Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Kasım '07

 
Kategori
Anne-Babalar
 

Sevgili kızım,

Sevgili kızım,
 

Odana girdim. Haçlılar ordularıyla, Timur filleriyle geçse bu kadar tahribat yaratamazdı eminim.

Yorgan yerde, varlıklarıyla yatakta sana yer bırakmayan peluş bebek, ayı ve maymun yatağın içinde, yatağın yanlarında kağıt mendiller, su şişeleri, kitaplar, resimler, i-pod ve aksesuarları, juke-box, takılar, deodorant...

Masa tepeleme kitap, defter ve parça kağıtlarla dolu. Bir saç fırçası, birkaç toka. Kalemler, kalemler...Kitap dolabı darmadağınık. Kitap almak mümkün değil, çünkü önleri çerçeve içinde resimler ve biblolarla dolu. Bilgisayar açık, muhtemelen bir film indiriliyor.

Masanın yanında bilgisayar yazıcısı ve müzik seti. Üstlerinde CD’ler var. Bazıları orijinal, bazıları dolum belli ama üstlerine ne oldukları yazılmamış, “kaç tane CD yazma kalemi aldık” diye düşünüyorum, kaç takı kutusu, kitaplık, elbise dolabı?

Yerlerde çıkarılıp bırakılmış çoraplar ve gömlekler duruyor. Koltuğun üstü bir haftalık kirli giyecekle dolu. Kapının yanı banyo ve orada bir kirli sepeti var oysa. Elbise dolabını açmaya korkuyorum. Orada beni neler bekliyor. Bu odayı toplamalı mıyım, yoksa binlerce kez yaptığım konuşmalardan birini mi yapmalıyım acaba?

Gözüm kitaplıkta bir fotoğrafa ilişiyor. Dalmadan tam önce babanın çektiği bir fotoğraf bu. Birkaç dakika sonra kırk metre derinliğe ineceksin. Neşeyle gülüyorsun. Yatağının kenarına oturup fotoğrafa bakmaya başlıyorum. Anneler yazar bilirsin, en iyi çocuklar bilir bunu.

Kelimenin gerçek anlamıyla da mecaz anlamıyla da yazmayı hep sevdim. Kelimenin gerçek anlamıyla yazmayı seven bir adamla evlenip, güzel yazan ama yazmayı hiç sevmediğini savunan bir kız dünyaya getirdim.

Gülmeyi hep çok sevdim, gülen ve güldürmeyi başaran bir adamla evlendim, iki aylıktan bu yana, denizin kırk metre altına giderken bile gülmeyi beceren bir kız dünyaya getirdim.

16 yaşın güzelliği, diriliği, güzelliği; doğanın renkleriyle birleşince ne güzel olmuş. Hiç sevmediğin saçların bile ne güzel düşmüş alnına.

“İyi aile çocuğu” derler hani, sen hep böyle bir çocuk oldun ve belki de günlük yaşamında hep iyi çocuk olmanın acısını yaşadın. Herkesi anladın, ilişki dinamiklerini çözdün, ona göre davrandın, yaşamı sürprizlerle süslemenin keyfini erken keşfettin.

Arkadaşlarını, anne-babanı mutlu etmen çok kolaydı. Eve geldiğimizde hazırlanmış bir sofra, kuru çiçeklerle bezenmiş köpüklü bir küvet, sevdiğimiz bir müzik, bir koca bardak kahve, birkaç satır mektup, bir kart...Bir anda yorgunluğumuz, sıkıntımız, öfkemiz, kahvenin kokusuna, müziğin dağılan melodisine, akan suya katılıp gidiverirdi. Arkadaşlarını hep önemsedin. Onları, kendi ailelerinden daha iyi tanıdık biz. Korkularını, sevinçlerini, yaşamlarında onları en çok etkileyen olayları bildin, bize anlattın. Yardımcı olabildiğimiz yerlerde, senden haberli ya da habersiz, onlara da yardımcı olmaya çalıştık. Senin için...

Türkiye’yi tanıdın, bu yetmiyormuş gibi dünyayı tanıdın, pek çok ülkeden pek çok arkadaş edindin, artık bütün bunlar sana o kadar olağan geliyordu ki! Adres listende bütün kıtalardan kızlar ve erkekler vardı. Senin için bu da doğaldı. Onlar arkadaşındı, bunu övünme vesilesi olarak kullandığını hiç görmedim.

Çekingen miydin biraz, utangaç mı, ama bunu da kahkahalarınla gizledin.

Seninle yaşamak, dünyanın en hızlı otomobiliyle yolculuk etmek gibiydi. Bilmediğin keyifli bir yolda, bilmediğin lüks bir otomobille yolculuk.Otomobilin her köşesi, keşfettikçe sana yeni fırsatlar sunmaya hazır. Ama giderek hızlanan bir tempo. Doğduğunda sana diş fırçası bile alıp çorap almadığımızı eve geldiğimizde farketmiştik. Komik değil mi? Bu eğlence onaltı yıldır devam ediyor.

