Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Şubat '07

 
Kategori
Sevgililer Günü
 

Sevgililer Günü, Mevlana ve Yunus

Sevgililer Günü, Mevlana ve Yunus
 

Sevgililer Günü, aslında, günlük hayatımın akışı açısından herhangi bir farklılık ve özellik taşımamakla beraber, bu günde ön plana çıkan bir duyguyu bana tekrar irdeleme fırsatı verdi ve aklıma şu soruyu getirdi: "Sevgililer Günü, acaba kimler içindir?" Biliyorum ki, yaşamında benim gibi, sevgi ve dostluktan başka daha büyük bir ilham kaynağı ve varolma nedeni olmayanlar ve bu değerleri yılın her günü, günün her saatı, hayatın her anında yaşamayı hayat felsefesi yapanlar için değil. Bu yüzden, bakalım, koskoca sevgi okyanusundaki analiz yolculuğumda kimbilir hangi limanlara demir atacağım yine…

Sevgi ya da aşk deyince aklımıza önce bir kalp şekli geliyor, çünkü her şey insanın kalbinde, yani gönlünde olup bitiyor. Ama önce hücrelere, sonra da bütün bedene ve herşeyin ötesinde insanoğlunun bütün hayatına hükmediyor. Her ne kadar aşk, sevginin kat kat yoğun ve çılgınca olanıysa da, kavram boyutu, anlam derinliği ve süreklilik açısından, sevgi, bence, insan yaşamında daha önemli bir yeri işgal ediyor. Yaşam denen süreçte, kimimize "sevgi", kimimize de "aşk" yarıyor. Şairler, yazarlar, besteciler, güzel sanatlarda eser veren bütün insanlar, "aşk" denilen, yoğunluk açısından inanılmaz bir güç ve ilham kaynağı olan bu duygunun ışığında dünyayı, insanları, evreni ve Tanrı’yı bambaşka boyutlarda yaşayarak yüreklerindeki o inanılmaz coşkuyu bir kağıda, tuvale ya da piyanonun tuşlarına aktarırken, mantık, sağduyu, ahlak, din, kanun gibi bireysel varoluşu sınırlayan bir görünmez tabakayı paramparça ediyorlar.

Sıradan bir insanın hayatında olabilecek en güzel şey, sevmenin ve sevilmenin dayanılmaz hafifliğinde yaşanan güvenli bir mutluluk olsa gerek. Yaşamında, ne sevgiye ne de aşka yer bulamayanlar, gerçekten acınacak durumdaki zavallılardır. Bu bakımdan, bana göre, "Sevgililer ya da Aşıklar Günü", onlar için bir uyarı işaretidir, derin bir uykudan uyanıp yaşama yeniden doğmuş gibi başlama zamanıdır. Yoksa gündoğarken perdeleri kapatıp yorganı üzerlerine çekme zamanı değil.

İnsanlar sevgi, aşk ya da dostluk gibi kavramları yaşamlarına aktarırlarken, içinde yaşadıkları topraktan, iklimden, içinde yoğruldukları inanç sisteminden, kültürel ve toplumsal yapıdan çok etkilenirler. Bu konuda en güzel örneklerden biri, sadece 500 yıllık geçmişi olan Yeni Dünya’nın insanı, ötekisi de, geçmişi, insanın varoluşuyla başlayan Batı ve Doğu uygarlıklarının karizmatik bir sentezi olmuş Anadolu insanı… Uzun bir köprüyle birleşen ama uçsuz bucaksız bir derinlikle birbirinden ayrılan iki yaka…

