Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Kasım '12

 
Kategori
Öykü
 

Serseri

Serseri
 

Merhaba Çukulatam! Babamızın -ondan bir yıl önce da annemizin- vefat ettiği haberini aldım. Huzur içinde yatsınlar. Kimden mi? Halit vardı, bilirsin çocukluk ve gençlik arkadaşım. Dün ona tesadüfen Paris'in göbeğinde rastladım. Dünya ne küçük, heyhat!

“Halit”, dedim “sen ne arıyorsun buralarda ya?”

“Afedersiniz, tanışıyor muyuz?” dedi. Tanıyamadı beni. Nasıl tanısın! Saç, sakal uzamış; sarı çıyana dönmüşüm (sana Parisli sokak ressamlarından birinin yaptığı portremi gönderiyorum). Kim olduğumu söyleyince öyle bir şaşırdı ki sorma! Gezmeye gelmiş Paris'e. Otel odasında oturup sabaha kadar eski günleri andık.

Senin, Tıp Fakültesini bitirdiğini, doktorluk yaptığını ve benden yıllardır haber alamadığın için üzgün olduğunu da anlattı Halit. Uçağa atlayıp hemen gelirdim Çukulatam ama şu sıralar çok yoğunum.

Görüşmediğimiz on beşyıl içerisinde neler yaptığımı merak ediyorsundur. Anlatayım. Şöyle başlarsam yerinde olur herhalde: Büyüyünce ne olmak istiyorsun? Küçükken ne sık duyardık bu soruyu, değil mi? Ben bu soruyu hep “serseri olmak istiyorum” diye yanıtlamak isterdim, biliyor musun? Yapmacıklıklardan ve toplumsal yaptırımlardan uzak, kendi halinde biri yani. Ama böyle bir yanıtın yetişkinlerin hoşuna gitmeyeceğini bildiğimden ve senin gibi “doktor olmak istiyorum” diyemediğimden susar, buna rağmen aklımın bir köşesinde serseri nasıl olunur diye irdelemekten kendimi alamazdım. Okulu olmadığına göre, bazılarının doğuştan getirdiği bir tarz mıydı serserilik, yoksa başıboşluk ve hedefsizlik duygusu, içinde yaşanılan tatminsiz ortamların, insanı kendi sınırlarıyla utanmadan, çekinmeden çırılçıplak karşı karşıya bırakan koşulların, bir türlü gerçekleşmek istemeyen düşlerin ve kaybedilen değerlerin kaçınılmaz bir sonucu mu? Yoksa tüm eylemlerin anlamsızlığını kavramış bir bilincin yüksek etiği mi?

Serserilik, özgürlükle eş anlamlıydı benim için. Demem odur ki, özgürlük ya da serserilik diyelim, ben bu düşünceyle şekillendim. Söyleme gerek yok, senin gibi azimli ve çalışkan değildim. Babam ve annemle aramızda bu yüzden çıkan çatışmalarda, “ilişmeyin Ağabeyime, o sanatkar ruhlu”, diye savunurdun beni hep, hatırlıyor musun?

Liseden sonra üniversite sınavlarına girmektense gitar çalmaya heveslendiğimde, babamızın “madem okumayacaksın, bütün gün odanda gitar çalacağına bir işe gir çalış, çalışmazsan da defol git burdan serseri” diye beni evden kovmasına annemiz seyirci kalmış, sense “Abiciğim gitme diye” ağlamış, beni kalmaya ikna edemeyince de boynundan çıkardığın, isminin başharfini taşıyan altın kolyeni, bir de biriktirdiğin harçlığını vermiştin. Kolyeyi satmak zorunda kaldım, anlayış gösterirsin. atil beldelerinde garsonluk, bulaşıkçılık, turist rehberliği falan yaptım. Liseyi güç bela bitirmiş olsam da Fransızcam iyiydi ve mutlaka Avrupa'ya gitmek istiyordum. Malum, Avrupa'yı gözümüzde büyütüyorduk. Derken, Fransız bir bayanla tanışıp, evlenip, aradığım özgürlüğü yakalamak umuduyla aşıkların kenti denilen Paris'e yerleştim.

