Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Aralık '15

 
Kategori
Öykü
 

Sığırcıklar

Sığırcıklar
 

Mat bir yeşillikti yapraklarda. Ağaçlar yarımadanın iki yanında hemen kıyıda, renklerini deniz mavisine düşürerek tepenin yamaçlarına, oradan yukarılarda çeşitli ağaç deniziyle başlayan bir yeşil ormana dek uzanıyorlardı. Ne kadar zamandır oradalardı bilinmez ki. Zeytinler...

Sonbahar kışın ilk günlerine terk etmeye hazırlanıyordu yerini. Nicedir esen kıble, keşişleme yönlü ılık güneyli rüzgarlar, serin kuzeyli rüzgarlara terk etmeye başlamışlardı yerlerini. Başlangıçta karanın görünmez olduğu yerde Karabiga açıklığında kendini ufuk çizgisine bırakan, hafif soluganlarla kumsala uysal sokulan deniz hırçınlaşmış, uçları beyaz köpüklenen kaba dalgalarla ters dönmüş açıklara akıyordu.

Serindi hava. İlk sığıcıklar kanatlarında yalnızlığı ve sabahın ayazını taşıyarak geldiler. Sonra diğerleri. Gökte siyah benekler gibi hep birlikte. Aniden dönüp birbirlerinin içine girerek, dönüp, bükülüp, pikeleyip, sonra aniden dağılıp tekrar başlayarak bir karmaşık efsunlu dansın yıllardır tekrarladıkları gösterisini sunarak. Sonra sessiz kanat süzülüşlerine bırakıp kendilerini, çığlıklarla zeytin ağaçlarının üzerine kara bir örtü gibi dağınık çullandılar.

Küçük numara kuş saçmalı fişekleri her iki namlusuna sürülmüş çiftesinin emniyetini açtı Hüseyin. Omuzladı, tetiğe bastı. Sarsıldı omuzu geri tepmeyle. Namludan tüten dumanın barut yanığı kokusu doldurdu genzini. Kuşlar dallardan iri yağmur damlaları gibi düştüler yanı başına, etrafına. Dağıldılar. Kanadı kırık kaçmaya çalışanlar; yaralı, acı cığlık atan gagası açık yerde can çekişenler ve boynu bükülmüş hiç hareketsiz yatanlar. Kafalarını sert el hareketleriyle koparıp toplamaya başladı. Kendisini kaptırmıştı. Paçalarına yapışan oğlunun bağırtılarını duymadı bile.

-Yapma baba...

Ali ağlayarak döndü. Elinde ayağı kırık bir sığıcık vardı acıyla gagasını çaresiz açıp kapayan. İğne deliği gibi küçük siyah gözlerinde bir siyah parıltı sönükleniyordu giderek. Başının üzerinden başlayarak boynunu ve göğsünün tümünü kaplayan siyah ipek gibi tüylerinin uçları yeşil bir renk dönüşümüyle yalkıyor, tüm vücudunu kaplayan tüylerinin arasında küçük beyaz benekler ışıldıyordu. Avuçlarının içinde kuşun küçük sıcaklığını ve silik, hızlı kalp çarpıntılarını ta içinde duyumsayarak uzaklaştı. Sonra bitişik ve uzaktaki zeytinliklerden ardı sıra bir iki patlama sesi daha duyuldu ve çalınan tenekelerin karmaşık gürültüsü kapladı ortalığı. Kalan sığırcıklar ürkmüş kara gölgeler gibi dalların üzerinden havalanıp çığlık çığlığa yönsüz dağıldılar havada, görünmez oldular. Zeytin hasatı zamanıydı. Ağaçlara yüksek uzun merdivenler dayanmış, sıyırmacılar en yukarılarda yetişebildikleri zeytin tanelerini elleriyle, diğerlerini uzun sırıklarla silkeleyerek aşağıda serili geniş bezlerin üzerine düşürüyorlardı. Bir yağmurdu. Kopan yeşil yapraklar ve kırılan ince dallara karışmış siyah parıltılarıyla yağan. Aşağıda kadınlar  zeytin kokulu elleriyle taneleri hızla topluyor, yanlarındaki selelere dolduruyor, dolanları orta yerde yan yana dizili küfelere döküyorlardı. Alışkın...