Amerikalılar, tarihleri boyunca ticareti yaşam şekli yapmışlar. Dünyanın her tarafından daha iyi bir hayat için gelen ve doğuştan tüccar geni taşıyan bu insanlar, mallarını diğerlerine satabilmek için her türlü şeyi, insanı, kavramı ya da olayı pazarlama ve reklam aracı olarak kullanmayı öğrenmişler. Simdi de Noel’e iki ay kala başlayan beyinleri yıkama sürecinin aynısını, 14 Şubat’taki Sevgililer Günü (Valentine’s Day) için uyguluyorlar. Ve küçük dükkanlardaki, büyük mağazalardaki, süpermarketlerdeki, sokaklardaki, magazinlerdeki, televizyon kanallarındaki reklamlar da sık sık, kurdeleyle özenle süslenmiş kalp şeklindeki bir kutunun içinde sunulan, kanser yapıcı katkı maddeleriyle dolu adeta -öldüren aşk da denilebilir- Hershey markalı çikolatayı ya da Güney Afrika’daki madenlerde çalışan çocuk yaştaki binlerce zavallı 21 yüzyıl kölesinin kanlarıyla yıkanmış, bilmem kaç karatlık elmas taşlarla (Blood Diamonds / Kan Elmasları) süslenmiş bir yüzüğü, insanların beyinlerine romantizmin simgesi, sevginin ya da aşkın ifadesi olarak adeta hipnotize ederek işliyorlar. Aslında "Sevgililer Günü geliyor. Sevgililer Günü geliyor. Beraber olduğunuz insanı sevmeseniz bile seviyor görünmek için hazırlanın. Hediyenizi alın. Seviyorsanız alırsınız… Sevmeseniz bile almalısınız… Almak zorundasınız… Çünkü bu sevginin elle tutulur ve gözle görülür şeklidir." diyerek zaten tüketici olan bir topluma, o geceyi kurtaracak afrodizyak dolduruşu yapıp, Noel’de Aziz Nikolas’ın kemiklerini sızlattıkları gibi, Sevgililer Günü’nde de başka bir aziz olan Valentin’in ruhunu huzursuz ediyorlar. Koskoca bir ömre hükmeden bir duyguyu bir güne sığdırmaya çalışıyorlar. Ve herşeyin ötesinde, Broadway’deki listebaşı bir sahne gösterisinden ya da Hollywood filmlerindeki o dillere destan romantik sahnelerden hiç farkı olmayan, genelde, dallarından koparılan zavallı boynu bükük çiçeklerin ölüme mahkum olduğu, sevgi, aşk, dostluk ve cinsel ilişkiyi birbirinden ayırtetmekten aciz, üreme bakımından yetişkin, ama akıl düzeyi moronluktan öteye gidemeyen insanların başrolü oynadığı, o şaşalı "sevgi gösterisi" ndeki yapmacıklığın, böylesine yüce kavramları bir anda anlamsız hale getirdiğini görmekten derin bir üzüntü duyuyorum.

Aşka ve sevgiye, ama en çok dostluğa inanan bir insan olarak, Tanrı katında bile kutsallık mertebesine ulaşan bu duyguların anlam ve değerinin bu kadar düşürülmesine dayanamıyorum. Bir eğitimci gözüyle olaya bakınca da, maddeciliğin bir inanç sistemi yapıldığı, paranın da tek Tanrı haline getirildiği ve herşeyin sahtesinin gerçek gibi algılandığı bir dünyada, yetişkinlerin, anne-babaların, öğretmenlerin de gelecek kuşaklara "doğmak, yemek, çiftleşmek ve ölmekten öte bir yaşamı asla veremeyecekleri" gerçeğini görüyorum. Zenginliğin, iyi bir finansal kredinin, fiziki güzelliğin, dış görünüşün, maddecilik, hırs ve bencillikle donanmış bir kişiliğin, cinsel cazibenin, her arkadaşlığı yatakta bitirmenin, saygın bir kişilik özelliği olarak kabul ve takdir gördüğü, hararetle alkış aldığı bir değerler sisteminde, "aşk" ve "sevgi" kavramlarınını tıpkı "dostluk" kavramı gibi "insani değer erozyonu" na ve "anlam ihaneti" ne uğradığına her gün şahit olan gönül gözüm, ne yazık ki, kör olmak tehlikesiyle karşı karşıya.