Fotoğrafa bakıyorum. Seni salıncakta görüyorum, düşmemen için belinden bağlamışız. Denizde ilk yüzme denemelerini izliyorum. Kolundaki kolluklar denizkızlı, belinden boğazına kadar, elbette yüzemiyorsun. Oran’daki eski evimizde, bahçede, köpeklerin arasında kalıvermişsin, ağlıyorsun, bir yaşında ancak varsın. Dizlerimin bağı çözülmeden seni oradan nasıl alıyorum bilemiyorum. Kreşe başlıyorsun, daha yeni yürüyorsun oysa. Okula başlıyorsun, çekingen. Sınavlar, iyi öğretmenler, kötü öğretmenler, iyi arkadaşlar, kötü arkadaşlar...


Başbaşa ilk yurtdışı deneyimimiz. İlk aşklar, ilk özlem, ilk ayrılık. Başa çıkılan sıkıntılar, savaş, geziler, kahkahalar, sevinç...

Sen oradan bana mutlu mutlu gülümsüyorsun. Birkaç dakika sonra yengeçlerle, aslan balıklarıyla, su hıyarlarıyla oynaşmaya gidecek ve geldiğinde heyecanla onları anlatacaksın. Baban heyecanına doğrudan katılırken ben, senin anlattıklarını, sana belli etmemeye çalıştığım bir endişeyle dinleyeceğim. Sen yine de kaygılı olduğumu anlayıp bana kızacaksın.

Şimdi hatırlıyorum. Ben okuldan eve geldiğimde su börekleriyle, cevizli kek kokularıyla, ev yapımı limonatalarla karşılanırdım. Ne toplamam gereken bu kadar çok eşya, ne de sorumlu olduğum bir odam vardı. Okula bir saat servisle değil, on dakikada yürüyerek gider gelirdim. Duvara bir resim astığımda annem, “badanayı bozuyorsun” diye kızmazdı, akşamı salon yerine üç kardeş paylaştığımız odada geçirmek istediğimde merak edilmezdim, babam, “bir sorunu mu var bu kızın” diye annemi dürtükleyip durmazdı. Televizyon yoktu, bilgisayar yoktu, radyo dinler, iskambil ve tombala oynardık. Annem çalışmadığından bize daha çok zaman ayırabilir, giysilerimizi diker, yemeğimizi yapar, evin düzenini tümüyle o sağlardı. Babam evin geçiminden sorumlu, mesafeli duruşuyla masanın başında oturur bir şeyler okurdu. Biz sadece ders çalışmakla yükümlüydük. Çalıştık da.

Şimdi sen birkaç dil bilmek, iyi bir öğrenci olmak, tenis oynamak, piyano çalmak, iyi bir evlat ve arkadaş olmak, dalgıç olmak, hayatının bir noktasında anadolu ya da fen lisesini, diğer bir noktasında milyonlarca öğrenci arasında üniversiteyi kazanmak, bale yapmak, yüzme, kayak, basketbol kurslarına gitmek, sosyal yaşamını kurmak filan gibi bir sürü sorumlulukla karşı karşıyasın. Sen ve yaşıtların...

Sen de en az benim kadar yorgunsun sanırım. Ben 22 yıldır çalışıyorum, sen 15 yıldır okula gidiyorsun. 15 yıldır 6.30-7.00 gibi kalkıyor ve servise biniyorsun. İlkokul ikiden beri eve yalnız başına geliyorsun. Kapıyı açamazdın ilk yıl, gücün yetmezdi. Baban bir aparat yapmıştı sana, güç verip te anahtarı kapıda döndürebilesin diye, hatırlıyor musun? Yazı ödülü almıştın bir de: Başaracağım, göreceksiniz! Konu buydu ve sen bir gün tırnaklarını yememeyi başarabileceğini anlatmıştın. Çok iç burucu bir yazıydı ve salonda okunurken bir sürü kişinin gözleri dolmuştu.

Evde uyuyup kaldığını mı anlatayım, o telaş ve korkumuzu, babanla Akçakoca’daki ilk dansınızı, pikniklerimizi, senin sokaktaki insanlara kendini sevdirme çabalarını, hastalıklarını, ameliyatını, şarkılarını, karşılıklı konuşmalarımızı, dedikodularımızı, sanata yatkınlığını, sinema birikim ve bilgini, iletişim becerilerini...

Hepsi bir yana kızım, çok güzel gülüyorsun. Bu aydınlık hiç eksilmesin yüzünden.

Ve ben, çok güzel güldüğün için, bugün de odanı toplayacağım.

Annen.

 
Toplam blog
: 13
: 1247
Kayıt tarihi
: 04.10.07
 
 

Neredeyse 50 yaşıma kadar şehrin hep "yukarısında" yaşadım. Alışveriş merkezleri, kafeler, "şık" mek..