Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Aralık '18

 
Kategori
Deneme
 

Sevilme İhtiyacı

Hepimiz çok iyi biliyoruz ki yemek, içmek, giyinmek, barınmak, nefes alıp vermek gibi temel maddi ihtiyaçlarımız yanında ve dışında, en az onlar kadar önemli sevme, sevilme, çevresindeki insanlarca benimsenme ve değer verilme ihtiyaçlarımız da vardır.

Epeyce yaşlanmış bir insan olarak geçmişe baktığımda bir insan için sevilme ihtiyacının ne denli önemli ve vazgeçilmez olduğunu gösteren sayısız örnek canlanıyor belleğimde. Sevdiğiniz ve değer verdiğiniz insanlarca  sevildiğinizi, düşünüldüğünüzü, sizin için endişe edildiğini, olası tehlikelerden esirgendiğinizi, kişiliğinize ve yaptığınız işe değer verildiğini bilmek kadar, insanı mutlu eden,  size yaşama sevinci, erinç ve huzur veren bir başka duygu düşünemiyorum.  Ayrıca bu duyguyu doyasıya yaşayıp tadan kişi,  kendisi ile de barışıktır. Barışıktır çünkü başkalarınca sevilen ve kendisine değer verilen insan,  kendisini değerli ve sevgiye  layık hisseder.

Sevilmenin birey için değerini ve olağanüstü önemini çok çarpıcı biçimde ortaya koyan ve şu anda belleğime hücum eden  çok sayıda örnekten birkaç tanesini sizlerle de paylaşmak isterim:

Dokuz on yıl önce Maltepe Sahili'nde - ki o zaman henüz deniz ikinci kez doldurularak katledilmemiş, o büyük meydan henüz yapılmamış ve deniz henüz bizden uzaklaştırılmamıştı- sabah yürüyüşlerine çıkardık. Karşıda Prens Adaları, denizde batıp çıkan karabataklar. çığlık çığlığa martılar, kimi zaman havaya zıplayan balıklar ve hatta bazen bir çift yunusun geçtiği olurdu. Yürüyüş yolu ile denizi dolduran iri kayalar arasına  70-80 santimetrelik bir duvar çekilmişti. İşte bu duvara sanırım bir genç lumpen püskürtme kırmızı boyayla şu tümceyi yazmıştı:

“Bir sevenim olsaydı, böyle serseri olmazdım.”

Bu söz uzun süre orada kaldı ve ben o sözü her gördüğümde Yunus’un şu dörtlüğünü  anımsadım:

Bir seveni olsun yeter 
 Çözülür dili Yunus’un
 Dost ister muhabbet ister 
 Yüreği deli Yunus’un.” 

Bence insanın sevilmeye olan müthiş ihtiyacını bu denli açık ve yalın, bu denli insanın içini acıtan bir biçimde ortaya koyan bu sözlerin benzerleri çok az bulunur.

Yarım asırlık kadim dostum ve yiğit yoldaşım Selami’nin beş altı yıl önce Bursa'da kalp krizi geçirdiğini öğrenince çok üzülmüş ve eşime şunu söylemiştim:  “Selami kaybedersem, ben buralarda duramam.  Her şeyi bırakıp Ören’i terk ederim. Ben, özellikle Selami burada diye Ören'e yerleşmek istedim.” Eşim Melek,  bu sözlerimi Tanya’ya,  Tanya da eşi Selami’ye aktarmış. Bu sözlevrim, Selami’yi öylesine mutlu etmiş ki sözle tarifi imkansız.  Üstelik de ameliyat öncesi Azrail’le köşe kapmaca oynadığı günlerdi o günler.

