Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ocak '15

 
Kategori
Anılar
 

Sığırtmaç Ali

SIĞIRTMAÇ ALİ                Yaşar AKÇAL                                   21.06.2014

Bu hikaye 55-60 yıl önce lise ikinci sınıf öğrencisi olduğum dönemlerden kalma, yaşanmış bir karşılaşmayı anlatmaktadır. O yıllarda okulun tatil olduğu yaz aylarını mahalledeki arkadaşlarımızla kuş avlamaya giderek geçirirdik. Gittiğimiz yerler de genellikle şehir merkezinden 2-3 km uzaklıktaki kır yerleri olurdu. Buralara iki tarafı meyva bahçeleri ile donatılmış üzüm bağlarının arasındaki yollardan geçilerek gidilirdi. Cenneti, yaşam hayatında görmek ve tanımak isteyenler mutlaka buraları görmeliydiler.

   Kırlarda ise  güzel güzel kokan nergisler, menekşeler, naneler,  ve kekik bitkileri olurdu. Bu toprakların genellikle sahipleri bilinmediğinden kimse bize ne yapıyorsunuz oralarda demezdi... Biz de buralarda bazen avlanır bazen de top oynardık. Kimseye zarar vermemeye de özen gösterir, deredesinde ise çok derinlere gitmemek şartı ile yüzerdik. Evimizin bulunduğu mahal tam olmasa da şehir merkezinin içi de sayılmazdı. Mahallemiz ile diğer mahallelerden sabahları bir sığırtmaç marifetiyle toplanan, manda ve inekler bu kır yerlerinde otlatılır, oradan geçen dere ve çaylarda sulanır, hatta sulak yerlerinde çamur banyosuna bile yatırılırdı. Bu durumları anladığımızdan değil de, avlanmaya gittiğimiz zaman gördüğümüz, manzaralardan bilirdik.

 Bizim o taraflarda, sürü halinde bulunan ve gün boyunce kırlarda otlatılan sütü sağılan cinsten büyükbaş hayvanlara (mal) “gezek”, bunları kırlara otlatmaya götüren kişiye de “gezekçi” derler. Yeni nesil ise şimdi ”sığırtmaç”diye  tanımlıyor. Biz gezekçiye bir mal vermiyorduk ama, Ali’yi de buradaki görevi vasıtasiyle tanıyorduk.

    Ali’nin yanında, bizim yaşımızdan çok çok küçük, patronunun kızları bulunurdu. Ali bunlarla birlikte çalışırdı. Taa o zaman söylemişlerdi Ali’nin annesi ve babasının olmadığını.

    Patron da, kızlarına yoldaş olsun diye almıştı Ali’yi yanına! Ay sonlarında hangi evin malını otlatmaya götürmüşlerse, oralardan aylık ücretlerini, hep Ali toplardı.

    Kırlarda top oynamaya veya derede yüzmeye gittiğimizde, Ali bize nerede top oynayacağımızı  ve nerede yüzeceğimizi gösterir, tehlikeli olabilecek durumlar için de oralara gitmemezi söyler ve bizlere bu şekilde yardımcı olurdu. Bazen vurduğumuz kuşlardan Ali’ye de bırakır öğle yemeklerinde çöp şiş yapmasını önerirdik.

   Ali, tertemiz pırlanta gibi saf bir Anadolu çocuğu idi. Kimsesiz, terbiyeli, çekingen ve vazifesinde de o derecede güvenilir biriydi. Eğitimim sırasında Ali’yi yıllarca göremedim.

 Eğitimimi tamamladıktan sonra bana, devletten aldığımız burs paralarına istinaden, devlete ait, bir üretim fabrikasında görev verdiler. Fabrikaya bağlı misafirhanede yatıp-kalkıyorduk. Cumartesi -Pazar günleri sabahları, gazete ve dergi almak için istasyon bayisine uğramayı mutat hale getirmiştik. Yine günlerden bir pazar günüydü. Misafirhaneden iki arkadaş, gazete almak için istasyona gittiğimiz sırada, birden karşımıza 1,85-1,90 m. boyunda sırım gibi delikanlı, bir inzibat askeri dikildi ve bir selam çaktıktan sonra;

“Beni tanıdınız mı Turgut ağabey?”

“Özür dilerim ama, çıkaramadım seni?”

-”Ben, Sığırtmaç Ali, D.......’den.”

