Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Mart '13

 
Kategori
Sinema
 

Şiir kokan "Kelebeğin Rüyası"

Şiir kokan "Kelebeğin Rüyası"
 

"Sinema mı Yoksa Kitap mıdır Tercihiniz?"


Geçmişten günümüze pek çok alanda değişim rüzgârları esiyor.  Biz de bunu büyük bir hayranlıkla izliyor ve hissediyoruz. Bazen seyirci kimliğimizle bazen de aktif kullanıcı olarak.  Hatta dünya ülkeleri ile neredeyse yarışır konumdayız. Sinema sektörü de bundan nasibini almış durumda. Yapımcılar; bizlere doyumsuz saatler ve seyir zevki yaşatmak için adeta savaşıyorlar. Ülkemizde büyük ses getiren “Kelebeğin Rüyası” filmi, sözlerimin en canlı tanığı.   

Bana “Sinema mı yoksa kitap mıdır; tercihiniz?”diye sorsanız;  önceliğim kitaptır derim. Çünkü okuduğum bir kitabı hayalimde sahnelendirmek bana farklı bir heyecan katıyor.  Hayal dünyasındaki yaratıcılığı seviyorum.  Kitap aşığım diyebilirim.

Sinema ise bambaşka bir kulvar. Vizyondaki filmleri an be an takip eden büyük bir hayran kitlesi var.  Bir romanı okumak için kimse aynı karanlık salona girip; aynı kitabı, aynı zaman diliminde, aynı hızla okumaz.  Oysa sinema öyle mi? Büyük bir kalabalık tek yürek olup, pür dikkat aynı yere odaklanıyor. Duygu yoğunluğu ise herkese göre çok farklı.  Gerçi bunu kitapta da yaşıyoruz. Herkes farklı duygularla okuyor kitabı dolayısıyla satırlardaki etkileyicilik kişiye göre değişiyor.

Kuşkusuz pek çok kişi gibi benim de takdir ettiğim ve izlerken zevk aldığım bir alandır; sinema. Satırlardaki cümleciklerden, kurgudan, senaryodan sinemaya taşınan karakterler, olayların canlandırılması, filmin müziği, dekor, kostüm, makyaj, ışık, seslendirme vs. inanılmaz bir görsel şölen ve ekip işi. Yapımcı, yönetmen, senarist ve oyuncuların dayanışması ise başlı başına bir güzellik.  Sinemanın da kitaplar gibi topluma verdiği bir mesaj mutlaka var.

Çocukluğumda müptelası olduğum açık hava sinemalarından günümüze uzanan yelpazede beni en çok etkileyen; sinemanın mutfak kısmı olmuştur. Bir de hızına yetişmekte zorlandığım teknoloji faktörü. Seyircinin, sırtını koltuğa yaslayıp, mısırını yerken bakışlarının kilitlendiği filmlerin, göz ardı edilen arka planı oldu bitti meraklandırır beni.  

Aslına bakarsınız; kritik yapmak, işin en kolay kısmı. Üstelik, sunuma kadar olan süreçte sette büyük bir zaman, emek ve işgücü olayı olduğunu bilmemize rağmen. İşin maddi boyutu da cabası. Bunu  inkâr etmek büyük haksızlık olur. Fakat seyirci, biletini alıp o içine gömüldüğü koltuğunun sıcaklığında izleyiciden çok müşteri havasına bürünür.

İnsanları, düşüncelerinden dolayı suçlamayız elbette. Kimi, sadece müşteri kimliğiyle oturur, izler ve eleştirisini yapar. Kimi de “emek verilmiş her şey güzeldir” mantığıyla yaklaşır; tıpkı sofradan kalkarken beğenmediği yemeğe usulen “elinize sağlık” dediği gibi. Gerçek sinema sever ve eleştirmenler ise başka bir boyutta izlerler. Saygım sonsuzdur, sinema eleştirmenlerine.

Sinemanın hem perde arkasında hem önünde olan, tekniğine varıncaya kadar bilgisi olan bir kişinin bakış açısıyla bir filmin eleştirisini okumak veya dinlemek aynı zamanda bilgilendiricidir diye düşünürüm.

Sözümü, yeni izlediğim “Kelebeğin Rüyası” filmine getirmek istiyorum. Yılmaz Erdoğan’ın yönetmenliğini yaptığı Kıvanç Tatlıtuğ, Mert Fırat, Yılmaz Erdoğan, Belçim Bilgin, Farah Zeynep Abdullah ve isimlerini şu anda sayamadığım değerli oyuncuların önemli roller üstlendiği ve son günlerde epeyce konuşulan bu film için ben de kişisel düşüncelerimi, bir seyirci gözüyle aktarmak istiyorum.  

