Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ekim '13

 
Kategori
Sosyoloji
 

Şiddet

Şiddet
 

Evde şiddet, okulda şiddet, işyerinde şiddet, sokakta şiddet, statda şiddet, mecliste şiddet. Peki, ama bu kadar şiddetin nedeni ne? “Aklın bittiği yerde şiddet başlar” diye duymuştum bir yerlerden. İlk bakışta, “evet çok doğru bir söz” diyecek gibi oluyorum, fakat sonradan aklıma başka başka nedenler; türlü türlü sorular geliyor. Velhasıl, sonunda karar veriyorum: “Aklın bittiği yerde şidet başlar” sözü tek başına şiddeti açıklamıyor. Her şeyden önce şiddetin biyolojik, psikolojik, sosyolojik temelleri olması gerektiğini düşünmeye başlıyorum. Bazı toplumlarda şiddet olgusu daha fazla görülmekteyken, bazı toplumlarda daha az görülmektedir. Neden? Diye soruyorum kendime. Yaşadıklarımdan ve yaşanmışlıklardan bir sonuç çıkarmaya çalışyorum. Sonunda, şiddete daha fazla başvuran toplumlardan birisinin üyesi olduğuma dair bir inanç yerleşiyor içime.

Bu topraklarda yaşayan herkes yaşamının en az bir döneminde şiddetin yakıcılığını yüreğinde, yıkıcılığını beyninde şiddetli bir şekilde hissetmiş, onun bıraktığı kalıcı hasarlarla yaşamaya devam etmiştir. Şiddet, birçoğumuzu okulda, bazılarımızı sokakta bulmuştur. Delikanlılık çağındaki erkeklerin neredeyse tamamı asker ocağında şiddete maruz kalmıştır. Şiddetin şurada veya burada olmasından daha önemli bir şey var: Şiddetle iç içe yaşıyor olmamız ve onunla büyümemiz, bir şiddet sarmalının ortasında bulunmamız... Aslında bundan daha da kötü olan bir şey var: O da şiddettin bir virüs gibi toplumun tüm kesimlerine hızla yayılıyor olması. Örneğin kadına şiddet, aldı başını gidiyor. Neredeyse kanıksandı. Üzerinde en fazla konuşulan, tartışılan, haberi en çok yapılan konulardan bir tanesidir, kadına yönelik şiddet. Kadınların maruz kaldığı şiddeti inkar etmeye ne kimsenin gücü, ne de kimsenin vicdanı yeter. Ne var ki şiddet konusunda kadınlar yalnız değil. Çocuklar var örneğin. Belki tuhaf gelecek ama, kadınlar kadar olmasa da erkekler de  şiddet sarmalının içinde.

Şiddet, kesinlikle bir davranış bozukluğu. Bunun tartışılacak hiçbir tarafı yok. Ancak bu davranış bozukluğunun kökeni nedir? İşte üzerinde durulması gereken nokta burası. İnsan davranışlarının neredeyse tamamı öğrenilmiş davranıştır. Bu anlamda şiddet içeren davranışların da öğrenilmiş davranış olarak ele alınması doğru bir yaklaşım olacaktır.

