Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '11

 
Kategori
Şiir
 

Sidikli aşık

Sidikli aşık
 

Resim vesaire.blogcu.com adresinden alıntıdır.


Sidikli bir çocuktuk sonuçta hepimiz, aklımız çişimizi bile tutmuyordu çoğu zaman… 

Böyle kara kara kocaman açıp gözlerimizi, gözlerinin içine bakarken kalabalıkların, yüzümüze bakılmadığını anladığımız dakka koyverirdik. 

Sonrası bir kucaklama ile başlar biraz sabun biraz da kıçımıza tokadı basan “Ana” kokan donlarla son bulurdu. 

Sevmeyi öğrenmiştik bir şeyleri,  

Sevişmeyi öğrenmeden bir taraflarımız. 

Dibimiz buz tutana kadar beklemenin ne olduğunu öğrenemeden ,  

işte saçına, koluna taktığı pembe plastik bileziklere falan vuruluveriyorduk. 

Basit ve temiz bir iki bilinenli denklemden 

ibaretti yaşayabildiklerimiz; 

seviyordum 

seviyorduk. 

Ve büyük ihtimalle seviyordu. 

Gerisini düşünmeye vakit bulamıyorduk,  

akşam ezanı okunuyordu. 

 

Sonra biraz büyüyorduk elimizde kalemlerle, ortalıkta dolaşabilme çapımız genişlediğinde 

-ki yazı yazmayı da öğrenmiştik o zaman- 

artık matematik defterinin en anlayamadığımız probleminin oyuncusu oluyordu yeni bir tanesi. 

Bakkaldan iki kilo eriği bilmemkaç milyona satın alıyor, sonra gidip havuzları dolduruyordu. 

Kimi zaman iki şehir arasında gidiyor, geri geliyor, mekik dokuyordu. 

Ama o lanet olasıca araba bir türlü gariban memedimin kalbinden geçmiyordu. 

O sıralar burnumuzu tutamaz olmuştuk. Sanki birilerinin elimizi bırakacağından eminmişçesine en iyi becerdiğimiz şeyi yapıyor, ağlıyorduk. 

Zaman geçiyordu bi sabah kaymakamın kızına aşık oluyorduk sınıfça, sonra 8 tanesi vazgeçerken 6 tanesi ilişkiyi yürütemeyeceğini düşünüp ayrılmaya karar veriyordu.
Biz vazgeçmeyen birkaç delikanlı,  

devam ediyorduk başımız dik, elimizde max çubukları. 

En sevdiğimiz çikolatayı bile paylaşmayı göze alıyorduk. 

Sonra çok güzel top oynuyorduk o geldiğinde, kalenin 4 adım önünde 35 metreden vuruyorduk küt saçlının kalbini. 

Beş senede toplam dokuzyüzelli kilo kitap taşıdıktan sonra yeterince okul ev arası gidip gelindiği farkına varılıyordu. 

Ve bi tarafında adın yazan bir kağıt alıyordun eline, hep peşine koştuğun gönülleri alamadan. 

 

Altını ve burnunu falan tutmayı öğrenince pek bi ihtiyacın kalmıyordu ya büyüklerin sözlerine, artık ortaçgil dinler oluyordun. 

O zaman ağzını tutamama zamanların geliyordu. 

Ama ne güzel diyordu işte bak onsuz olmazdı 

evet evet… 

Onsuz kesinlikle olmazdı. Derken... 

Enduruyordi kaşlarini iki ön sırada oturan siyah uzun saçlı kız. 

Yoktu öyle birşey, ki! Peşine koşuyordun üstad!!! 

Göktürkler avar hükümdarının kızını kaçırırken rica edesin geliyordu 

"hocam, şu benim işi de aradan çıkarsak ?"… 

hani, diyordun. 

gidip istesek mi şu kızı? 

Olmadı kaçırıyorduk zaten. 

Önce anahtarları aşırıyordun. 

Kimseye belli etmeden evden çıkıyordun. 

Sonra koca arabayı kaçırıyordun 

Da bi 50 kiloyu taşıyamıyordu yüreğin… 

 

Hava iyice ısınınca bir şevkle belki de dünyanın en anlamsız, hiçbir yargı içermeyen 

ama yemin ediyorum ki en içten cümlesini koyveriyordu ağzın: 

Şey işte,  

şey,  

Ne? 

Hoşlanıyordun… 

Eee, diyordu bakışlar. Şimdi alıp başımızı gidiyor muyduk yani? 

Hani elini tutuyordun belki ama hiç elini tutmadan yine 

hani oniki sıfır beşte izmirde bir yıldız kaymıştı imbat durmuştu kan ter içindeydi ya atilla, işte o an en baba pi sayısını iplemeden garip bir çember çiziliyordu okul bahçesinde. Haziranın bilmemkaçında eline 

yeni bir kağıt verilecekti ,  

-büyük ihtimal tek çizgilerin bol olduğu- ama ilk defa bir dersten ikmale kalma isteğini 

elinde tutmaktaydın. 

O saçlara hatayla da olsa bir kez bile dokunmadan bu dersten seni geçiriyorlardı. Gidiyordun. 

Sen iki bilinmeyenli bir denklemin tek başına çözülemediğini anlıyordun o akşamüstü… 

 

Bakkaldan en resimli gazeteyi alıp okurken bütün hayallerine asla içilemeyecek bi sigara filtresi mesafesinde olduğunu fark ediyordun aynı akşam, üç bira şişesinin henüz reşit olamamış ve mecburen damsız bir insan evladını kör kütük sarhoş edebileceği gerçeklerinin yanında. Yaklaşık bilmemkaç gündür okumaktayken , bir kirpiğin altından kocaman bi dünyanın görünebileceğini öğrenememiştin hiçbir coğrafya dersinde mesela… 

Mesela hiç örnek yapmamışlardı bununla ilgili. 

Meselelerinin hepsinin meselalara yenik düştüğünü kavradığın vakitlerde ,  

9 yaşındayken yerini adın gibi ezberlediğin yeni bir şehre gidiyordun.Onu sevdiğini dünyalara bildirdiğini sanmaktaydın. Gözün kararıyordu , hatta ve hatta yüreğin buram buram yanmaktaydı ancak sonunuz böyleydi, böyle olmaktaydı. 

 

Okumayı öğreniyordun... Önce gecenin canına okumayı öğreniyordu gözlerin. Sonra sigaranın canına okumayı. 

En son da on beş dakika önce tanıştığın bi kızın dudaklarında seni seviyorumu okumayı. 

Sonra sonra başına sadece koymadan hiçbir sözde gizli özne olmaman gerektiğini öğreniyordun 3. dereceden türev alırken. 

Vakit dardı ve metro gelmek üzereydi. 

Yeminleri yanık plastik kokuyordu bu seferkilerin. Sanıyordun o zaman çok okumuşlardı, çok bilmişlerdi, çok söylemişlerdi… 

Ama hepsine rağmen hiç dinlememişlerdi. Okumuşların sevdası daha bir cahil oluyordu muhtemelen;
ki her birinde noktalama işaretleri yanlış yerlere düşüyordu. 

Koşuyordun tutarım diye belki bir noktalı virgülün kahkülünden ama ne mümkün. 

Yakalayamıyordun…Kaçı(rı)yordun… 

 
Toplam blog
: 63
: 1414
Kayıt tarihi
: 14.08.08
 
 

Hayat hikayemi fazla uzatmayacağım, çünkü hepimiz bir şekilde yolumuza kavuşuyoruz. Okuyan bir an..