Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ağustos '08

 
Kategori
Öykü
 

Şerefe !

Şerefe !
 

Fazlasının bozmayacağı delikanlı yok. fotoğraf (fotomontaj) sanırım bobiler.org


I.

Fiks menü üstünden sonsuza dek içilecek mekanlardan birisiydi. Hızla yuvarlanan, susuzluğu bastıran alkole bakılacak olursa bir kaç dakikaya kadar hepsi sarhoş olacak, dilleri dolanacak ve her şey ama her şey onlara çok komik gelecekti. Çok değil daha bir kaç hafta önce verdikleri bir ev partisine her birisi değişik bir şişe içki ile gelmiş ve bu içkileri küvete döküp, karıştırıp, bardaklarını daldırıp daldırıp içmişlerdi. Yalakan su için atlar gibilerdi. İğrençlerdi. İçlerinden bir tanesi o gece tramvay yolununda uyurken bulmuştu kendisini.

Ve işte içiyorlardı. Zihnime depoladığım her bir kare fotoğraf içkinden ve etkilerinden nefret etmeme sebebiyet verdi. Gecenin sonuna doğru bir tanesi eve gitmek istedi. Ayakta duracak hali yoktu ve motorsikleti ile gideceğini söyledi. Aptallardı maptallardı ama sarhoş komuoyu baskısı çocuğu bu isteğinden vaz geçirdi. İçlerinden adı Kemal olan bir dallama motorlu çocuğa dolmuş durağına kadar eşlik edeceğini söyleyerek gitti. Motorcu gençten daha da kötü durumda gözüken Kemal'in bu görevi başarıp başaramayacağı şüpheliydi. Birbirlerine dayanıp tıntın gittiler. Dik merdivenlerden başarıyla indiklerini görünce dolmuş durağına kadar sağ salim gideceklerine emin olduk.

Gecenin sonuna kadar kaldım ama Kemal geri gelmedi. Masadaki cüzdanını ve telefonunu toplayıp oradan ayrıldık. Ertesi gün okula gittiğimizde motorcu çocuğun o gece Levent'te kaza yaptığını ve öldüğünü öğrendik. Kemal geldiği zaman haberi biz verdik. Kemal şoku atlattıktan sonra "acaba sarhoş falan mıydı" dedi bir süre sonra. Evvelsi gece ile ilgili pek bir şey hatırlamadığı belliydi. Haliyle kimse üstüne gitmedi. Akşama doğru hafızası yerine gelir gibi oldu ve "ya çocuk o kadar da eşlik etmişti bana dolmuş durağına kadar..." deyiverdi.

Anlaşılan yolda yolcu ve yolcu eden birbirlerinin rollerini karıştırmıştı...


II.

Selahettin askerlik yapmaktan feci korkuyor ve her fırsatta firar ediyordu. Son firarından sonra babası Selahettin'i birliğine bizzat teslim etmek ve orada komutanı ile konuşup oğlunun çok korktuğunu, bu vazifeyi bitirmek için ayrımcılığa değil de biraz yardıma ihtyacı olduğunu anlatacaktı. Babanın niyeti buydu. Selahettin askeri birliğe gelmeden önceki istasyonda sigara alacağını söyleyerek trenden indi ve İstanbul'a dönüş trenine bindi. Babası Kars'a tek başına vardı ve oğlunun bir kere daha hem de gözünün içine baka baka kaçtığını fark edince çöktü. Bir kahveye oturup uzun uzun bu sorunu nasıl aşacağını düşündü ama bir sonuca varamadı.

Aradan sekiz-on yıl geçtikten sonra bir gün babaannemin kapısı çaldı. Gelen babamın çocukluk Selahettin'di. Dişinin çok ağrıdığını, ağrıyı geçirmek için biraz konyak verip veremeyeceğimizi sordu. Gerçekten dişi ağrıyor muydu bilemiyorduk. Tek bildiğimiz feci şekilde alkolik olduğuydu. Babaannem çay bardağına konyak koyup verdi. Selahettin Konyak'ı su gibi kafasına dikti. "Geçti mi şimdi dişin" dedi babaannem. Çocuk gibi güldü Selahettin.

Babaannem Selahettin gittikten sonra bana onun alkol bağımlılığının askerlik korkusu ile başladığını, sürekli kaçak olarak yakalanıp dayak yedikten sonra askere alındığını ama yine de bir şekilde firar ettiğini ve tekrar yakalanma korkusu ile yaşayamadığını ve içkiye başladığını anlattı.

Bir kaç gün sonra Selahettin'in yani babamın ona dediği şekildeki ismiyle tinko'nun gece sarhoşken düşüp kafasını vurduğunu ve orada geçirdiği beyin kanaması sebebiyle öldüğü öğrendik.

Babaannem "kurtuldu garibim" dedi.

III.

Ben kahvaltı ettim, teşekkür ederim Simon dedim. Simon Avusturya vatandaşı. İşi gereği o ara İstanbul'da yaşıyordu, komşumuzdu. Mutfaktan çıktığı zaman elinde kocaman bakır tepsi vardı. Tepsi de bir tabakta söğüş domates ve salatalık, en küçük boy çaybardağında çay, sanki reklam filmi için çekilecek fotoğrafa hazırlanmışcasına parlayan yağlı beyaz peynir ve parlak kara zeytin, kızarmış ekmek ve önceki gün çantasında kalan, yine kızarttığı yarım simit. Susamlar hafif yanmış mis gibi kokuyor tam o sırada gözüm kakaolu tahin helvasına takılıyor. Oysa daha yeni kalkmıştım kahvaltıdan.

Bir bardak da su vardı tepsisinde. "Sen de yer misin," dedi. Teşekkür ettim. Simon kahvaltı ederken burnuma keskin bir koku geldi. Anason kokusuydu. Su bardağının içindekinin rakı olduğunu fark ettim. "Geleneksel türk kahvaltısına yeni bir bakış açısı getirmişsin" dedim. Güldü. Batılılara has yalın dürüstlükle "ben tedavi edilemeyen bir alkoliğim" dedi. Doğululara has sessizliğe büründüm.

"Almanca öğretmeni olarak iş buluyorum. İlk başta elimden geldiğince dikkat ediyorum" dedi. "Zamanla sorunum anlaşılıyor ve beni kovuyorlar. Bu süreç yaklaşık olarak altı-yedi ay sürüyor. Bu şekilde tüm balkanlardan kovula kovula Yunanistan'a oradan da buradaya geldim. Buradan daha doğuda Almanca okullar var mı, bilemiyorum" dedi.

"Gidince bu kahvaltıları özlemeyecek misin" diye sordum. Sürekli olarak yeni insanlar tanıyor, yeni hayatlara adapte oluyorum ve bunu çok seviyorum fakat tüm bu sevdiğim şeyler zamanla hep özlediğim şeylere dönüşüyorlar. Özlediklerim arttıkça daha da çok içmek istiyorum" dedi. Gözleri daldı, sessizlik oldu. Kadehini kaldırıp bozuk Türkçesi ile "Şerefe" dedi.

Şerefe Simon. Kim bilir nerelerdesin bugün...

K.

 
Toplam blog
: 295
: 733
Kayıt tarihi
: 28.09.06
 
 

Bugün ölseniz mesela, ya da hafifletelim biraz hadi, bu giriş çok karamsar oldu. Bugün ortadan kay..