Bütün bu olumsuzluklar ve kavramlardaki anlam kaybına rağmen, özünde yaşamın ve insanın güzelliğine inanan bir İNSAN olarak, sevgi ve dostluk duygularının, insanlığın asırlar boyu kurtulma şavaşı verdiği cüzzam, veba ve AIDS gibi bulaşıcı hastalıklardan daha tehlikeli ve ölümcül felaketlere neden olacak bir manevi hastalığın tek tedavisi olduğunu bütün içtenliğimle ifade etmek istiyorum.

Yaşamı oluşturan her şey, doğa, insanlık, Tanrı’ya ulaşmayı amaçlayan bütün inanç sistemleri, temellerini "sevgi" ve "dostluk" üzerine kurmuşlardır. Sevginin bu sonsuzluğa giden serüveni daha henüz ana rahmindeyken başlar. Yeni doğan bir bebek, anne-baba ve akraba sevgisiyle kucaklar yaşamı, sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, derslerini, özel bir insanı, yetişkinlikte eşini, dostlarını, sevgilisini, aşığını, işini, dünyayı severek yaşamını sürdürür, her şeyin ötesinde, etrafındaki sevgiyle varolur. Ölümü bile Tanrı’ya olan sevgisiyle ve ona ulaşma coşkusuyla yaşar. Bütün doğrular, yanlışlar, güzellikler çirkinlikler, kavramlar, değer yargıları, duygular ve düşünceler, ‘dostluk’ denen evrende gerçek anlamlarını bulur.

Dostluk evrenindeki düzeni, bence, en iyi anlayıp ifade edebilenler şahsiyetler, Müslümanlığı kabul etmeden önce Şamanist olan Türklerin parçalanmış halde yaşadığı 13. Yüzyılda, Anadolu yarımadasında (Küçük Asya’da) doğan ve sonrasında, insanlar arasındaki din, ırk ve kültür ayrımı kabul etmeyip, hepsini oldukları gibi kucaklayan, İNSAN’ı İNSAN’a ve ötesinde TANRI’ya en çok yakınlaştıran, dünya çapındaki felsefi doktrinlerinin içinde, "karanlık bir çağda aydınlık bakış" olarak adlandırılan, Mevlevilik ve Sufism tasavvuf felsefesini yaşamlarıyla oluşturan, dostluk dergahının eşşiz hizmetkarları, Mevlana Celaleddin-i Rumi ve Yunus Emre’dir.

Mevlana şiirlerinde, Tanrı’ya ulaşmak için gerekli tek şeyin "sevgi" olduğunu, bir başka insanı seven insanın, aslında bu yolla kendini, insanlığı ve Tanrı’yı da sevdiğini vurgulamıştır. Bütün dünya aydınları ve filozofları tarafından bilinen ve saygı gören Mevlan’nın dervişleri olan Mevleviler, Sema sırasında dönerlerken ‘sevgi’de birleşen bir dünyayı ve onun evrendeki yörüngesinde dönmesini sembolize ederler. Bir gelenek olan bu dönme dansında, elin biri göğe açık durumdayken, ötekisi de yere doğru açılır. Anlamı, Tanrı’dan gelen sevginin dünyaya aktarılmasıdır. Herhalde, Mevlana, "insan sevgisi" ve "Tanrı sevgisi" ni böylesine bütünleştiren tek düşünür ve şair olsa gerek.’ diyecektim ama diyemedim; çünkü, Anadolu’daki efsanelerde, Mevlana’nın kendisinden ilham alan ve onun koca Mesnevisi’ndeki düşünceyi iki beyitte ifade edebilecek yetenekte ve düşünce derinliğinde olan Yunus’un, "Anadolu insanın gönlünü fethettiğine her gittiği yerde tanık oldum" dediği rivayet edilirmiş. Duygularını ve düşüncelerini, okyanus dibi kadar derin anlamları olan iki farklı şiir tarzında yazdıkları o eserlerinde dile getiren, biri saray dili (Divan Edebiyatı) ötekisi halk dili (Halk Edebiyatı) kullanan bu iki şair, aslında bize "sevgi" nin insanoğlunu, Tanrı katına ulaştıran yegane yol olduğunu gösterirken, hayatlarında aşk, sevgi ve dostluk gibi yüce kavramlara verdikleri yeri ve değeri ömürleri boyunca yaşayarak göstermişlerdir. Demek ki o zaman, gerçek sevginin, boyutlarını ancak sevginin, ve dostluğun aşka dönüştüğü gönüllerde görmek mümkün.