Öncelikle şunu itiraf etmeliyim ki; bu film için, kendimi şartlandırarak salona girdim. Yani; duygusal, inanılmaz güzel bir film izleyecek ve ruhum, hafızam, gözüm, gönlüm doymuş bir biçimde de sinemadan ayrılacaktım. Bir kere Yılmaz Erdoğan’ın imza attığı başarılı işler ortadaydı. Başroldeki oyuncular da tanıdığım, takdir ettiğim isimlerdi. Sonucun doyurucu olması kaçınılmazdı. Üstelik bir edebiyat sever ve yazar olarak konusu itibariyle  kaçırmamam gereken şiir kokulu bir filmdi.

Gelelim hissettiklerime. Filmin başlangıç sahnesinden inanılmaz etkilendim. Siyah beyaz bir çekimin ardından, olayın yaşandığı dönemi yaşatan  mekân ve figürleri görünce “Tamamdır! Olmuş bu film hem de çok güzel. Büyük keyif alacaksın!” dedim içimden. Fakat bu düşüncem, maden ocağı işçilerinin zincirle ite kaka yürütüldüğü sahneye kadar sürdü. Bu kısmı açıkça söyleyeyim sevemedim. Kimine de göre de belki bu sahne en etkileyici olandı. Dediğim gibi yazdıklarım tamamen kişisel düşüncelerim. Bu sahne; zenci köleler ve  beyaz sahiplerini anımsatan filmlerin bir taklidinden öteye gidemedi. Yani doğal değildi o sahne. Daha gerçekçi olabilirdi. Rol gereği arada hırpalanan; başları kasketli, yüzleri, üstleri başları kömür karası bu insanlara  “Rolünüz bu! Siz yürüyeceksiniz. Bu esnada asker ağabeyleriniz oranıza buranıza vuracak” denmiş. Usulen böyle ama bunu seyirci hissetmemeli derim.

Kurgudaki karakterlere sokaktaki insandan daha farklı bir özellik katma gerekliliğini anlayabiliyorum. Seyirci koltuğunda iken biraz da bu gözle baktım. Kıvanç Tatlıtuğ, sevdiğim ve takdir ettiğim bir sanatçı. Kendisini, filmdeki rolüne tamamen uygun bir profilde izledim.  Elbette verem olan bir kişi, yapı itibariyle zayıf olacaktır. Beden dili çok önemli.  Bu rol için kilo vermesini takdirde karşılıyorum. Sık sık elini ağzına götürmesi, tırnak yemesi yoğun düşündüğünü göstermesi bakımından rolüyle örtüşmüş. Ama her şeyin aşırısı  biraz sırıtır diye düşünüyorum.  Nitekim  fazla gelmiş bu karaktere;  bu tipleme. Çünkü karakter başka, tipleme başka. Karakterin ruhu verilmiş ama tipleme konusunda biraz aşırıya kaçılmış kanımca. Hatta bir ara “çekse artık elini ağzından” diye bir düşünce sardı benliğimi desem hiç yalan olmaz.

Aynı dünyada bir tarafın; yoksulluğun dibini diğer tarafın ise zenginliğin ve varlığın zirvesini yaşadığını, dünyanın herkese farklı döndüğünü açıkça sergilemesi bakımından da mesaj yüklü bir film. Yani film, yaşanılan dönemde içte ve dışta vuku bulan her olayı resmetmiş.

Fakat sanırım kurgu çok sağlam bir temele oturtulamamış. Film, şairlerimizin yaşadığı bölgede çekilmiş.  Madencilerin ve maden işçilerinin ne kadar zor koşullar altında çalıştıklarına dikkat çekilmiş fakat asıl filmin konusu bu olmadığı için sahneler biraz havada kalmış. Eğer bir madencinin hayatı filmin konusu olsaydı bu görsellik, yeraltına iniş ve oradaki çalışmaları yerinde görmek daha farklı bir boyut getirebilirdi.  Böyle bir sahneyle başlayan ve madencilerle ilgili bir aşk, macera, mücadele içeren bir film de yakın bir zamanda inşallah yapılır.

Evet gerçek hayat öyküsünden beslenmiş bir film ama doz çok önemli. Dozun biraz fazla veya biraz az oluşu, filmi; ya etkileyici ya da itici konuma getirebiliyor. Maden işçilerimizin ne kadar zor koşullarda çalıştıklarını izlerken, bugüne kadar ne çok kayıplar verdiğimizi de düşünüp bir kez daha üzüntü duydum. Aramızda olmayan maden işçilerimizi de rahmetle anıyorum.  Aslına bakarsınız film içinde pek çok detayı düşündüren Yılmaz Erdoğan’ı tekrar kutlamalıyım.