Bu arada gitar çalmayı bayağı ilerletmiştim. Paris'in müzikli barlarında gitar çalıyor, şarkı söylüyor ve mutlu olduğumu sanıyordum ama bizim gözümüzde büyüttüğümüz Avrupai yaşam tarzının, hiç de insancıl olmadığını, tam tersine insanı doğallıktan uzaklaştırıp robotlaştırdığını anlamam uzun sürmedi. Refah seviyesini, asırlardır sömürdüğü ülkelere borçlu olan Avrupa sisteminin başdöndürücü çarkında insanlarla iletişimin her türlüsü ruhsal dengemi bozmaya başladı. Karımın sözümona uygar tavırları beni son derece rahatsız ediyordu. Gittiğimiz davetlerde, toplantılarda onun bir başkasıyla kırıştırmasına sessiz kalmak benim uygarlık kitabımda yazmıyordu.

Evliliğimizin daha ilk yılında onu kendi yatağımda bir başkasıyla yakalamak, bardağı taşıran son damla oldu. Kendime hakim olamayıp, hem ona, hem de o ne idiğü belirsiz zenciye öyle güzel bir dayak attım ki sorma! Gebertecektim nerdeyse her ikisini de ama değmezdi. Kentin kıyı semtlerinden birinde kendime küçük bir ev tuttum. Günlük hayatın gerektirdiklerini yapamayacak bir haldeydim. Düşüncelerimin güz yaprakları gibi ordan oraya savruluşunu izlemekten başka bir şey yapamıyordum. Durmadan ağlıyordum; kendim için, hayatım için, dünya için, evren için, herşey için. Sanki beynimin orta yerinde birdenbire bir kara delik oluşmuştu da kendimi bu kara deliğin çekim gücünden kurtaramıyordum. Merak etmiyor da değildim kara deliğin boyutlarını. Tıpkı ayın öteki tarafına, karanlık yüzüne bakmak istemek gibi bir şeydi bu.

Bir yıl boyunca eve kapanıp geçmişimi, yaşadıklarımı, yaşayamadıklarımı, o güne kadar istediklerimi ve istemediklerimi analize ettim. Hayatımın geri kalanından ne beklediğimi bulmaya çalıştım. Yaşamın belirli bir planı mı vardı yoksa herşey anlamsız rastlantılardan mı ibaretti? Nerden ne için gelip, nereye neden gidiyorduk? İnançlı insanlara gıpta ettim. Benim gibi kayıp ruhlar, dünyayı ve yaşamı kendi felsefeleriyle yakalamaya çalışadursunlar, onlar bu tür şeylere kafa yormadan hayatı olduğu gibi kabullenme eğilimindeydiler.

Evden, köşebaşındaki süpermarkete gitmek için haftada bir kez çıkıyordum. En fazla yarım saat süren dış dünyayla bu ilişki son derece yorucuydu. Üç beş gıda maddesini yangından mal kaçırırır gibi kapıp, kasadaki kuyruğa girerken, kendi ıssız iç dünyamda değil de, bana anlamsız gelen değerler peşinde koşan insanların bulunduğu dünyada olmaktan tiksiniyor, soluk soluğa kendimi evime attığımda da rahata kavuşamıyordum.

Radyo, televizyon, internet, telefon yoktu evimde; kitap okuma alışkanlığım çoktan körelmişti ve gitar çalmaya da boşvermiştim. Zamanın nasıl geçtiğinin farkına varamıyordum ama yine de. Gecem gündüzüme karışmıştı. Uyku ve yemek saatlerim düzensizdi. Günlerce uyumadığım ya da yemek yemediğim oluyor sonra abur cabur birşeyler atıştırıyor, her seferinde yediklerimin bir kısmını ya da tamamını kusuyor sonra da günler, geceler boyu uyuyordum. Bu arada gördüğüm rüyalar son derece tuhaftı.

