Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Haziran '07

 
Kategori
Tarih
 

Seyahatnamelerde Ankara ve Ankara keçisi

Seyahatnamelerde Ankara ve Ankara keçisi
 

Onaltıncı Yüzyıldan Ondokuzuncu Yüzyıla Seyahatnamelerde Ankara Keçisi

Eski Ankara ile ilgili batılı seyyahların kaleme aldığı seyahatnameler söz konusu olduğunda temel başvuru kaynağı olan Semavi Eyice’nin yazdıklarına göre (A. Esat BOZYİĞİT, “ANKARA’DAN UÇAN KUŞLAR” Türk ve Dünya Yazınında Ankara (Seçki-III), Kültür Bakanlığı Yayınları, Kültür Eserleri Dizisi, Ankara, 2002.) 16.YY ile 19.YY arasındaki dört yüz yıllık tarih kesitinde Ankara’yı her bir asırda ele almak mümkün bulunmaktadır. Bu yazıda ise detaylı bilgilerin yer aldığı 16. YY ile 19.YY’la dair seyahatnamelerden seçkilerle birlikte diğer kaynaklara da başvurarak bu iki dönemin Ankara’sı ele alınmaktadır.

Onaltıncı Yüzyıl

16.YY’da Ankara’nın ekonomik örgütlenmesine dair tahrir defterleri ve kadı sicillerine dayanan detaylı çalışmasında Özer Ergenç, bu dönemde önemli ölçüde tarım gereksinimi duyulmayan Ankara’da hemen hemen her türlü eşya, alet ve hizmetin üretildiğini ve gelişmiş bir esnaf teşkilatının var olduğunu söylemekte ve kırk üç farklı esnaf grubu saymaktadır. Bununla birlikte bunların içerisinde “sofçuları” yaptıkları üretimin yerel çevre ile sınırlı kalmayıp dış pazarlar için de üretildiğini belirtmektedir.

Ankara Keçisinden elde edilen tiftik ipliğinin -keçi kılı- sof kumaşı haline gelinceye kadar dört ayrı esnaf grubunun elinden geçtiğini sicillere dayanarak Ergenç bize bildirmektedir. Bunlar sof dokuyucuları, sof boyacıları ve sof perdahçılarıdır. Yine Ergenç’ten devam edersek; üretimin asli bölümünü sof dokuyucuları oluşturmakta, sofçuların büyük kısmı şehrin doğusunda Avancıklar Semtinde –şu anda bu isimle anılan bir yer olmamakla birlikte Bent Deresi civarları olduğu söylenebilir- yerleşmiş olmakla birlikte, çeşitli mahallelerde evlerinde kurulu tezgâhlarında Ankaralıların çoğu bu işle uğraşmaktadır.

Sicillerden çıkarılan ev satışlarına ait zabıtlardan hareketle Ergenç, İmam Yusuf Mahallesi, Kâfir Köyü Mahallesi -günümüzde Ulus Hali ve çevresi (Mehmet TUNÇER “ANKARA (ANGORA) GELENEKSEL KENT MERKEZİ TARİHSEL GELİŞİMİ (15. - 20. YY) Kültür Bakanlığı Yayınları, Kültür Eserleri Dizisi, Ankara, 2001)-, Hatun Mahallesi, Öksüzce Mahallesi –bugünkü Denizciler Caddesi başlangıcı (TUNÇER, a.g.e.)- Ahi Tura Mahallesi, Hacı Murat Mahallesi ve Kalede evlerde 3-5 tezgâhlı kârhanelerin bulunduğunu belirtir. Ayrıca, şehrin civarında İstanos –daha sonra Zir adını alıp ilga olduktan sonra bugünkü Yenikent (http://www.polatli.bel.tr//polatli_tarihi.asp)-, Erkeksu, Miranos gibi köylerde de tarım yapılmayıp sof dokuyuculuğu ile uğraşılmaktadır.

Anlaşıldığı üzere, şehrin dünyada tanınmasını sağlayan bir üne sahip ve yöreye özgü bir tür olan Ankara Keçisine dayalı ekonomik faaliyetler dönemin Ankara’sının geçimini sağlamakta ve refahın önemli bir bölümünü yaratmaktadır.

