Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '09

 
Kategori
Kişisel Gelişim
 

Sevgili mi, gardiyan mı?

Sevgili mi, gardiyan mı?
 

Benmişim kendime en büyük ceza...


Tüm sahte yüzlerimden, varlığımı suya hasret bırakan bütün setlerimden, hafiflememi ve hatta buharlaşarak berhava olmamı engelleyen tüm ağırlıklarımdan, sahte benliğimin dokuzyüz kat olmuş zifiri karanlık bodrum katlarından ve canıma can veren o en duru, o en mavi okyanusa doğru attığım her kulaçta beni mikserleyerek dağıtmayı başaran kör zihnimden sıyrılarak varlığımı onurlandıran o biricik <ı>Hakikat’e doğru uzanabildiğim en kutsi ve özel anlarda, hep şu cümle geçiyor damarlarımdan; “Biz bize ne yaptık böyle!”…

Zira “Ben bana ne yapmışım böyle!” sarsılışı çok geçmeden katlanıyor ve irade yoksunu uyurgezer bir hal ile cümleten kendimizi içine tıkıştırmayı başardığımız o dev hapishane, bütün detayları ve iğrençliğiyle sahneye çıkıyor…

Ne acıdır ki; cümbür cemaat, bütün bir insanlık ailesi olarak içinde yaşadığımız bu büyük ceza evi, “Benmişim kendime en büyük ceza!” çığlığının da en net fotoğrafı, en açık delili… Ve en acısı da, bu dev hapishanede herkes kendi gardiyanına aşık!

Sınırlı bir yaşam ve ölüm aralığına sığdırılamayacak kadar nihayetsiz olan hayata, yani ezeli ve ebedi varlık alanına merhaba demiş her ruh, herbir müjdeli varlık, yazık ki asli gayesinin, yani yegane varolma biçimi olan özgürlüğünün üzerini tonla pislikle örtmüş ve bu çeşit çeşit pislikle kendisine içinden çıkılması zor bir çukur yaratmış! Ve işte böyle başlamış büyük savaş, böyle başlamış sevgiliye değil de gardiyana duyulan tehlikeli aşk…

Sufilerin, yani <ı>Hakikat denilen evrensel varlık alanını kitapla kalemle değil bizzat kendi alın terleri, kendi yaşamları ile tanımış olan gerçek insanların müthiş bir tespitleri var; “Allah sizin sevgilinizdir, gardiyanınız değil!” Bizler gibi kıyılarda oyalanan çocuk ruhlar için ne büyük şifre, ne duru ve çarpıcı bir ikaz!

Ne var ki biz çocuksu ruhlar <ı>Hakikat yerine “kendi yarattığımız eli sopalı ve sahte tanrı”ya tapınmakla kalmamış, cümle yanlış kodlama ve koşullanmalarımız ile bizzat kendi yarattığımız pisliğin önünde secdeye varmışız; hiçbir utanıp sıkılma ve çekince yaşamaksızın, arsızca “inanan insan”ı oynamışız!

Yeryüzü gezegeninde Hıristiyanı, Musevisi, Müslümanı, Budisti ve daha birçok farklı inanç modeline sahip insanı ile ne kadar inanç sahibi var acaba? Dünya nüfusunun çok büyük bir kısmı olsa gerek! Ve yaklaşık dörtte üçü ve hatta belki daha fazlası inanan insanlardan oluşan yeryüzü gezegeni, bugün büyük bir bataklığa dönüşmüş durumda! Hem öyle bir bataklık ki, elle tutulur hiçbir yanı kalmamış! Bütün bir insanlık gırtlak gırtlağa, koskoca yeryüzü gezegeni bu açgözlü çocuklara dar!

Apaçık dünya coğrafyasının dörtbir tarafında yalan hayatlar yaşanıyor bugün! Hırsın, bencilliğin, merhametsizliğin, kendini gösterme ve kazanma sevdasının hüküm sürdüğü o büyük yarış, gezegenin herbir tarafından bir lağım gibi akıyor, mideleri bulandırıyor…

Ne var ki bu büyük bataklığı elbirliği ile hep birlikte yarattık! Kendi asli vazifesine, o yüksek şuura uyanamamış herbir yeryüzü ziyaretçisinin payı var, bu iğrenç manzarada! <ı>Hakikat’i tabir caiz ise ayağa düşüren, tanrıyı apaçık her türlü çocukça isteğin kendisine iletildiği bir Noel Baba’ya ve hatta bankamatiğe dönüştüren herbir mekanik insanın büyük payı ve mesuliyeti var bunda…

Bir çocuk birgün tanrıya yalvarıyormuş… “Tanrım lütfen annemi, babamı ve beni koru! Kardeşlerimi ve anneannemle dedemi de koru tanrım! Teyzeme, halama ve tüm yakınlarıma da iyi bak lütfen! Hepsine iyi bak ve güzel bir yaşam ver bizlere! Bu arada kendine de çok iyi bak tanrım! Çünkü sana bir şey olursa hepimiz batarız!”