Tokat İlköğretmen Okulu’nda karıkoca iki devrimci öğretmenim vard; yıllarca gönül bağımız hep sürdü. Eşim, onların gelini, kızım onların manevi torunuydu. 12 Eylül darbesinden sonra yıllar süren kaçaklık dönemimde düşmana İnat içeriye düşmemeye başardık ama, çok büyük sıkıntılar da çektik elbette.  Sevgili öğretmenlerim emekli olduktan sonra Bursa'ya yerleşmişler.  O sıkıntılı günlerde (1984 yılının soğuk bir kış akşamı) bana ulaşamadıkları, yardımcı olamadıkları için üzülmüşler ne karşılıklı oturup  benim için gözyaşı dökmüşler. Bu haber bana ulaşınca bilemezsiniz, ne çok sevinmiş  ne çok duygulanmıştım.

Kızım Pınar’ı özleyip de sesini duymak için ne zaman telefonla aramışsam; ikinci heceyi vurgulayıp uzatarak öyle bir “babaacığım!” deyişi vardır ki ve sınırsız sevgisini sesine öylesine yüklemeyi başarıyor ki; yeryüzündeki hiçbir şey bu kadar değerli, bu kadar güzel, bu kadar mutluluk verici ve sağaltıcı değildir.

Geçenlerde genç bir arkadaş, “Bizim oralarda ‘Seni seviyorum.’ denmez; sevdiğimiz insana ‘Gurban olduğum.’ deriz.” demişti. İçten ve derinden seven bir insan,  sesine, yüzüne, bakışlarına davranışlarına bu sevgisini katmayı en doğal biçimde başarıyor. Bu içtenlik yoksa şimdiki gençlerin kız ya da erkek arkadaşlarına veya eşlerine -hatta annelerin çocuklarına- yerli yersiz ve sık sık söyledikleri “aşkım” sözcüğü kalp para gibi yerlerde sürünüyor.

Bir anı da 65 yıl öncesinden: Henüz beş altı yaşlarında bir çocuktum.  Dedem, görevi gereği nahiye merkezindeydi.  Biz ise yaylaya göçmüştük. Yaylamız yemyeşil Canik Dağları'nın güney yamaçlarındaydı. Bir gün yayladan kaçtım ve  yolumun üzerindeki sık korudan geçerken çok korkarak ve çok yorularak köye ulaşmayı başardım. Dedem beni görünce çok şaşırdı. “ Şimdi anan seni bulamayınca deli olmuştur; niye kaçtın yayladan oğlum?” dedi.  Başımı kaldırıp dedemin yüzüne bakarak “Seni çok özledim;  seni göresim geldi Dede.” dedim.”  Aradan bunca yıl geçti; dedemin o anda yüzünde beliren sevinç ifadesi, gözlerindeki ışıltı, başımı göğsüne bastırması bugünkü gibi gözümün önünde... Dedemin bu denli sevinmesi, bu kadar çok mutlu olması bana çok tatlı, çok da şaşırtıcı gelmişti.  Meğer yaşlı başlı ve ak sakallı dedelerin de sevilmeye -özellikle de torunları tarafından sevilmeye ne çok ihtiyaçları varmış.

·        Kalabalık bir ailenin ilk torunuydum. Babam, dedemin yanında beni hiç kucağına alıp sevmedi, hiç başımı okşamadı. (Anadolu’da nedense insanlarımız duygularını apaçık söylemekten kaçınırlar; kırık dökük tümcelerle söylerken de gözlerini kaçırıp garip bir  utangaçlık içindedirler.) Okulla başladıktan sonra da babamın beni ne ölçüde sevdiğini, hatta sevip sevmediğini hep merak ederdim. Benimle övündüğünü ancak başkalarından duyar ve sevinirdim. Ortaokul ikinci sınıftayken tehlikeli bir kaza geçirdim; bir bacağım çukura yuvarlanan bir kayanın altında kalıp ezildi. Beni oradan  kurtarmak için “Oğlum!” diye canhıraş bir bağırmasını, koca kayayı tek başına kaldırışını ve gömleğinin parçalanışını ve derisinin kemiğine kadar sıyrılmasını, çevreden koşup yetişenler… bugün olmuş gibi ayrıntılarıyla anımsıyorum. Çok büyük acı çekmekteydim ama öte yandan da babamın beni ne çok sevdiğini, onun için vazgeçilmez olduğumu görmüştüm ve çok çok sevinmekteydim.