Rüyalarımda kendimi, benimle ilgisi olmayan olay ya da olaylar zincirinin içinde buluyor, evden gıda maddesi almak için dışarı çıktığım zamanlarda, rüyamda gördüğüm ve “saçmalık” diyerek üzerinde durmadığım olaylara birden sokağın ortasında tanık olunca ya da göz ucuyla baktığım gazetelerden birinin manşetinde rastlayınca şok oluyordum. Tuhaf rüyalarımın bazı serileri, dinsel boyutlu idi. Büyük dünya dinlerinin tanınan figürleri bana kutsal denilen kitaplarında anlattıklarına benzer şeyler söylüyorlardı. Benim gibi o güne kadar ateist yaşamış biri için oldukça şaşırtıcı, bir o kadar da korkutucuydu bu durum ve uyumaktan korkar olmuştum; sokağa çıkmaktan korkar olduğum gibi.

Öyle zannediyorum ki içimdeki kara deliğin bir mesajıydı bu bana ve evrendeki herşeyin herşeyle olan bağlantısını göstermeye çalışıyordu. Asıl gerçeklik, bizim kavrama kapasitemizi aşıyordu ve göremesek de varolan başka boyutlar vardı. Mesajın diğer içeriği şuydu: Toplum, senin bireysel varolma endişelerinden daha üstün bir niteliğe sahip. Toplum, birey için vazgeçilmez bir dayanak olmaktan öte, bireyin yaratma potensiyalini harekete geçiren bir katalizördür. (Katalizör: Kimyasal tepkimenin olmasını veya hızının değişmesini sağlayan madde.)

Anlamıştım anlamasına mesajı ve Tanrı'ya ve ondan önemlisi kendi gücüme inanmaya başlamıştım. Hayatıma yeni bir yön verecektim. Ne varki birikmiş param bitince, elimde gitarım, sırtımda yırtık pardüsüm kendimi sokaklarda buldum. Ülkeme geri dönüp, sizin yanınıza sığınmayı göze alamazdım; hiç kimseye yük olmak istememenin ötesinde artık normallikten çıkmış olduğumu düşünüyordum. Ne olduğumu, ne yaptığımı, nasıl yaşadığımı bilmeyi kaldıramazdı babam; olmamı beklediği adam olamamıştım çünkü. Onun küçük ve en ince ayrıntısına kadar düzenli dünyasını yargılamıyorum, hayır, kendi olma hakkını bırakıyorum ona, o bana kendim olma hakkını çok görmüş olsa dahi.

Nerde akşam orda sabah, içiyordum. Kentin loş meyhaneleri, karanlık sokakları, kuytu köşeleri, köprü altları, çöplükleri ve parkları meskenim oldu. Gitar çaldığım barlarda, bana hayran olan pek çok kadınla tanışmıştım ama gönlümü birine kaptırmaktansa, birinin yatak odasından diğerininkine gidip gelmeye başladım. Ben kadınlara karşı vurdumduymazlaştıkça onların bana verdiği değerin arttığını gördüm. Zengin ve benden yaşça büyük sevgilimin yanında kalıyorum şimdi. Müzik yapmaya başladım yine. Bestelerimin stüdyo çalışmalarını yapıyorum şu sıralar ve yoğunluğumun sebebi de bu.

Şuna inanıyorum ki, iyi olan şey, kutsal bir tohum gibi insanın içindedir ve bu “iyi” dediğim şey, kendini yalnızca kendin olabilirsen gösterebilir.

Çukulata renkli kocaman gözlerinden dolayı, bebekliğinden beri “Çukulatam” dediğim sevgili, tatlı, biricik kızkardeşim Ayça, ismini şu an yüksek sesle tekrarlıyorum ve isminin müziği öyle hoş geliyor ki kulağıma, hafızasını uzun bir süre yitirdikten sonra, herşeyi yeni yeni hatırlamaya başlayan biri gibi hissediyorum kendimi. Sana bu satırları yazarken bereketli bir toprak oluşuyor usumda. Sen ve doğduğum coğrafya, benim en güzel, en kıymetli şeylerimsiniz.

Abin

 
Toplam blog
: 26
: 723
Kayıt tarihi
: 15.06.10
 
 

Antalya doğumluyum. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunuyum. ..