Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Eylül '15

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Sevgili!

Sevgili!
 

İnternetten alınmıştır.


“Bu kadar olur yani,  diye düşündü.  Slovenya’ nın nerede olduğunu hiç kimse bilmiyor. Oysa Slovenya diye bir yer vardı işte;  dışarıdaydı, içerideydi, çevresindeki dağlarda, şu anda baktığı meydandaydı; Slovenya onun ülkesiydi.”  Veronika Ölmek İstiyor /  Paulo Coelho
 
Evet, Veronika ölmek istiyordu.  Uyku haplarını tek tek içti. Tam da ölmeye başladığı anda eline bir dergi geçmişti. İşte onu sarsan o soru  okuduğu yazıda bulunuyordu:
 
“Slovenya nerededir? ”
 
Slovenya Orta Avrupa’nın güneyindeydi. Küçük bir ülke… Başkenti olan Lübliyana’nın adını ilk bu romanda duymuştum.Veronika Lubliyana’da yaşıyordu. İlgimdeydi. Lübliyana yani…
 
İtalya gezisinden dönüyoruz. Gezdiğimiz son yer Venedik. Yunanistan’dan başladığımız geziyi Slovenya, Hırvatistan ve Bulgariristan başkentlerini gezerek bitireceğiz.  
 
Venedik Lyubliyana arası iki yüz seksen kilometre. Üç saat otobüs yolculuğu sırasında aklımda kalan:  Mısır tarlaları, mısır tarlaları ve mısır tarlaları…Öyle böyle değil. Çok sık ekilmiş ve henüz taranmış saçlar gibi intizamlı.
 
Ve Lübliyana…Alpler’in eteğindeki  bu yerleşim hem bir Balkan şehri, hem Avrupalı. Üstelik Akdeniz kokuyor. Adı “ Sevgili ”anlamına geliyormuş. Sevilen yer ya da…
 
Alpler’i kontes giysileri içinde bir kadın olarak hayal ediyorum. Kontes giysisi de nasıl oluyor, demeyin. Hani kabarık etekli, bol dantelli… Giymesi de, taşıması da özen isteyen. Zahmetli ama şık ve güzel. Alpler hayalimdeki kontes ise  etekleri  Lubliyana. İşte öyle… Şehrin ortasından geçen ve şehre ismini veren nehrin üzerindeki her köprü eteğinin bombesindeki o  zarif kurdele. Şehre ayak basar basmaz sizi o güzel kontes karşılıyor ve kolunuza girip sizinle birlikte geziyor. Sanki gördüklerinizi o anlatıyor:
 
Yunan  kahraman Jason buraya yerleşen ilk insanmış. Jason ve Argonotlar Colchis'teki “altın postu” bulduktan sonra ( Kral Aites’i yendikten sonra)  Ege Denizi'ne dönmek yani güneye gitmek isterken yanlışlıkla  Tuna Nehri'nde yol alarak kuzey yönüne varmışlar. Giderek, Tuna'nın bir kolu olan Sava'nın etrafından Lublianika ırmağının kaynağına gelmişler. Gemilerini batıdaki evlerine dönmek için Adriyatik Denizi'ne taşımış, karaya çıkmışlar. Argonotlar, günümüz şehirleri Vrhnika ve Lübliyana arasında, bataklıkla çevrili bir göl bulmuşlar. Nehrin kaynağı olan bu gölde kahraman Jason bir canavarı devirmiş. Şehrin arması ve bayrağı üzerinde bulunan ejderha işte bu canavarı temsil ediyor.
 
Otobüsümüzü önüne bıraktığımız parktan geçip şehri kolumuza aldığımızda ilk karşılaştığımız  meydanda bir yemek festivaline denk geliyoruz. Öyle bir atmosfere sahip ki  orada pişirilen ve servis edilen yemekler hem görsel bir şölene hem de kokularıyla enfes lezzetlere sahip. İlgimizi çekenleri  satın alıp, tadıyoruz.  Öğle vakti ve güneş tam tepede olmasa daha iyi olurdu.
 
Slovenya mutfağı Balkan, İtalyan ve Orta Avrupa yemeklerinden oluşuyormuş.” Struklji”  mantıya,  “zganci” keşkeğe benziyor. Gibanitsa dedikleri börekleri nefis.
 