Şu gerçeği de hepimiz biliriz: Sevgisini esirgeyen, sevilmeyi beklemesin; başkalarına değer vermeyen kişiye kimse değer vermez. Kendinden başka kimseyi sevmeyen insan, yalnızlığın cehennemini yaşar. Nazım’ın o ünlü “Karım’ın İstanbul’dan Yazdığı Mektup” şiirinde böyle birini anlatan çok etkileyici bir bölüm vardır:

“…

Bir de Fransız yazarı öldü.
Gazetede okudum.
Adını bile duymamışsındır.
Çok ihtiyardı zaten,
üstelikte egoist,
sinik,
cenabet herifin biri.
Her şeyle alay etmiş ömrü boyunca.
Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş,
bir köpeklerle kedileri,
ama yalnız kendininkileri.
Mülakat vermiş ölmeden bir kaç gün önce.
Ölümü alaya alıyor aklınca.
Ama belli dehşetli de korkuyor.
Resmi de var.
büyükannemizi erkek yap,
tepesine bir takke koy,
işte herif.

Korkunç bir yalnızlık içinde
sıska bir ihtiyar.
O'na da acıdım
Belki büyükannemize benzediğinden,
belki de yalnızlığına.”


Ne var ki her şeyin alınıp satıldığı(metalaştığı) bu kapitalist düzende lekesiz,  iç hesapsız sevgileri yaşayabilmek kolay değildir. Çünkü sevgi aşk dostluk... gibi en güzel en insani ve en soylu değerleri  bu kapitalizmin kahrolası Özel mülkiyet düzeni kirletir.  bu değerler, kapitalizmin kıskacında kirlenir, kavruk ve çarpık gelişir. Örneğin, bu düzen içinde insanlar, birbirini gerçekten seven, birbirine gerçekten aşık olan insanlar evlenmezler; çoğu zaman evler-arabalar-katlar-gözde meslekler-banka hesapları-sosyal güvence garantileri-paraya çevrilmiş gençlik ve güzellikler evlenir.

Bu gayri insani koşullar ortamında iç hesapsız, tertemiz sevgiler yalnızca ve ancak yüce bir hedef uğrunda birlikte mücadele eden, bu düzenin çürümüş bütün değerlerine karşı tam cepheden savaş açan insanlar arasında yaşanabilir ancak.  Sanırım Aragon’a ait ve belleğimde kaldığı kadarıyla şöyle bir söz vardır: Gerçek aşk, karşı karşıya geçip de hayran hayran biribir yüzlerine bakan insanlar arasında değil, aynı yöne bakan insanlar arasında doğar, yeşerir ve kökleşir

Yaşanası özgür bir dünya uğruna mücadele eden insanlar,  aynı zamanda ve daha şimdiden gelecek dünyanın değerlerini, sanatını, ahlakını ve yeni insan karakterini de mücadelenin ateşler içinde üretmektedirler. Kapitalizme ve onun bütün yoz ve çürümüş değerlerine karşı topyekun savaş açan devrimciler; tehlikeleri zerrece umursamadan, tam bir karşılıklı güven, sevgi ve dayanışma içinde birlikte mücadele ederken aynı zamanda en lekesiz sevgileri, en üstün insani değerleri de bu kavga içinde var etmekte ve gelecek  için hazırlamaktadırlar.

Nazım,  “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine.”  derken geleceğiin en özgür, en insani dünyasını tanımlıyor kuşkusuz. Ve bu büyük ozan “Yalnız biz biliriz sevmeyi / Hasret yalnız bizde güzeldir.” dizeleri ile de bence tam da çıkarsız-katıksız-lekesiz sevmeyi ve sevilmeyi işaret ediyordu.

04 Aralık 2018, Ören

 
Toplam blog
: 56
: 599
Kayıt tarihi
: 08.03.11
 
 

1948’de Tokat’ın Reşadiye ilçesine bağlı Bereketli köyünde doğdum. İlkokulu köyümde, ortaokulu Reşad..