 Yaz boyu güneşi damıtan, sonbahar yağmurlarıyla irileşip, yeşilden giderek patlıcan moruna ve şimdilerde mutlu bir siyaha dönen iri taneler birikiyordu küfelerde. Hiç bir ağaçtaki zeytinler tam olarak toplanmıyor, üzerlerinde başakçılar, kuşlar ve sığırcıklar için belli miktarda zeytin bırakılıyordu. Eski bir güzel gelenekti bu. Ama yetmiyordu ne başakçılara ne de sığırcıklara...

Ali akşam karanlığında girdi eve. Onu yanan sobanın ılıklaştırdığı havaya yayılan sıcak suda yolunmuş, şimdi kuzinede kızarmakta olan sığırcık etinin kokusu karşıladı. Avuçlarındaki kuşu daha bir sıcaklıkla kapattı.

-Ona bakarız değl mi baba.

 Hüseyi sevecen cevapladı.

-Bakarız elbet, üzülme sen. Bak oğlum; üzüldün biliyorum ama alışmalısın, Ben de istemem onları vurmayı, ama zarar veriyor bu kuşlar zeytine.

-Öyle mi diyorsun...

-Hadi gel otur sofraya.

 Annesinin orta yerde serili sofraaltı üstündeki yuvarlak tahta sofraya koyduğu tepsi içinde, pilavın üstünde sırtüstü yatmış, küçük ince bacakları ve boyunları kavrulmuş ve bükülmüş, küçük kanatları açık, kızarmış sığırcıklardan iştah açıcı bir koku yükseliyordu. Bakamadı. Ağzına bir lokma koymadan kaltı gitti sofradan. Arkasından seslenen annesini sustırdu Hüseyin.

-Bırak kendi haline, üzüldü bugün biraz...

 Sonbahardı, kışa dönük. Paşalimanı Adası gölgeliğindeydi sandal. Hani derler ya, çarşaf gibiydi deniz. Tekne, yeşil boyası  iki yanında denizin çivit mavisine düşmüş hiç hareket etmiyordu. Karşıda Ocaklar ve Narlı'nın neredeyse içlerinden başlayan zeytinliklerin yeşili, Kapıdağ'ın yamaçlarına arkasını vermiş yaslanıyordu. İnce uzun kıpırtısız beyaz dumanlar yükseliyordu içlerinde yakılan otlardan göğe. Dağın doruklarında ak bulutlar vardı. Oğluyla balıktaydı Ali. Suya salmışlardı oltalarını. Zeytinliği ortakçıya vermiş yiyecekleri kadar yağ ve zeytin, ne para getirirse yarısını alıyordu. O kadar. Oğlunun sesine döndü.

-Baba kuşlara bak.

 İleride kıyının hemen üzerinde masmavi gök yüzünde küçük siyah noktalar halinde kuşlar atan bir nabız gibi bir genişleyen, sonra bir daralan, sonra yeniden genişleyen daireler oluşturarak eski danslarını yineliyorlardı.

- Sığırcıklar oğlum. Bu yıl da geldiler. Ne kadar azaldılar bir bilsen...

 Peşpeşe patlayan çiftelerden yükselen dumanlar gözüktü uzaktan, belirsiz. Sonra denizin üstünde yuvarlanarak gelen patlama sesleri duyuldu. Zeytinlerin üzerinden kara benekler gibi havalandı kuşlar, kayboldu havadakiler, uzaklaştılar.

- Gelirler mi bir daha baba...

- Bu gidişle...

  Gerisini getiremedi Ali. Sustu. Bir acı çöktü kaldı içinde. Oltasını topladı. Duyulmaz oldu ses. Görülmez oldu kuşlar. Gittiler...

 Bir eski unutulmuş hüzün geldi oturdu gözlerine...

 

 

Akın Yazıcı

4Ocak2016/İzmit

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..