Ankara ile ilgili bilgilerin yer aldığı 16. YY seyahatnamelerine gelince. Daha önce de belirtildiği gibi bu konudaki temel kaynak olan Semavi EYİCE’nin “Ankara’nın Eski Bir Resmi” isimli kitabında üç adet seyahatnameden bahsedilmektedir. Bunlardan Alman Hans DERNSCHWAM’ a ait olanı oldukça detaylı bilgi içermesi nedeniyle dikkat çekmektedir. Seyyah 1500’lerin başında şöyle bir Ankara fotoğrafı vermektedir:

“Ankara şehrinde, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Türkler bir arada yaşıyorlar. Bizzat gördük .Dokumacı sayısı da çok fazla. Sof yukarıda bahsettiğimiz tiftikten yapılıyor...Boyama ve kaynatma işleri için ayrı ayrı özel aletler kullanılıyor….Bu zanaat sayesinde halk geçimini sağlıyor. Başka zanaat yok.”

Seyyah DERNSCHWAM dönemin sof üretiminde önemli işleve sahip Bent Deresini ise şöyle anlatmaktadır:

“Üzerinde kalesiyle, uzun ve yüksek surları bulunan bu dağın tam karşısında aynı şekilde yüksek bir dağ daha var. Bu dağın üstünde de sur ve kale kalıntıları görülüyor. Burası da vaktiyle bir hisar imiş ve bu kalenin ve aşağıda akan derenin korunması için etrafı tahkim edilmiş. Yukarıda bahsi geçen ve birinin üzerinde kale, diğerinde de sur kalıntıları bulunan iki dağın arasından oldukça büyük bir dere sert ve hızlı akıyor. Bu derenin üzerinde ve her iki dağın eteğinde birinden diğerine geçebilmek için iri kare taşlardan yüksekçe çok sağlam yapılmış müstahkem bir derbent (geçit) var. Bu geçidin üzerinde üç kule bulunmakta. En alttaki kulenin altından şimdi dere akıyor. Bunun üstünde sağda ve solda iki kule daha var. Bu kuleler çalışmıyor, boş. Kulelerin üstünde geniş bir su kanalı görülmekte. İhtiyaç duyulduğunda kuleleri kapatıyorlar. Bu suyun adı Benteresi (Bentderesi) dir. Derenin üzerinde birkaç köprü var. Sof dokuyucular dokudukları soflar bu derede sabunla yıkayıp, düz taşlar üzerinde ayakları ile çiğniyorlar. Burada kayaların altından temiz bir su kaynıyor ve taş bir yalak içine doluyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz su yolunun üzerinde birbirine bakan yetmiş iki aslan heykeli var.”(*)

(*) Aynı aslanlardan olup olmadıklarını bilemiyorum ancak çocukluğumda Gençlik Parkı’nın Ulus tarafındaki kapısına bakan tarafında, şimdiki Cumhuriyet Bulvarını (Bulvar Palas’ın önünden geçen eski İstasyon Caddesi) ayıran kaldırım üzerinde, silueti aşınsa da zamana yenik düşmemiş iki adet taştan aslan heykeline ata biner gibi binmekten çok keyif aldığımı hatırlıyorum.

Avusturyalı seyyah Ogier Ghiselin De BUSBECG ise yazdıklarının Ankara ile ilgili bölümünde yer verdiği Ankara Keçisi’ne dair şunları kaydetmiştir:

“Türklerin pek meşhur keçilerini de gördük. Tüyleri gayet ince ve bembeyazdır. Bu tüylerden Camlet denilen bir cins kumaş dokunur. Yerlere kadar sarkan bu tüyleri çobanlar hiç kesmezler, tararlar. İpek kadar güzel ve değerlidir bu tüyler. Böyle oluşu, hayvanların yedikleri kekik, kuru ot gibi şeylerden ileri geliyordur herhalde. Çünkü başka taraflarda otlatıldığı zaman yedikleri şeyler değişen keçilerin tüyleri o güzelliğini kaybediyordu. Bu keçilerin tüylerinden köylü kadıların yaptıkları iplikler Ankara’ya gönderilip orada özel surette dokunuyor.”