Şiddet olgusunu kültür temelinde ele aldığımızda kültürümüzün şiddeti kutsandığını görüyoruz. Şiddeti besleyen, ona değer atfeden kültürel dinamiklerimiz oldukça fazla. Atasözleri, deyimler,fıkralar, inanç biçimleri vb. bir toplumun kültür kodlarıdır. Bu kültür kodları bir toplumun bilinçaltına dair ipuçları verir. Örneğin orta yaşlı  insanlarımızın neredeyse  tamamı Ziya Paşa’nın Terkibi Bent’inden şu beyiti ezbere okur. “Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” Oysa bu insanların önemli bir kısmı başka hiçbir şiirden bir dizeyi ezbere okuyamaz. Bir başka örnek…Dayak cennetten çıkmadır, sözü ağzımızdan öyle inanarak, öyle içten ve bilmiş bir şekilde çıkar ki, sonunda dayak atmayan cennete giremezmiş gibi bir algı oluşur.  Sanırsınız bu  bir ayet veya hadistir.  Bizim kültürümüzde dayak yemek, dayak atmak normal bir davranış olarak algılanmış yüzyıllardır. Dayağı sıradanlaştırmanın bir örneği olan şu savunmayı duymayanımız var mıdır? “Canım altı üstü iki tokat attık, falakaya yatırmadık ya. Görüyorsunuz işte,  ”Falakaya yatırmak, falakadan geçirmek diye deyimlerimiz var. Nasıl olmasın ki falaka diye bize özgü bir dayak aletimiz var.  Bu noktada kadına yönelik şiddetin  sözlü kültürümüzdeki karşılıklarını da hatırlamaya çalışalım. “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.”  Erkeklerin bazıları gerine gerine, bıyıklarını bura bura ve de ağızlarını yaya yaya bu özlü(!) sözü kullanmaktan büyük bir haz alırlar.  Normaldir. Evde babasından, okulda öğretmeninden, askerde komutanından, çıraklığa gitmişse ustasından dayak yiyen erkek için  dayağın anormal bir tarafı kalmıyor. Dayak, günlük yaşamın sıradan, görmezden gelinen unsurlarından birisine dönüşüyor.

Erkekler, şiddet olgusunun her iki tarafında yer alıyor. Hem şiddet uyguluyor, hem de şiddete maruz kalıyor. Meseala siz, hiç satın alma müdürünü döven patron duydunuz mu? Ben duydum. Yani koskaca bir şirketin müdürü patrondan dayak yiyor. Teknik direktörden dayak yiyen süper lig futbolcusu görmedik demeyin sakın. Bütün ulusal kanallar ana haber bültenlerinde defalarca göstermişti. Memur döven müdürleri hem görmüşüz hem de duymuşuzdur. İnsanımız bu durumu da çok rahat ve olağan bir şekilde açıklama buluyor:“Gücü, gücü yetene”…

Şiddet dürtüsüyle dünyaya gelen bir insan, eğer bir de bizim gibi şiddetin kutsandığı topraklarda yaşıyorsa içindeki şiddete nasıl dur diyecek? Bu, ne ölçüde mümkün olacak? Üstüne üstlük bir de insanoğlu Kültürel Dünyayı var ettiğinden beri güce sahip olmayı,  onu elinde tutmayı birinci öncelik olarak öğrenmişse şiddete dur demek o kadar kolay olmayacaktır. Güç arzusu, insanın elde etmeye çalıştığı, hiç elinden bırakmayacağı bir güdüdür. Paranın gücü, bilginin gücü, güzelliğin gücü, başarının gücü, statünün gücü insanları rahatlatıyor mu; yoksa bunları kaybetme korkusu insanları paranoyaklaştırıp saldırgan tutumlara mı yöneltiyor? Eğer, ikinci olasılığı kabul edersek, gücünü kaybetme korkusu içinde olan insan daha fazla güce tapınmaya başlıyor, kendisini daha fazla güç kullanmak zorunda hissediyor.  İnsanlar, güç gösterisinde bulunarak eksiklerini, zayıflıklarını makyajlamaya çalışıyorlar galiba. Aşağılanma veya yok sayılma insanların tahammül edemeyeceği duygulardır. Nietzsche diyor ki;  “Nerede aşağılama ve yaprak dökümü varsa, orada hayat kendini kudret uğruna feda eder”. Şiddet, belki de insanoğlunun içindeki bir başkaldırının adıdır. Aşağılanmaya ve yok sayılmaya karşı bilinçaltının direnişi de olabilir şiddet. Bu yazdıklarıma bakarak, benim de şiddeti kutsadığımı, şiddeti masumlaştırmaya çalıştığımı düşünebilirsiniz. Aslında hiç öyle bir çabam yok. Ben sadece şiddetin temellerini anlamaya çalışıyorum.