İlerlediğimizde karşılaştığımız yerel ürün tezgahlarından bal likörü  ve tahta çocuk oyuncakları alıyoruz Yüzde sekseninin ormanla kaplı olduğunu öğrendiğimiz Slovenya da bal ürerimi oldukça yoğun. Tezgahlar da  bolca  ceviz var.
 
Satın aldıklarımızın  en ilginci de bebeğin düşen  ilk dişinin saklandığı minik ahşap kutu. Az ilerdeki  açık halk pazarından aldığımız elmalar bizim yaz elmasına benziyor.Pembe beyaz ve gevrek. Hasret kaldığımız domates  mis gibi kokuyor. Bizim köy pazarları havasındaki bu yerde günlük sebze, meyve ve  ayrıca bolca çiçek satılıyor. Satıcıların İngilizce konuşuyor olması iletişimi kolaylaştırıyor.
 
Kontes alışveriş merakımızdan sıkılmış gibi köprünün başında bekliyor.  
 
Dragon (Ejderha)  Köprüsü'nün iki yanını Çok kanatlı ejderhalar süslüyor. Bu köprü şehrin simgesiymiş aynı zamanda.  Butchers  (Aşıklar ) Köprüsü ise üzerinde asılı büyüklü küçüklü rengarenk  kilitleri ile ilginç. Sevgililer  aşklarının sonsuzluğunu dileyip  bu  kilitleri takıyormuş. Sonsuzluğa kilit vurmak mı sonsuzluğa kilitlemek mi! Sağa doğru ilerlerseniz bağcıklarından tutup elektrik tellerine atılmış ayakkabıları ister istemez merak ediyor insan. Ayakkabıcılar çarşısını işaret ettiğini söylüyor kontes.
 
İlerlediğimizde adını ünlü Sloven şair France Preseren’den almış olan Presernov Meydanı’na geliyoruz. Şairin meydanda bir heykeli var. Heykelin bakış yönündekibinanın duvarında kabartma bir kadın figürü. Genç ve güzel bir kadın yüzünden taşan hüzünle  pencereden bakıyor. Bu figür şairin kavuşamadığı sevgilisi Julija’ya aitmiş. Hemşehrileri şairin adını verdikleri meydanda bu aşkı ölümsüzleştirmek istemiş anlaşılan.
 
Meydandaki Pembe renkli Fransisken Kilisesi dikkat çekici. Kilisenin önündeki dilencinin fotoğrafını çekmek istesem de öyle bir huşu içinde ki saygısızlık edeceğimi  düşünüyor ve vazgeçiyorum. O, bildik dilencilere hiç benzemiyor. Baştan aşağı siyaha bürünmüş. Başartüsü bile siyah. Simsiyah da değil ama. Güneşten solmuş, karanlığı açılmış…Bu genç kadının yakıcı sıcakta böyle huşu içinde dilenmek için nasıl bir sebebi olabilir ki? Bilmek isterdim. Dilencini yanındaki  para konacak kap kaldırım taşlarıyla  bütünleşmiş, zor seçiliyor. Dua eden her hıristiyan gibi iki elini birleştirmiş ve alnına dayamış. Yüzü yere eğik oturuyor. Bir tür trans hali. Tasına atılan metal paranın çıkardığı “tık” sesi diğer paraları kıpırdatsa da dilenen bu kadın hiç oralı olmuyor.
 
Üçgen şeklindeki  Tromostvje  (Triple )   köprüsü üç bölümlü taş bir  köprü. Onu geçince eski şehir merkezine varıyoruz. Romalıların burada kurduğu Emona şehri kavimler göçü sırasında  yıkılmış ve Bavyera Herzogturm yönetimi tarafından tekrar kurulmuş. 
 
Tarihi binaların arasında ilerleyip şehrin kalesine çıkmak üzere fünikülere biniyoruz. Bu asansör ile teleferik arası bir araç  kaleye çıkmak istiyenleri duraklatıyor. Yükseklik korkusu olan arkadaşlar aşağıda kalıyor. Yaya olarak çıkılan yerin uzakta olmadığını söyleseler de kimse oradaki  rampayı bunca sıcakta çıkmayı göze alamıyor.
 