Ondokuzuncu Yüzyıl

19 YY’la geldiğimizde ise Ankara şehrinin genel ekonomik durumuna dair manzarayı Francois Georgean şu şekilde saptamaktadır(Paul DUMONT, Francois GEORGEON, “MODERNLEŞME SÜRECİNDE OSMANLI KENTLERİ”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1996.):

“Kent çevresinde tarım alanları oldukça sınırlıydı. Bakımsız araziler ve bataklıklar çok yer kaplıyordu. Ayrıca birçok alan hayvan sürülerinin güzergâhıydı, çünkü Ankara vilayetinin doğu kesiminde 19.YY sonlarına doğru göçer aşiretler varlıklarını sürdürmüştü. Sınırlı araziler ve her zaman elverişli olmayan iklim koşulları nedeniyle Ankara çevresindeki tarım büyük bir artı değer üretmiyordu……Kentin başlıca uğraşı ticaretti…. O sırada kentte 1584 dükkân ve 20 han vardı. Hanlardan dördü büyüktü: Kurşunlu Han, Urgancılar Hanı, Zağferan Han ve Çengel Han (restore edilmiş olup halen Rahmi Koç Sanayi Müzesi olarak faaliyet göstermekte). İçlerinden bazıları, örneğin Pirinç Han (günümüzde de canlılığını korumaktadır) 18.YY’da yapılmıştı. Ankara’yı Anadolu’nun geri kalanına bağlayan kervan yolları da ticari işlevinin önemini kanıtlamaktadır. Ulaşım genellikle deve, katır ya da at sırtında yapılıyor, yollar bozuk olduğu için araba daha az kullanılıyordu. Kervanlar İzmir ve Ege’ye 20, Bursa’ya 10, İstanbul’a 12 ya da 13 ve Karadeniz’in kıyısındaki Sinop’a 10 ya da 12 günde ulaşıyordu.

Aynı kaynakta, Ankara Keçisi’ne dair şunlar kaydedilmektedir:

“Yörenin önde gelen uğraşı, adını kentten alan “angora” keçisinin geliştirilmesi ve bu keçilerden elde edilen tiftiğin işlenmesiydi. Ankara keçisi antik çağdan beri bölgede var mıydı, yoksa 13.yüzyılda doğudan gelen Selçuklular tarafından mı getirilmişti? Kesin olan nokta, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan başlayarak, Ankara’nın başlıca servetini oluşturduğudur… Yüzyılın başında yün işi kent ekonomisinde halâ çok önemliydi… Ama 16. yüzyıldaki altın çağa oranla belli bir düşüş söz konusuydu ”

Bununla birlikte tiftik ve sof üretiminde asıl gerilemenin 1838 Osmanlı-İngiliz ticaret anlaşmasını (Balta Limanı Antlaşması) takip eden yıllarda gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Bu ülkeden ithalatın ve buraya ihracatın serbest kalması iki taraflı etki yaratmıştır. Öncelikle İngiltere’den yoğun pamuklu ve yünlü kumaş ithali gerçekleşmiş, buna karşılık da bu ülkeye yoğun ham yün satışı başlamıştır. Bu gelişme Ankara’nın tiftik ve sof üretimine dayanan ekonomisini temelden etkilemiş ve sof üretimi dış rekabet karşısında gerilemiştir. Buna karşılık İngiltere’ye yönelik ham yün ihracında da sıçramaya yol açmıştır. İlk bakışta bu açılma yararlı gibi görünse de Ankara keçisinin yöreye uyumundan kaynaklanan özgünlüğünün Ankara’ya sağladığı üstünlük kalıcı olmayacaktır.

Bu dönemde Ankara keçisinin yününe yurt dışında atfedilen değeri göstermesi açısından iki belge dikkat çekicidir. Özellikle Avrupa’da ticarete konu olan ve türü ipek-kaşmir (Hindistan’daki Kaşmir Eyaletinden adını alan) olarak adlandırılan Ankara Keçisinin kendisine ün kazandıran özelliklerini 1844 tarihli “Dokumacılık Sanatı” isimli bir kaynakta rastlıyoruz.(Clinton G. GILROY, “The Art of Weawing by Hand and by Power”, s.268, NewYork, 1844.)

Söz konusu kaynakta Güney Galler’den bir ipek taciri Ankara Keçisini ”... olağanüstü ipeksi tüylere sahip, bol uzun tüylü karakterinde ancak çok yumuşak alt tüyleri olan bir hayvan” olarak tanımlamaktadır. Aynı kaynakta bu ürünün saf kaşmir ile karışımının da çok başarılı olduğu vurgulanmaktadır.

