Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Mayıs '08

 
Kategori
Siyaset
 

Şifa yok, ölüm de çare değil...

Şifa yok, ölüm de çare değil...
 

Gözümüzün önünde kanserli bir hasta gibi eriyip gidiyor hükümet…

Elinden hiçbir şey gelmeyen hasta yakınları, çaresizlik içinde kıvranırken, etrafta ellerini ovuşturarak “ex” halini bekleyenler, kendilerini gizleme gereği bile duymuyorlar.

Türkiye müthiş bir dönemden geçiyor. Böyle bir durumun, ülkemizde şimdiye kadar yaşanmadığı konusunda herkes hemfikir. Dünyanın herhangi bir yerinde buna benzer bir durum yaşanmadığını söylemek için bırakın kâhin olmayı, fazla şey bilmeye bile gerek yok.

Çünkü böyle bir senaryoyu ancak Türk insanı yazabilir ve böyle bir oyunu ancak Türk insanı seyredebilir.

Evet, göz göre göre ipi çekilen, can çekişen, ölüme doğru giden -ve bazılarına göre bunu hak eden- Ak Parti hükümeti. Ancak, sonuçta bir tüzel kişilikten bahsediyoruz ve buna bağlı olarak koca bir ülkenin kaderini ilgilendiren konular söz konusu.

Hastaya ötenazi hakkı tanınmasına bile karşı herkes. Çünkü böyle bir ölümün, ileride cinayet olarak nitelendirilmesinden, hasta yakınlarının mağdur olduklarını düşünerek “hak arama” iddiasına kalkışmasından korkuluyor…

Önüne konan bütün manialara rağmen daha kısa bir süre önce seçimlerden “turp gibi sağlıklı” çıkan ya da çıktığını sanan hükümete ne oldu?

Bir anda onu ölümcül hastalıkla karşı karşıya bırakanlar kim?

Aslında hükümetin güçsüz duruma düşmesine, doğal bir hastalığın sebep olmadığını hepimiz biliyoruz. Ortada planlı bir kurgu var. Dış destekli iç siyaset, kılıçları çekmiş durumda.

Şimdiye kadar “Ordu” baskısıyla dengelenmeye çalışılan iç siyaset, başta Avrupa Birliği olmak üzere, dünya kamuoyunun demokrasiden yana tavır koymasıyla, farklı bir veçheye büründü.

Daha basit konularda bile her olaya müdahil olan Genelkurmay, geri plana çekilirken, diğer kurumlar ön plana çıkarak sivil bir darbe denemesine giriştiler.

Bugüne kadar siyasetin yargıya baskı yaptığı iddialarını çok duymuştuk. Şimdi de yargı siyasete baskı yapmaya başladı.

Ben yapılanların doğru veya yanlış olduğu üzerinde durmak istemiyorum. Bu maalesef herkesin siyasi görüşüne göre farklılık gösteriyor.

Ancak bir yandan demokrasi için çırpınırken, bir yandan da demokrasi dışı müdahalelerden medet ummak, eğer yapılanlar “bizim görüşümüz”ü destekler mahiyette ise, gelişmelere seyirci kalmak, bana hiç de iyi niyetli bir davranış gibi gelmiyor.

Seçimlerde her partinin amacı, önce iktidara gelmeye, sonra güçlü bir hükümet olmaya yetecek miktarda ve mümkün olduğunca “çok oy almak” olduğu halde, 22 Temmuz seçimlerinde Ak Parti’nin aldığı % 47 oy oranı, bize “Demokrasi çoğunluğun azınlığa hakimiyeti değildir” gibi bir özdeyiş kazandırdı.

Cümle, anlam olarak elbette doğru. Ancak mekanizmayı tersine işlettiğiniz zaman, “azınlığın çoğunluğa hakimiyeti”ni normal karşılamak, hatta ezip geçmesine izin vermek, daha da önemlisi bundan sadistçe bir zevk almak, herhalde “demokrasi” ile açıklanır ve bağdaşır bir durum değildir.

Şu anda ülkemiz üzerinde oynanan oyunlar, bu meyanda karşı karşıya olduğumuz tehditler, tehlikeler, planlar, kurgular, komplo teorileri, olayın basit bir siyasi mesele olmadığını hepimize bangır bangır anlatıyor.

Haklı olmakla güçlü olmanın aynı şeyler olmadığını biliyoruz. Ne yazık ki tarihi yazanlar ve değiştirenler hep güçlü olanlar olmuştur. Haklı olmak başarılı olmaya hiçbir zaman hiçbir yerde yetmemektedir. Bunun için güçlü olmak gerekmektedir.

Bugün de haklı olan tarafla güçlü olan taraf farklıdır. Elbette sonsuza kadar böyle devam edip gitmeyecek. İyi-kötü, eğri-doğru bir sonuç çıkacak. Çıkan sonucun güçlü tarafın etkisiyle oluşacağını söylemeye herhalde gerek yok.

Tabii, şöyle bir imkândan mahrumuz: Türkiye’nin yönetimini bugünün şartlarında, Erdoğan’dan alıp bir süreliğine sayın Baykal’a ve bir süreliğine de sayın Bahçeli’ye verelim. Aradaki farkı, başarıyı, beceriyi görelim ve kararımızı ona göre biçimlendirelim.

Ya da Türkiye’nin iki kopyasını daha çıkarıp aynı anda üç liderin yönetimini birlikte izleyelim. Fanteziyi daha de genişletip dileyen ve kendine güvenen herkese bu şansı tanıyalım ve deneyerek yöneticilerimizi seçelim. İşte böyle bir uygulama mümkün değil…

Bunun dışında öne sürdüğümüz her fikir faraziyeden öteye bir anlam taşımaz ve böyle olmasaydı nasıl olurdu konusunda bize kesin bir bilgi vermez.

Nasrettin Hocanın sirke hikâyesi ise, zaten bizim yıllardan beri uyguladığımız bir metod. Bir partiden ağzımız yanınca tadına bakma gereği duymadan ötekine hemen iltica ediyoruz. Âlâ-yı vâlâ ile seçimlerde oy verdiği partisi için, çok kısa bir süre sonra “elim kırılsaydı da oyumu vermeseydim” diyen bizden başka seçmen var mıdır?

Evet, içinden zor çıkılacak bir kaos yaşıyoruz. İktidarı, muhalefeti, kurumları, kuruluşları basını ve tek tek vatandaşlarıyla bu negatif oluşuma hepimiz katkıda bulunduk, hâlâ da bulunmaya devam ediyoruz.

Her hâlükârda Türkiye’nin bu mücadeleden yara alacağı kesin. Asıl zararı görecek olan da bizim gibi sıradan vatandaşlar…

Hastamızın iyi olma ihtimali yok denecek kadar az. Ne var ki ölümü onun için kurtuluş olsa da bizim sırtımıza yüklenecek cenaze masrafları altından kalkılacak gibi değil.

Bir mucizeye bağlı hayatımız sanki…

Ne garip bir milletiz biz? Kendi ellerimizle yaptığımız şeylerin bozulması için de, kendi ellerimizle bozduğumuz şeylerin düzelmesi için de, mucize bekliyoruz.

Tanrı da artık bizden bıkmıştır eminim….

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..