Tanrıya olan inanç ve sevgimiz bu çocuğunkinden farksız olmakla birlikte, yazık ki onun kadar açık sözlü de değiliz! Zira kendi yalanlarımızın kendimiz bile farkında değiliz ki, kaldı ki onları itiraf etmek…

İnsan nefsini, yani insanın birbirinden farklı birçok sahte yüzden oluşan karanlık mekanizmasını resmetmekte oldukça usta ve donanımlı bir isim olan Dr. Mustafa Merter, bizi varlık şuuruna götürecek olan bilincimizin sahte benliklerimizle gölgelenen kısmının az uz birşey olmadığını, hepsi zatımızda mevcut olan alt benliklerimizin dokuzyüz katlı bir mahsene benzetilebileceğini söylüyor!

Dolayısıyla kendi karanlık bodrum katlarından dahi bihaber olan bir insanlıktan hangi yüzleşme ya da itiraf beklenebilir ki! Zira daha yalanla özdeşleşmiş kısmımızın biz olmadığının bile farkında değiliz! Kaldı ki gerçek bir kazıya soyunmak, ciddi bir temizlik harekatına girişerek yıkanmak, öz varlığımızla tanış olmak…

Velhasıl sürekli zihniyle, daha doğrusu zihnindeki bir yığın çöplükle yaşayan ve kalbini evrenin kalbi ile birleştirmeyi hiçbir zaman başaramamış sahte inanç sahipleriyiz bizler! Ve bu bağlamda belki birçoğunun cahilce aşağılayıp hakir gördüğü ateistler, bizlerden çok daha dürüst ve daha az yanlışa batmış durumda!

Bugün egolarımızı parlatmak adına “aydınlanma” denilen vitrin süsünün peşinde koşup duruyor nicemiz! Oysa ki aydınlanma bir parçalanma değil, kaynağa bağlanma hali olmalı! Bütün bir evreni, adeta papatya falı bakar gibi “ben ve öteki”, “ben ve öteki”, “ben ve öteki” diyerek şerha şerha bölen bir anlayışın neresi ışığa kavuşabilir ki! Ve o “ben” denilen şey de tamamıyla bir yanılgıdan, hatta apaçık bir zehirden ibaretken!

Kısacası ters yönde direksiyon sallarken kendini yarış pistlerinin en hızlısı olarak gören ve ilan eden sahte insanlığın bu içler acısı hali, hem gülünecek hem de ağlanacak cinsten traji-komik bir durumdur, fazlasıyla hazindir…

Geçtiğimiz günlerde, gerçek sorgulama ve sorgulamada dürüstlük bağlamında fazlasıyla önemsediğim bir isim, kamuoyunun bir kısmının düz bir mantıkla ya İslam’ı dejenere etmekle suçlayıp kulak arkası ettiği ya da “Çok kibirli bir adam canım o!” deyip geçmeyi tercih ettiği Yaşar Nuri Öztürk, yüreğime su serpen, çivi gibi bir laf etti! Parmağının işaret ettiğine değil, parmağına bakılan Yaşar Nuri Öztürk…

“Tanrı öldü!” diyen Nietzsche’yi başaşağı tutup, onun için “Sıradan bir ateist ve delinin biriydi işte!” diyen güdük zekalara hitaben, “Riyakarlığın maskesini indiren Nietzsche, benim için gerçek bir mü’mindir!” dedi! İşte o an “Hele şükür biri çıkıp, kör zihinlerin yüzüne çarpabildi şu önemli gerçeği!” dedim içimden!

Zira bugün yalan hayatların en çarpıcı deşifrasyonunu yapmış olan Nietzsche’yi tersinden anlamış, daha doğrusu anlamamazlığa gelmiş bir insanlık, dünya üzerinde yaşanan bugünkü rezaletin de mimarıdır! İzlenen yol aynı yol, Heidegger’in “hesaplayıcı düşünce” diyerek tanımladığı çıkarcı ve kirli zihniyet aynı zihniyettir çünkü!

“Biz ötede olanı yadsımadık! Yalnızca bize tanrı diye sunulanı tanrıya layık bulmadığımız için haykırdık!” diyen Nietzsche eğer bir tanrıyı öldürmüşse, o da “yem olan tanrı”dır! Ve insanlık Nietzsche ile aynı cesareti sergileyemediği, “yem olan tanrı”yı öldürüp insanca <ı>Hakikat’e uzanamadığı için açıkça putlara tapıyor, 21. Yüzyıl’da yeniden Cahiliye Dönemi’ni yaşıyor bugün! Demek ki tanrı gerçekten de ölmüş! Eğer insanlık tanrıyı gerçekte yaşatıyor olsaydı, durum bu olmazdı herhalde…