Ortaçağdan kalmış olan kale  sanat galerisi gibi kullanılıyor. Fünikülerden indiğimizde cam fanustaki heykel metalden yapılmış. Zamanın nasıl da anlamadan geçtiğini anlatırcasına kalp ritminde  trampete vuran bir adam var. Anlam yüklediğimiz pek çok şeyin aslında anlamsızlığa hizmet ettiği,  geliyor bana.
 
 Sonra karşılşatığımız tablonun tuval üzerine tamamen kurşun kalem ile çalışılmış olduğu söyleniyor. Açılmış kitap ya da mektup  diyebileceğimiz  sayfalardan  sol taraftakinin  üzerinde siyah başörtülü yaşlı bir köylü kadının resmedilmiş. Tablo adeta siyah beyaz fotoğraf gibi duruyor. Kadının yüzündeki hüzün sitemkâr. Sağ sayfasında ise mink pabuçları, yamalı kısa pantolonuyla  bir çocuk var. Sağ eliyle yüzünü kapatan çocuğun başı karanlık ve üzerinde  koruyucusuna ait olduğunu düşündüğüm  şemsiye tutan zarif eller… Çocuğun pabuçlarından küçük  inek figürü  imza gibi duruyor.
 
Tablonun solundaki minik etikette:   Filep Sandor yazıyor. Macar asıllı grafik sanatçısı aynı zamanda ressam ve müzisyen.
 
 Tablonun Adı:Tolnay- Baudelaire       Ölçüsünün 190X280 cm olduğunu öğrendiğim tablo sanırım  Baudelaire’nin “Kuğu “ adlı şiirinden esinlenmiş.
 
Daha pek çok güncel sanat eseriyle karşılaştığımız  kale  ayrıca bir gözlem kulesine sahip. Oradan  bakınca şehrin tamamını görmeniz mümkün. Yetmiş  bin  üniversite öğrencisinin de yer aldığı yaklaşık üç yüz bin kişinin yaşadığı şehir birden gözünüzde genişliyor. Yeşillere  bürünmüş bir güzeli seyrediyorsunuz.
 
Slovenya için olduğu gibi başkenti Lübliyana  için de kültürel gelişim çok önemli. “Kultarr Günü” adıyla kutlanan milli bayramları var. On beş müze, kırk iki sanat galerisi, on bir tiyatro ve yüz elliye yakın kütüphanesi olan şehir için bu şaşırtıcı değil. Ama yılda on binin üzerinde kültürel etkinlik, bir o kadar konser, tiyatro ve gösterinin sergilendiğini bilmek bizim için alışıldık değil. Kaleye çıkmadan önce bir sokak müzisyenine denk geliyor ve onu keyifle izliyoruz.
 
Lübliyana’da her taraf tertemiz, düzenli; parklar gezilesi, yaşanılası; bisiklet kullanımı çok yaygın, şehir turu için bisiklet kiralamanız mümkün. Kışın  sırtını dayadığı Alpler’de kayak yapmanın ne kadar güzel olabileceğini bir düşünün. Yoksulluğa  neredeyse hiç rastlanmadığı söyleniyor. İnsanı sevecen ve yardımsever.Konuştukları dilin yani Slovence’nin sertliği kavga ediyorlar havası verse de yüzlerindeki gülümseme böyle olmadığını anlatır nitelikte.
 
Yerleşim doğayla içiçe, çevre bilinci oldukça gelişmiş, neşeli ve bir o kadar da huzurlu. En güzeli de burada  keşfedilecek pek çok ayrıntının olması.
 
Jason ileMedea ‘nın aşkını  düşünüyorum, France Presen ile Julija ‘nın kavuşamamasını ve ölmek isteyen Veronika’nın sonrasında yaşama sıkı sıkı sarılmasını hatırlıyorum  kontesin kolundan çıkarken.
 
Eğer bir şehirde kadın şefkati, merhameti, zarafeti hissediyorsanız o şehirde sürprizlerle karşılaşmak hiç zor değil.  Süprizleri seviyorsanız Lübliyana gizemli bir sevgili ve   uzakta değil!
 
 
 
Gülgün Çako   /    7 Ağustos 2015
 
 
 
Toplam blog
: 17
: 635
Kayıt tarihi
: 03.02.07
 
 

Yaşamı seven, farkı fark etme çabasında biri. Anlaşılmaktan çok anlama öncelikli... Çocuklar nefe..