hâlâ türcülük, ayırımcılık, üstünlük safsataları ile uğraşarak evrenin enerji akışının içine etmekte ısrarlı görünmektedir!..

Mezarlık ziyareti bütün semavî dinlerde bir edep, bir âdap olarak yerini almış ancak asla mecburî kılınmamıştır. Mezar ve mezarlıkların gelecek nesiller için bir tür akıl defteri olduğu da gerçektir, kendilerinden evvel kimler yaşamış, nasıl yaşamış ve nasıl ölmüş gibi soruları cevaplayabilecek kültür varlıklarıdır onlar aynı zamanda. İstanbul meselâ; bu konuda ne muhteşem bir şehirdir. Onda yaşadığım seneler boyunca farklı dinlerin, farklı kültürlerin ve en mühimi bu şehrin bütün farklara rağmen paylaşılmış kadîm tarihinin el kitabı olarak gördüğüm nice mezarlık gezmişimdir. Ölmüşler adına kurban kesmenin İslâm dininde yeri olmadığı defalarca açıklanmış, helva, lokma, yemek dağıtılmasının da sadece gelenek olduğu, ölmüşler için dua etmenin ve onları hayırla yâd etmenin her zaman daha makbûl sayılacağı anlatılmıştır. Buna rağmen; ölümden asıl çıkarması gereken dersi kulak ardı eden ''diri''ler ölmüşlerini anma hususunda da binbir türlü saçmalığa saplanarak gösteriş peşinde koşmakta, burada dahi ''elâlem yapmadı demesin'' alt fikri ile hareket edilmektedir ki; ben buna her zaman bıyık altından gülerim. Tıpkı diğer mütevazı mezarlardan sınır duvarı ile ayrılmış, daha yüksek mezar taşları ile ''ben buradayım haaa'' ifadesi verilmiş, binbir türlü süs-püsle ayrıcalığının altı çizilmiş, hâttâ zaman zaman daha da abartılarak ufak çapta bir anıta dönüştürülmüş mezarları gördüğümde yaptığım gibi. Bu kadar görkemin altında duran ve çürüyerek içine karışılan toprak diğerlerininkinden farklı değildir çünkü, ölümden sonra bile zenginliğinin, soyluluğunun, ayrıcalığının altını çizmek isteği gibi gelir bu bana. Haydi ölenin böyle bir talebi olmadığını varsayalım, o zaman da yakınlarının dayatması olsa gerektir. Bazen bu tip şatafatlı mezarların üzerinde mermer çiçek vazoları da olur ve içlerinde solması asla mümkün olmayan plastik çiçekler durur. Dünyaya kazık kakma, silinip gitmeyi reddetme mantığının uzantısı mıdır bu (bu mezardaki çiçekler bile solmaz, solamaz kardeşim, tamam mı!) yoksa tahammülü zor bir zevk yoksunluğu mu, hiç anlayamamışımdır. O sebeple yıllar evvel babamın mezarını yaptırırken gerek malzeme, gerek şekil itibarı ile sadeliği özellikle seçmiştim. Mezarcı ustasının daha fazla para tırtıklayabilmek için ''şunu da yapalım, bunu da koyalım'' gibi tekliflerini kesin bir ''istemez!'' ile sona erdirip çevresindeki diğer mezarları ezmeyecek, görgüsüz bir üslûpla dikkati derhal üzerine çekmeyecek, sakin ve ağırbaşlı bir mezar tasarlamıştım. Aslında taşa ''ruhuna Fatiha'' yazılmasını da istememiştim, zira bunu gereksiz bir hatırlatma olarak görürüm. Orada böyle rica edildiği için mi dua edecek yani gelip geçen, niye biz dayatıyoruz ki bunu oraya yazarak, okumak isteyen zaten okur, değil mi ya? Ama bizim mezarcı ustası bu konuda kafasının dikine gitmiş, bu ibare olmaksızın mezar taşı yapmanın imkânsız olduğunu düşünerek sanırım, benim yazıp verdiğim üç satırın başına gene eklemişti ''ruhuna Fatiha''yı...

Aradan yıllar geçti, babamın mezarının etrafındaki boş alan mezarlarla doldu. Dikilen fidanlar büyüdü, ağaçlaştı, kimi hiç büyüyemeden kurudu. Toprağın üstü defalarca değişti, şekilden şekile girdi, çiçekler dikenlerle yer değiştirdi, dikenler kuruyup rüzgâra kapıldı, toprak yağmurla yıkandı, sonra yeniden yeşerdi. Bazen gittiğimde baştan başa mor çiçeklerle kaplanmış buldum babamın mezarını, kimi zaman da güneşin altında toprağı çatlamış, yarılmış olarak. Asıl gerçeklik değişmeyecek olduktan sonra mezarların şık şıkırdım, süslü de püslü olmasının bana ve aileme göre bir anlamı bulunmadığından başlangıçtaki sade üslûbu hiç değiştirmedik, ekleme ya da çıkarma yapmadık. Biz sevdiklerimizin artık vazifesini tamamlamış bedenlerinin gömülebileceğine inanırız çünkü, ruhlarının değil. Bu sebeple; mezarların yalnızca biz geride kalanlar için bir saygı makamı olduğunu, sonsuzluğa gönderdiğimiz canlarımızı hatırlamak, onları hissetmek için ille de mezarlarına gitmemiz gerekmediğini düşünürüz. Toprağın altında yakınlarının ziyaretini bekleyen, gelmedikleri zaman üzülen, bozulan, gönül koyan ölmüşler gerçekten var mıdır bilemem ama babam bu konuda çok farklı düşünürdü, o nedenle bunca senedir bu mütevazı mezarın altında yatıp öylece kıyameti beklediğini hiç sanmıyorum, ruhu kimbilir tekamülünün kaçıncı aşamasındadır. Ruh ve beden arasındaki çizgiyi ölüm aslında gayet net belirler ama insan bunu anlamamakta ısrarlıdır nedense. Ölen ve gömülen bedendir, dünyevî varlığın sûreti yani, gömlek, kılıf, kafes ya da her neyse işte. Hesap vereceğine inanılan da herhalde bu beden olmasa gerektir. İşte bu yüzden ruhun aydınlığı ve huzuru için dua ederiz biz, onlar için yapabileceğimiz en doğru şeyin bu olduğunu biliriz...

''Biz senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar bakî mi kalacaklardır?..''

Kur'an-ı Kerîm/El Enbiyâ, 21-34

 
Toplam blog
: 23
: 772
Kayıt tarihi
: 24.02.07
 
 

Kendimi olduğum gibi seviyor ve onaylıyorum. "Gibi olmak" bana göre değil. Sevmeye evvelâ kendisinde..