Yazık ki bugün insanlığın yaşattığı tanrı, benim uzun yıllar önce “yem olan tanrı” olarak tanımlamaya çalıştığım “sahte bir tanrı”dır ve yeryüzü sakinleri bu “yem olan tanrı”ya tav olup, gezegeni dört bir tarafından lağım süzülen iğrenç bir bataklığa dönüştürmeyi başarmışlardır…

Evet, sahte inanmışların sahte başarısıdır bugünkü yeryüzü gezegeni! Onca imkanın içinde çılgınca ve hatta ahmakça bindiği dalı kesmekle meşgul olan bir insanlık… Bütünden kopmuş, sevgiliden ayrı düşmüş, gardiyanına tapmayı başarı saymış bir cüzzamlılar yığını! Baştan aşağı bir korku imparatorluğu ve bitmek bilmez halisünasyonlar…

Şurası çok açık ki; bütün bir insanlık ciddi biçimde hastalıklı bugün! Cümleten bu hastalıklı toplumun ürünleriyiz! Şartlanmış ve dolayısıyla iğfal edilmiş zihinlerin veba salgını altında kör, sağır ve felçliyiz herbirimiz! Ve <ı>Hakikat’in zatımızda tecelli etmiş <ı>“Hayy” isminin güzelliği ve diriliği ile her yeni gün ve anda “HERŞEYE AMA HERŞEYE YENİDEN!” demeden de kurtulamayacağız bu vahim hastalıktan!

Anne ile, baba ile, eş ile, dost ile, patron ile, komşu ile, ortak ile, yakın akraba ile ya da etrafımızda kimler varsa bütün hepsi ile, ve en başta da kendimizle yepyeni bir ilişkiye girmeden, bütün eski kayıtlara ve eski “ben”e ölmeden mümkünü yok iyileşemeyeceğiz!

“İman ettim diyerek kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz!” uyarısından payımıza düşeni alıp “inanan insan”ı oynadığımız gerçeğiyle yüzleşmeden, zihnimizin foseptik çukurundan ilelebet kurtulabilmek adına ciddi bir temizlik harekatına girmeden, “Allah temizlenenleri sever!” incisinin samimiyetle hakkını vermeden kurtulamayacağız bu şizofrenik hayatlardan… Tüm eski alışkanlıklardan ve yargılardan sıyrılıp sisteme ciddi bir format atmadan olmayacak bu iş!

Gerçek aklı ve zihni, gerçek zekayı ve gerçeğin bizatihi kendisini ulaşmaya çalışarak değil, ancak kazıyarak elde edebileceğiz! Edeple, adapla, sahte olmayan cesur bir ahlak ve adaletle, kirlenmemiş saf bir akılla ve bereketi kendinden, bitmek tükenmek bilmeyen sahih bir aşkla kazıyarak…

Zira <ı>Hakikat ciddi bir kazı işi! Varoluş anlamına gelen “existence”ın aslında “kabuktan ayrılma” anlamına gelişi de bu bağlamda kesinlikle bir tesadüf değil! Zira gerçekten varlık şuuruna erişme, özün üzerini örten cümle pisliği tek tek tutup atabilmekle, bütün kabuğu cesaret ve istikrarla kaldırabilmekle mümkün!

Sağlama basit! Her yeni gün başka bir hali, başka bir kimseyi getirmiyorsa size, o zaman alarm durumu demektir! “Dünü ve bugünü eşit olan bizden değildir!” uyarısını daha nasıl soframıza getirebilir ki hayat?

Mars’ta, Jüpiter’de, Venüs ya da Uranüs’de hayat var mı yok mu bilemiyoruz! Bilim bugün yok dese de yarın <ı>Hakikat ne getirir belli olmaz! Ama kesin olan birşey var ki, şu an dünyada hayat yok! Ciddi bir oksijen sıkıntısı var ve hayat diye önümüze konulan şizofrenik yaşamlar ya da sımsıkı sarılıp kurtulacağımızı sandığımız “yem olan tanrı”mız bizi kurtarmaya yetmiyor ve yetmeyecek… Ya adam gibi kaynağa bağlanıp gerçek bir aydınlanma ile müteşerrif olacağız; ya da aydınlanma (!) ve kazanma edebiyatı ile kutsal emaneti yeyip bitireceğiz…

Ya aynalar yol kesip “Bu cadde çıkmaz sokak!” diyecek,

ya da ters yöne bu acıtan yolculuk devam edip “Büyük Hüsran”ı getirecek…

Sır, “El Mürid” tecellisinde,

gerçek iradede,

“Büyük Uyanış”ta,

“Büyük Yanış”ta…

<ı>17 Ekim 2009 - İzmir _ Aliağa

 
Toplam blog
: 27
: 1562
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

İsmim Ayten Çalış. Tanıyanlar soyadımla müsemmâ olduğumu söylerler, bilmiyorum! Ama "Sen kendini ..