 

Baktım; bana göre küçük bir delikanlı olan bu çocuk, kocaman bir inzibat askeri olmuştu, gözlerim  yaşardı. Hıçkıra hıçkıra ağlamak geçti içimden! Yanımdaki arkadaşım tutmasa, yere düşüp, bayılacaktım az daha. “Ne güzel bir tesadüf, ne de hoş bir rastlantı” dedim kendi kendime. Dünün gezek güden  Ali’si, bu gün çakı gibi bir inzibat askeri olarak karşıma çıkıyordu. Sevincim dağlar kadar yüceydi. “Aman Allahım!” dedim, dünya ne kadar küçükmüş? Ali’ye sordum nasıl oldu bu iş diye,

Ali, “ben askere gelirken Türkçe okuma-yazmayı bilmiyordum” dedi. Ve devam ederek ”.Kışlada bizim için çok lüks sınıflar, yatakhaneler, banyolar yapılmış. Hatta yemek yediğimiz tabaklar dahi porselen. Ben burada Türkçe okuyup-yazmayı çok çabuk öğrendim ve sınıf birincisi oldum. Komutanım da,benim bu başarımı karşılıksız bırakmayıp,seni inzibat sınıfına ayırdım dedi. Ben de çok çok mutlu oldum. Aşağı yukarı on aydır da bu görevi yapmaktayım.”

 Bunları duyunca çok çok duygulandım. Gel şuracıkta bir çay içelim diye istasyon büfesine davet ettiğimde;

“Görevdeyim ağabey içemem!”dedi. Sonra da, konuşmamıza devam ederken terhisinin yaklaştığını belirtip;

“İki ayım var,terhis olmama” dedi.

“Giderken bana uğra, olmaz mı Ali?”, dedim...

 Başını öne eğerek “Emriniz olur ağabey” dedi.

Ali’ye veda edip,oradan ayrılmadan önce kendisine  çalıştığımız fabrikanın adresini  bir kağıda yazılmış olarak verdim.Çok çok sevindi. Zaten o da fabrikanın bulunduğu yeri önceden biliyormuş.  Arkadaşıma sığırtmaç Ali’yi  anlattım. “Nereden nereye?” dedim. Demek ki azmin elinden birşey kurtarmıyormuş.

    Arkadaşım da çok duygulandı. Hele büfe de çay içme teklifimizi, “görevdeyim ağabey(!)” diye  geri çevirmesi yokmu, işte o herşeye değerdi!

   İnsan, vazife aşkını sığırtmaç Ali’nin şahsında bir kere daha yakından görünce, gözleri yaşarıp, şoke oluyor! Bu durumu keşke herkes yaşayabilse? Ama biz bu vesile ile yaşamış olduk! İşte Türk askeri buydu! Bu askeri kim yanlış bir yola  saptırabilir diye hala düşünürüm hep?

    Ali terhis olduğu gün, öğleden önce vedalaşmak için yanıma geldi. Cebine üç-beş kuruş koymak istedim.

“Kabul edemem ağabey”

“Sakın itiraz etme, çok bir şey değil.”

“Sonra, bunu sana nasıl öderim sana ağabey”. Ama, ben yine de ısrar ettim.

“Ben sana borç para vermiyorum ki, Ali.” dedim. Ali tekrar itiraz edecek oldu ise de, ona bu imkanı vermedim.

Aslında, içimden gelen bir sevginin, bir sadakatın karşılığı, gözlerimde yaş seli olarak, Ali’yi memnun etmeğe çalışıyordum, ben. Gerçekten Ali çok çok gariban, kimsesi olmayan ailesini küçük yaşta kaybetmiş bir delikanlı idi.

“Madem İstanbul’a gidiyorsun, al şunu bir hafta kadar seni idare eder dediğimde;”

Ali bu kez çok çok sevindiğini belirtti ve içten bir teşekkür etti. Birden onun da gözleri yaşardı. Ben de Ali’yi bu haliyle görünce kendimi zor tuttum. Oradan geçmekte olan fabrika müdürü bu halimizi görmüş olmalı ki, aniden arabasını durdurup yanımıza geldi;

“Ne oluyor Turgut bey?” dedi.

Ben de “Hemşehrim, terhis olmuş ve vedalaşmaya gelmiş efendim” dedim...O da başarılar dileyip yanımızdan ayrıldı.

Babam dostlarımız için her zaman bana şunu söylerdi;

“Bak oğlum! Dostlar denizin dibindeki inciye benzerler. Az bulunduklari için çok değerlidirler. Bunu aklından hiç çıkarma!”

Ve böylece, dünün sığırtmaçı, bugünün ise sırım gibi delikanlısı olan inzibat Ali’yi, geçmiş olsun dileklerimle ve bir daha görüşebilmek ümidiyle, İstanbul’a yolcu ettim.

 

 

 

 
Toplam blog
: 13
: 460
Kayıt tarihi
: 19.02.13
 
 

Ankara, Tekniker Yüksek Okulu Makine Bölümü mezunuyum. 1941 doğumlu olup, emekliyim. Günde mutlak..