19. YY’la dair bir başka kaynak olan 1853 İrlanda Sanayi Fuarı Kataloğunda(The Irish Industrial Exhibition of 1853: A Detailed Catalogue of Its Contents, s.304-307) ise Ankara Keçisine Tabaklanmış Koyun Derisi ve Kilimler başlığı altında yer verilmektedir. Aynı grupta sıralanan diğer koyun derileri kapı önü ve araba içi sergisi olarak kullanılırken, Ankara Keçisinin derisinin tüyleri korunmuş olarak, sabahlık, terlik benzeri eşyaların dikiminde kullanıldığı vurgulanmaktadır.

Yünü tiftik olarak anılan ve uluslararası literatüre mohair olarak geçen Ankara Keçisi’nin önceki başarısız deneyimlerden sonra önce Güney Afrika’da, 19.YY başlarından itibaren de Avrupa’da yetiştirilmesi mümkün olabilmiştir. Yukarıda değinilen kaynakta buna dair bir anlatıdan aktarım yapmak yerinde olacaktır:

“1822’de Fransız Hükümetinin koruması ve desteği ile Fransa’ya ………….tarafından ithal edilen saf kaşmirler ile çaprazlanarak yeni bir nesil Ankara Keçisinin üretimi ……….tarafından başarılmış, daha sonra 1829’da ise ilk kez saf ırkın Ankara’dan Fransa’ya getirilmesi sağlanmıştır.

Başlangıçta mamul niteliğindeki sof üretimindeki gerileme giderek mamul yün üretimine de sıçramış, bu durum 19.YY seyahatnamelerinde de yer bulmuştur. Yine Semavi Eyice’den alındığı üzere(A. Esat BOZYİĞİT, a.g.e.), bu dramatik gerileme bir Alman subayı da olan Kanneberg’den şu şekilde aktarılmaktadır:

“Ticaretin hemen hemen yok olduğunu, 1812’de bin adet tezgahın çalıştığını, bu yünleri evvelce işleyen mükellef bir endüstri olduğunu, bunlarda onbin kadar işçi çalışırken elli yıldır bu sanayiin tamamen söndüğünü ve Avrupa makine tekniği karşısında Ankara’da bu sanayiin tamamen yok olduğunu ifade etmektedir. Şimdi yani 1897’de, bu malzeme ham olarak, Ankara’da hiçbir muameleye tabi tutulmaksızın ve yalnız Ermeniler tarafından –Türk tüccar tamamen ortadan çekilmiştir- direkt olarak İstanbul’a yollanmakta, İstanbul’da bütün muamelesi yıkanma dahil yapıldıktan sonra oradan Fransa (bilhassa Roubaix’ye) ve İngiltere’ye sevk edilmektedir. Birbuçuk milyon kilo kadar dışarı yollanmaktadır. Ankara’da mahalle aralarında tek tük el tezgahları kalmıştır. Bunlarla pek sınırlı olarak iş görülmektedir. ”

Bu konuda görüş belirten Fransız Vital CUINET de benzer saptamalarda bulunmaktadır(A. Esat BOZYİĞİT, a.g.e.)

“…tiftik keçisi artık o hale geldi ki satılamadığından kasaplık olmuştur. İstanbul’a da her yıl kesilmek üzere tiftik keçisi gönderilmektedir. Bir devirde tüyleri kırkılmayıp taranırken bu zavallı hayvanlar artık doğrudan doğruya etinden istifade edilir ve kesim hayvanı haline almış oluyor… Malın direkt dışarı ihracı yerli endüstriyi yıkmıştır.

Cuinet’in verdiği rakamlara göre Ankara’da yüzyılın başlarında kırk – elli bin insan barınırken bu sayı 27.825 e gerilemiştir. Bunlardan 17.992’si Müslüman, 1.565’ i Rum, 2.704’ ü Gregoryen – Ermeni, 5.042’si Katolik Ermeni, 109’u Protestan Ermeni ve 413’ü Yahudidir(A. Esat BOZYİĞİT, a.g.e.)