Şiddet olgusunu biraz daha mı derinleştirsek? Frued, insanın “cinsellik” ve “saldırganlık” dürtüleriyle dünyaya geldiğini, toplumsal yaptırımların etkisiyle bu iki dürtünün sürekli olarak bastırıldığını, bilinçaltına atıldığını, bilinçaltının ise davranışlarımızı yönlendirdiğini savunur. Bu durumda şiddeti bir bilinçaltı davranışı olarak  kabul edebiliriz. Ben yine de şiddetin öğrenilmiş bir davranış olduğunu daha akla yakın buluyorum. Şiddet, model alma yoluyla öğrenilmiş bir davranıştır demeyi daha uygun buluyorum ve şiddet gören, şiddet uygular diyorum. Beni bu şekilde düşündürmeye zorlayan sayısız örnekler görüyor ve duyuyorum. Üçüncü sayfa haberinde okumuştum: Boşanma davası açıp, babasının evine dönen karısını ikna etmeye çalışan koca, ikna girişiminde başarılı olamayınca pense ile karısının etlerini sıkmış. Şiddet düşkünü kocanın pense ile et sıkması, kocanın deneyimlerinden bağımsız olamaz. Söyler misiniz? Pense ile olmasa da eti çimdiklenmeyen kaç insan vardır, bu ülkede? Çocukluğumuzun en masun cezalandırılma biçimi olan çimdiklenme işini, adam eliyle değil de bir aletle, penseyle sadist bir biçimde yapıyor. Acaba her şey bir çimdiklenmeyle başlamış olabilir mi?

Şiddete dur diyebilmek… Bunu ben de çok istiyorum. Fakat nasıl ve neyle dur denilebileceğini açıkçası tam olarak ben de bilmiyorum. Klasik söylemler vardır, “eğitim şart”, “eğitim olmadan olmaz” gibi. Şiddeti önleme reçetesi olarak bunları yazmak; hem aşırı bir tekrarcılık, hem de aşırı bir kolaycılık olur. Eğitimin önemini yadsımak olmaz. Fakat eğitimden bahsediyorsak, nasıl bir eğitim, neyin eğitimi, kimlerle ve kimler için eğitim sorularını da açık olarak yanıtlamamız gerekmez mi?

Duygusal zekâ, bilimsel alandaki yerini aldı ama duygusal eğitim veya duygu eğitimi kavramlarından çokça bahsedilmiyor nedense? Duygu eğitiminin amacı başkasını anlama olmalıdır. Bir başkasını anlamak -veya buna tanımak da diyebiliriz- onun zevklerini, düşüncelerini, arzularını, beklentilerini, kısacası duygularını tanımakla mümkün olur. Onu yok saymakla, aşağılamakla veya kendimizi güçlü, muhatabımızı güçsüz görmekle hiçbir şey elde edemeyiz. Sadece ve sadece içimizdeki şiddeti daha politik olarak dışa vurmuş oluruz. Örneğin “böyle sanatın ve sanatçının içine tükürürsek”, bu şiddet olmaz; ama birisinin yüzüne tükürdüğümüzde bu bir şiddet olur. İlkinde psikolojik şiddet, ikincisinde fiziksel şiddet vardır. Şiddeti sadece fiziksel şiddet olarak görüp psikolojik şiddetin yarattığı incinmeleri ve yıkımları görmezden gelirsek, fiziksel şiddeti durduramayız.

İnsanlar, birbirlerinden nefret ediyorlar.

Nefret ediyorlar, çünkü

Birbirlerinden korkuyorlar.

Korkuyorlar, çünkü

Birbirlerini tanımıyorlar.

Tanımıyorlar, çünkü.

Birbirleriyle ilişkileri yok.

Birbirleriyle ilişkileri yok, çünkü

Birbirlerinden ayrı yaşıyorlar. Demiş, Martin Luther King. Bu güzel sözlerin sonuna şunu da eklemek gerecek galiba.

İnsanlar birbirlerinden ayrı yaşıyorlar

Ve birbirlerinden uzaklaşıyorlar

Uzaklaştıkça da şiddete bileniyorlar.

Galip UYAR

 
Toplam blog
: 22
: 501
Kayıt tarihi
: 26.01.08
 
 

Ben,"bir şey biliyorum, hiçbir şey bilmediğimi."Ben, bilimin en büyük yol gösterici olduğuna inan..