Bu gerçeklerden yola çıkarak, Mevlana ve Yunus gibi "sevgi" yi kendilerine bir yaşam felsefesi yapmış, eşi bulunmaz bu iki tasavvuf şairini gönlünde ölümsüzleştiren Anadolu insanının, efsanevi Noel Baba, Benjamin Franklin, Johnny Appleseed (Elmatohumunu Amerika’da yayan genç), Süpermen, Örümcekadam, Martin Luther King, Jr. dan başka, kendisine ilham verecek ve insanlık yolunu gösterecek topluma maledilmiş şahsiyetleri bulmakta zorlanan Yeni Dünya insanından çok daha şanslı olduğu ortada. Dünyada kin, nefret, intikam ve öfke gibi yıkıcı duygularının esiri olmuş insanlar, din, ırk, milliyet, cinsiyet gibi farklılıkları ve pek çok nedeni kendilerine gerekçe göstererek hem içinde çocukların da bulunduğu, suçsuz insanları hem de birbirlerini acımasızca yok ederlerken, insanlığın sevgiye ne kadar çok ihtiyaç duyduğunu anlamak için dahi olmaya gerek yok. Türklerin uygarlık tarihine ve dünya barışına mirası, Mevlana ve Yunus Emre’nin "insan sevgisiyle Tanrı’ya ulaşılabileceği felsefesi", öteki adıyla Sufizm, Hintli Mahatma Gandhi, Nepalli Dalai Lama ve İnsan Hakları savunucusu Amerikalı zenci lider Martin Luther King, Jr. için de, bütün insanları eşit gören ve "Kim olursan ol, gel" diye çağıran bir İNSANLIK FELSEFESİ olması açısından eşi bulunmaz bir örnek oluşturur.

Sevgililer Günü’nde, sadece sevgilisine ya da eşine sevgisini gösterme yarışına giren insan, içine düştüğü bencillikten kurtulup, iç dünyasında evrensel bir sevgiyi de oluşturmak zorundadır. Konu sevgi ve dostluk olunca, bu kavramların bütün insanlığa ait olduğunu bilerek, insanın onları sadece kendi içinde saklamayı değil, başka din, kültür ve milliyetten gelen, farklı dilleri konuşan insanlarla da paylaşabilmeyi öğrenmesi gerekiyor. Sevgi bulaşıcıdır; bir bakışla bile bulaşabilir. Ama emek istiyor, sorumluluk ve cesaret gerektiriyor. Çünkü korkaklar ve benciller asla sevemez.

Gerçek sevginin kırıntısının bile yaşanmadığı, dostluğun varolmadığı, anlam ve kavram olarak aşkın ve sevginin cinsel birliktelikten öteye gidemediği, insanlık sorunlarıyla dolu bir dünyada, Sevgililer Günü’nün hiç bir anlamı ve önemi yok. Unutmayın, dünyayı fethetmek istiyorsanız, önce gönüllerden başlayın… Koca imparatorluklar bile yıkıldı, ama gönüllerdeki sevgiler, abideler gibi hala ayakta…

Bu bakımdan, bütün insanlığa, yılda 365 gün yaşanan ve ömre bedel sevgilerin ve dostlukların varolduğu, işadamı, satıcı, komisyoncu, paralı asker, politikacı ve yobaz dinadamından arınmış, daha fazla Mevlana ve Yunus gibi ÖNCE İNSAN’a inanan, değerli şahsiyetlerin yaşadığı bir dünyada, insanlığa layık bir GERÇEK "Sevgi-li-ler Günü" dilerken soruyorum:

"Gel,
Yine Gel !
Ne olursan ol,
Yine Gel !

