Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Eylül '07

 
Kategori
Anılar
 

Sezen Aksu'nun dediği gibi

Sezen Aksu'nun dediği gibi
 

Önce bacalardan incecik dumanlar çıkmaya başlardı, havada hala güneşin kızıllğı olurdu, yavaş yavaş akşam olurken. Şimdi top sesini bekleme zamanıydı ya da küçük caminin, güdük minaresine hocanın çıkıp ezan okumasını bekleme zamanı.
Ben çocukken kışa gelirdi ramazanlar. Annem güneş batmadan sobanın için hazırlardı, gümüş rengi soba boyasıyla boyanmış sobaya önce kalın, sonra ince odunları, en öne de çıra ve kozalakları koyardı. Güneş batınca, hemen tutuştururdu çıraları. Önceden yoğrulup hazırlanmış hamurdan bezeleri yapar, sobanın üstünde bazlamaları yapmaya başlardı. Ben de gaz lambasını yakar, yer sofrasını hazırladım.

Önce ve mutlaka çorbamız olurdu genellikle annemin yazdan yapmış olduğu tarhana çorbasından yerdik. Sonra da Allah ne verdiyse artık ama mutlaka sıcak bir yemeğimiz olurdu. Kahvaltı yapmazdık iftarda, kahvaltı en çok sahurda yenirdi. Sahur için ikinci yemeğimiz bulgur pilavı ve hoşaf olurdu ya da tahinli şekerli katmerle, çay.

Kocaman Berec marka pilli radyomuz duvardaki yerinde mutlaka açık olurdu. İftardan önce saz eserleri çalınır, iftar yaklaşınca da "iftar duası" okunurdu "Allah'ım, senin rızan için oruç tuttum, yine senin rızanla orucumu açıyorum..." diye başlayan dua.

Top atılır, biz de sıcak bazlama ve bahçemizin zeytiniyle orucumuzu açardık.
Yanaklarımız pembe pembe, içimiz huzur ve inanç dolu, dualarla Allah'a şükrederdik. Mutluluk, belki de farkında olmadığımız ama içimizi sevinçle dolduran bir duyguydu.

Bir balıkçı kasabasıydı çocukluğumun geçtiği yer. Herkesin küçük evleri, küçük bahçeleri, küçük hayalleri vardı. Kimsenin aşırı bir beklentisi yoktu yaşamdan. Herkes, her şeyi olduğu gibi kabullenir ve şükrederdi. Günler, dingin ama neşeli geçerdi.

Akşam oturmalarına gidilir, sohbetler edilir, geçmiş olaylar, öyküler anlatılırdı. Biz çocuklar biraz aramızda oynar, sonra uyuklamaya başlardık. En zoru, uyuya uyuya eve gitmekti.

Para, zenginlik, bir şeyler alıp satmak hiç ama hiç konuşulmazdı ne evimizde, ne de komşularla.

Elektrik yoktu, onun için elektrikli aletler de yoktu evlerimizde. Genellikle tek oda ve mutfaktan oluşan evlerimizde, yerde eski elbiselerimizden kesilerek yapılmış, el dokuması bir kilim ve incecik minderler olurdu. Akşam yatacağımız yer yatakları yüklükte dururdu, gece yere açılır, sabah toplanırdı bu yataklar.
Bir iki bakır tencere, bir iki bakır tabak, kalın çay bardakları, tahta kaşıklar, bir testi, bir bakır tas, belki bir de cam su bardağından oluşurdu mutfak eşyalarımız. Hepimiz aynı tabaktan yer, aynı tastan su içerdik.

Ramazan da, durumu biraz daha iyi olanlar, yani maaş alabilen ya da tarlası biraz fazlaca olan fitre verirdi daha yoksul olanlara. Annem çoğu zaman zorlanırdı fitre verecek birisini bulmakta. Aldığı dul-yetim maaşından ayırdığı o üç kuruşu verecek pek kimse olmazdı. Çünkü bize göre, anlattığım eve ve eşyalara sahip olan kimse yoksul sayılmazdı!

Bir lokma yiyeceği, üstüne giyeceği soluk da olsa, yazlık bir basma elbisesi (yamalı da olabilir), kışlık bir pazen, elde örülmüş, ceviz kabuğuyla boyanmış bir yün hırkası varsa, kimse yoksul sayılmazdı. Bu durumda, hiç kimsenin aşırı hırsları yoktu, onun için ne kavga olurdu, ne dargınlık, ne hırsızlık olurdu, ne dolandırıcılık.

Sadece düğünlerde balıkla birlikte ikram edilen rakıyı içmeye alışık olmadıkları için, sarhoş olup kavga çıkaranlar olurdu.

Bir kavga konusu şuydu örneğin: Ceylan sevdiği kıza yan gözle bakan Durali'nin başından hiç eksik etmediği, mevsime göre mutlaka taktığı çiçeğine sövmüştü sarhoş olunca...

O zaman, "iftar çadırları" yoktu, yoksul olduklarının farkında bile olmayan o gözü, gönlü tok onurlu insanlar, öyle bir çadır olsaydı da oraya iftara gitmezlerdi bence, utanırlardı.

Evlerinde kuru ekmeği suya batırıp yemeyi tercih ederlerdi. Oylarını da kendilerini sadakaya muhtaç edenlere değil, kimi beğenir, kime saygı duyarlarsa ona veririlerdi. Atatürk'e değil dil uzatmak, her fırsatta rahmetle anmak vardı. Vatan için ölmenin, askerlik yapmanın en büyük şeref olduğu söylenirdi. Kahvelerdeki radyolarda ajans hiç kaçırılmaz, hangi partinin ne yaptığından haberdar olunur, tercihler ona göre yapılırdı. Ara sıra ele geçen Hürriyet gazetesinin tarafsız yazıları dip bucak okunur, yorumlar yapılırdı...

SEVGİLİ SEZEN AKSU'NUN DEDİĞİ GİBİ; "ESKİDENDİ, ÇOOOOK ESKİDEN"...

 
Toplam blog
: 98
: 742
Kayıt tarihi
: 24.06.06
 
 

Okuyan, gözlemleyen, yorumlayan, öğrenmeye ve öğrendiklerini uygulamaya çalışan; doğayı, insanları, ..