Bu konuda yazan bir başka yazar da D. ARSLANIAN’dır. Ona göre 1893’te Ankara merkez kazasının nufusu 26.105’dir. Bunun 16.970’i Müslümandır. Ayrıca 825 Gregoryen, 5.551 Katolik ve 13 Protestan Ermeni ile 2.333 Rum ve 413 Yahudi bulunmaktadır. Arslanian, devlet tiftik keçisinin dışarı çıkarılmasını yasaklayarak bir çiftlik kurduğunu, bu çiftliğin temel atma töreni de 6 Mayıs 1895 tarihinde yapıldığını belirtmektedir. Ancak Ankara’da demiryolunun yapılmasına rağmen endüstri hızla ölmektedir. Arslanian’a göre şehrin durumu kervan döneminde çok daha iyidir(*).

Yine aynı kaynaktan devam edersek; diğer bir Alman subayı olan ve Anadolu’yu birkaç kez dolaşan kurmay binbaşı Walther von DIGEST 23 Mayıs 1896’da uğradığı Ankara’nın görünüşü hakkında hiçbir bilgi vermeksizin tiftik keçilerini anlatmaktadır.

“ O’nun görüşüne göre İngiliz rekabeti Ankara’da keçinin sağladığı kazancı çok azaltmıştır. Otuz yıl önce bir okka tiftik 60 kuruşa satılırken, 1892’de bu 9 kuruşa düşmüş ise de şimdi (yani 1896) 18 kuruşa kadar yükselmiştir. Bu fiyat düşüşünde en büyük rolü, tiftik keçilerinin canlı olarak Ümitburnu’na yollanması oynamıştır. Osmanlı Devleti bunun tehlikesini anlayarak canlı tiftik ihracını yasak edecek olmuş ise de bu defa da İngiliz elçisi diplomatik yollarla bunun karşısına çıkmıştır. Yine ihracatın başlaması üzerine Türk sürü sahipleri canlı tiftik satmamayı denemişlerdir. Fakat ödenen yüksek para karşısında da bu önleme de bir fayda sağlamayacaktır.”

Oysa 18. YY başlarında tamamen farklı bir Ankara manzarası gözlenmektedir. 22 Ekim 1701 tarihinde Ankara’ya gelen Fransız seyyah Pitton de TOURNEFORT “…Doğu’nun bütün şehirlerinden en fazla burayı sevmiştir. Ona göre şehrin nufusunun kırkbin kadarı Türk dörtbin-beşbin kadarı Ermeni ve altıyüz kadarı Rumdur. Tournefort Ankara Keçisi için ise şunları kaydetmektedir:

“Dünyanın en güzel keçileri Ankara çevresinde yetiştirilmektedir….Bu memleketin halkı ekmeğini bundan kazandığından, keçilerin yününün çüğ olarak dışarı çıkarılması yasaktır. Yapağının okkası 4’ten 12-15 Liraya kadar satılmakta hatta 20-25 ecus’lükler (Fransız Lirası) dahi bulunmaktadır. Bunlar Saray’a mahsus olanlardır. Kısacası bu tiftikler Ankaranın refah sebebidir.” (A. Esat BOZYİĞİT, a.g.e.)

Manzaraya katkı sağlamak için son bir sehatname alııntısı daha yapalım. Yüzyılın ünlü oryantalistlerinden, İstanbul’da da görev yapmış olan Alman Dr. Andreas David MORDTMANN, 1859 yılınının Ekim ayında refah döneminin sonlarının yaşandığı ve “Anadolu’nun incisi” olarak nitelediği Ankara’daki vali paşayı görmeye gittiği konağın önünde şöyle bir gözlemde bulunmaktadır:

“…konağın önü rediflerle doludur. İzdiham yüzünden konağa yaklaşmak mümkün değildir. Bir tarafta redif askerleri silahlarını teslim ederek terhis olmakta, bir tarafta ise yakınları onları beklemektedir.

Bu yazıda, seyahatnamelerden yararlanarak 16.YY ile 19.YY’lardaki Ankara’nın halini aktarmaya çalıştım. Aslında iki farklı Ankara demek daha doğru olur sanırım. Bunu yaparken şehirin adı ile de adeta özdeşleşmiş olan Ankara Keçisi baş rol oynadı. Son söz olarak bir yorum yapmaya ise gerek duymadım. Başka söze gerek olmadığından!

23 NİSAN 2007

Hakan KİLDOKUM

ANKARA

 
Toplam blog
: 129
: 1104
Kayıt tarihi
: 12.06.06
 
 

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F mezunuyum. Yüksek Lisans diplomalarımı G.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü'nd..