İster Kâfir ol ,
İster putperestol,
İster Mecusi ,
İstersen yüz kere bozmuş ol tövbeni
Yine gel ! ..."

diye çağıran sese gitmemek niye?

Bir ömür boyu DOSTÇA ve SEVGİYLE kalmanız dileğiyle...

Alp İçöz
Eğitimci Yazar ve Şair

Copyright©ALP ICOZ 2005-2007

JOURNALTA
The Journal of Turkish Americans

****** YUNUS EMRE'den

İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan kişi misali taşa benzer

Taş gönülde ne biter dilinde ağu tüter
Nice yumşak söylese sözü savaşa benzer

Aşkı var gönlü yanar yumşanır muma döner
Tas gönüller kararmış sarp katı kışa benzer

Ol sultan kapısında hazreti tapısında
Aşıkların yıdızı her dem çavuşa benzer

Geç Yunus endişeden gerekse bu pişeden
Ere aşk gerek evvel ondan dervişe benzer....

MEVLANA'dan

Gitme İstemem

Demek sen böyle salına salına bensiz gidiyorsun ey canımın canı.
Ey, dostlarının canına can katan,
Gül bahçesine böyle bensiz gitme istemem.

İstemem, ey gökkubbe, bensiz dönme
İstemem, ey ay, bensiz doğma.
İstemem, ey yeryüzü, bensiz durma
Bensiz geçme, ey zaman, istemem.

Sen benimle beraberken
Hem bu dünya güzel bana, hem o dünya güzel.
İstemem, bensiz kalma bu dünyada sen,
O dünyaya bensiz gitme, istemem.

İstemem, ey dizgin, bensiz at sürme.
İstemem, ey dil, bensiz okuma.
İstemem, ey göz, bensiz görme.
Bensiz uçup gitme, ey ruh, istemem.

Senin aydınlığındır aya ışığını veren geceleyin.
Ben bir geceyim, sen bir aysın madem,
Gökyüzünde bensiz gitme, istemem.

Gül sayesinde yanmaktan kurtulan dikene bak bir.
Sen gülsün, bense senin dikeninim madem,
Gül bahçesine bensiz gitme, istemem.

Senin gözün bende iken
Ben senin çevganın önündeyimdir.
Ne olur, öylece bak dur bana,
Bırakıp gitme beni, istemem.

O güzelle berabersen, sen ey neşe,
İstemem, sakın içme bensiz.
Hünkarın damına çıkarsan, ey bekçi,
Sakın bensiz çıkma, istemem

Bir şey yoksa bu yolda senden,
Bitik bu yola düş enlerin hali.
Ben senin izindeyim, ey izi görünmez dost,
Bensiz gitme, istemem.

Ne yazık bu yola bilmeden, rasgele girene!
Sen ey, gideceğim yolu bilen,
Sen ey yolumun ışığı, sen ey benim değneğim,
Bensiz gitme, istemem.

Onlar sadece aşk diyorlar sana,
Oysa aşk sultanı mısın sen benim.
Ey, hiç kimsenin düşüne sığmayan dost,
Bensiz gitme, istemem.

Mevlana Celaleddin Rumi

 
Toplam blog
: 52
: 1767
Kayıt tarihi
: 11.11.06
 
 

"İnsan, aslinda gönül gözüyle görmeli dünyayı. Herşey, o iç dünyanin merkez olduğu kişiliğine şek..