Halk evinde tiyatro gönüllülerinin bir araya gelişi, senaryodan etkilenen Belediye Başkanının kızının hayalini gerçeğe dönüştürmek için Kıvanç Tatlıtuğ’la birlikte yaptıkları müthiş plan kısmı filmin kopuk sahnelerden biriydi bence. Kızın babasının rolü sadece sert bakışlar atmak ve sonrasında okkalı bir tokat atmaktan öteye gidemedi. Keza şair anneleri de, hasta oğullarına bakmak dışında pek bir şey yapmadılar.

Yılmaz Erdoğan’ın rolünü çok beğendim. Güldürürken düşündüren mizah anlayışını bu filmde yine oldukça başarılı bir şekilde kullanmış. Şiiri, öyle güzel serpmişti ki filme; kelebek dokunuşu kadar narindi. Yüreğimde, ruhumda şiiri tüm çıplaklığıyla hissettim diyebilirim.

Her şey bir yana gündelik hayat içerisinde unuttuğumuz değerlere sahip çıkılması gerektiğini vurgulaması adına ben bu filmi çok başarılı buldum.  Üstelik beğenmediğim bazı sahnelere rağmen. Çünkü edebiyata gönül vermiş birisi olarak yazarlık ve şairliğin ne demek olduğunu biliyorum. Hele dönemin önemli bir edebiyat dergisinde emeğinin yayımlanmasının verdiği hazzın ne denli büyük bir sevinç yarattığını; filmde “Varlık Dergisi”nde şiirlerinin yayınlandığını gören şairlerimizin gözlerindeki ışıltıyı gördükten sonra daha da net bir biçimde hissettim.

Edebiyatın sönmez ışığı Behçet Necatigil’in kültüre, şiire ve dostluğa verdiği önemin altını çizen filmde yine değerli şairlerimizden Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun şair ruhlarıyla verdikleri hayat mücadelesini ve hayallerinin peşini bırakmamalarını ibretle izledim.  Üstelik verem gibi ciddi bir hastalığın pençesinde olmalarına rağmen.  

Belçin Erdoğan’ın canlandırdığı Suzan karakteri filme çok yakışmıştı. İçten ve samimiydi.  Mert Fırat için zaten söyleyecek tek bir sözüm var: “Muhteşem ve çok yetenekli bir oyuncu”.

Filmde, aşk da çok masumane bir şekilde işlenmişti. Aşkı, sevgiyle bakan gözlerde yaşatmak ve hissettirmek oldukça güzeldi.

Genel olarak şöyle söyleyebilirim: “Edebiyata gönül vermiş üstadları anmak adına bu filmi çok sevdim”. Şiire,  “boş adam işi” gözüyle bakılmış tarih boyunca. Oysa şiir; bir hayat, bir aşk, bazen acı ya da sevinçtir. Bu tema oldukça güzel vurgulanmış ve işlenmiş.

Kıvanç Tatlıtuğ’un oyunculuktaki var olan yeteneği, güçlü duruşu ve çizgisi, gittikçe koyulaşmış hatta zirveye çıkmış. Bu da sinema dünyası için oldukça sevindirici bir durum.                                             

 “Kelebeğin Rüyası” farklı ve özenli bir çalışma olmuş. Emeği geçen herkesi ayrı ayrı kutluyor, başarılar diliyorum. Bence herkes izlemeli. Eminim sizler de farklı bakış açıları yakalayacaksınız.

Filmdeki özlü sözler ve şiirler hâlâ kulaklarımda ve uzun süre de sanırım silinmeyecek. Satırlarımı Necatigil’in güzel bir şiiriyle noktalamak istiyorum.  

Kız kaptırdı gönlünü

Sevdiği oğlan kalpsizin biri

Alay etti güldü…

Hiç aşka gülünür mü?

Ne çare, cahil aklı,

Kız hastalandı, yattı

Mumda yandı pervane… öldü.

Oğlan sormakta haklı

Hiç aşktan ölünür mü?

Umarım sizler de izlersiniz bu güzel filmi. Şimdiden iyi seyirler.

Aysel AKSÜMER

Bu blog Sinema sitesinde de yayınlanmaktadır

 
Toplam blog
: 334
: 482
Kayıt tarihi
: 22.03.10
 
 

Halkla İlişkiler bölümü mezunuyum. Iki çocuk annesiyim. "Bir Öykü Kadar Kısa Bir Roman Kadar D..