Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Nisan '08

 
Kategori
Blog
 

Şiirin Dışında Üşürsünüz

Şiirin Dışında Üşürsünüz
 

Kelepçe, tasma, zincir tanımaz şiir, özgürdür, özgürlüktür; zalimlere ve alçaklara meydan okur, boyun eğdirir, engel tanımaz, yıkar, ezer geçer; ölümsüzdür, aşktır, sevdadır; anaların şefkati, babaların güveni, çocukların kıvancıdır! Evet, böyle bitiyordu İkinci İzmir Uluslararası Şiir Buluşması'nın kapanış konuşması.

{"Şiir nedir, ne değildir?" sorusuna alacağınız en kapsamlı yanıtlardan biridir bu yazı. Akla gelen süslü sözcükleri art arda dizip şiir diye internette yayımlayan yurdum insanının bu yazıyı okuduktan sonra gerçek şiirle -çok ince de olsa- bir bağ kuracağını umuyorum.}

Uluslararası PEN Kulüpleri İzmir Temsilcisi Dinçer SEZGİN ve Konak Belediye Başkanı A. Muzaffer TUNÇAĞ’ın açılış konuşmasıyla başladı II. Uluslararası İzmir Şiir Buluşması'nın ilk günü.

“Türkiye’de her üç kişiden beşi şairdir!” diyen Aziz Nesin’in sözü olarak kalmadı, şairlerin ve şiirin artık bir başkenti olduğu bu yıl bir kez daha kanıtlandı.

<şairin poetikası=""> konulu söyleşiyi Enis BATUR yönetti. Konuşma sırası 35 yıldır İsveç’te yaşayan ozanımızdaydı.

Özkan MERT:
“Benim şiirimin temel poetikası şudur: Yaşamdan fışkıran, yaşamı sorgulayan, yaşamla sorgulanan/yenilenen, coğrafyası dünya ve direksiyonu insan yüreği olan bir şiir... Şiirin ne olduğunu bilemeyiz. Bir tek şairin şiir üzerine söylediği sözler sınırlı ve görecelidir, şiiri ve diğer şairleri bağlamaz, şiir tek bir görüşe sığdırılamaz! Fakat şiirin ne olmadığını bilebiliriz. Bunu bildiğimizde, şiire biraz yaklaşmış oluruz. Şiir sadece anlattıklarıyla değil, anlatmadıklarıyla da vardır. Şiir bazen sözcüklerin arasındaki sessizlik veya uçurumdur. Şairse, dünyayı sözcüklerle gören insandır. Şair olunmaz, şair de şair olduğunu bilmez, şairliğini sonradan anlar. Esin/ilham tek başına sadece esindir, salt esinle şiir yazılmaz, şiirde günlerce yontmakla, parlaklaştırmakla süren bir işçilik vardır. Adressiz mektuplar gibidir şiir; ama her adrese gider ve kendi gücüyle ayakta durur etik kaygıları olmadan.

Şimdi de adlı şiirimden kısa bir bölüm okumak istiyorum sizlere...
5.
Sırtı vadilere gömülü
Bir güvercinle buluşuyorum gizlice: Evimiz
Kurumuş bir nehir yatağı
Pembe bir akşam oluyor biz öpüştükçe...
Ah! Günbatımı
Bir komplodur zaten
Aşk’sa kaydolmaktır hayat’a
Biliyor musun sen de ne yap? Git!
Bir dağ silsilesi ile arkadaş ol!
Kuşlarla birlikte yargılan!
Çünkü bir kuş
Çekmez sesini kenara
Çarpışmamak için Bahar’la
6.
İşte! Gene Bahar
Saçlarım dolu rüzgârlarla
Merhaba! diyorum
Bir sürgün olarak yaşadığım Yeryüzü’ne
Geceleyin yıldızlarla flört eden
Gül’leri ben yetiştirdim
Çünkü ben savaşçı değil, gül yetiştiriciyim.”

Oruç ARUOBA:
“Şair olunarak şiir yazılır; ama şair olmak şiir yazmayı gerektirmez.. hiç şiir yazmamış şairler de vardır F. Kafka gibi. Ben şiire benzer şeyler yazmış olabilirim; ancak şair değilim. Şair olmak, kişinin kendini belli birtakım özellikler içinde kurmasıdır. Esinin yaptığı şey; henüz şiir hâline gelmemiş ve bir sürü ön hazırlıktan sonra ortaya çıkmayı bekleyen şeyi yazdırmaktır. Doğuştan gelen bir var Mozart’ın 3 yaşında keman çalması gibi; ama şairlik doğuştan gelen bir olgu değil, kurgulanan/kurgusal bir kişiliktir. Ben felsefeyle daha fazla uğraşıyorum; ama aslında felsefenin şiir olarak yapılmasını isterdim. Herkes şiir yazsaydı, kimse felsefe yapmaya gerek duymazdı. 17. yy. Japon şairlerinden Başo, ‘Şiir yazılmaz, kendini yazdırır.’ demiş. Evet, -bence de- şiir başına gelir insanın.”

Raoul Maria de PUYDT:
“Sanat insana özgü bir yaratıcılıktır. Bir eser toplum tarafından benimsenir ve özgün olarak algılanırsa sanat eseri olur; böylece sanatçıyı da toplum yaratmış olur. Sanatçı hem onu izleyenlerin merakını uyandırmalı hem de düşündürmeli. Benim dilimde, sadece 26 harf kullanılarak milyonlarca roman ve şiir yazılmış. Bunların tümü acaba sanat eseri mi?... Eğer yarattığımız şey gökleri ikna eden müzik gibi bir ses verirse, sanattır. Şairler, bedenlerinde hissettikleri ve damarlarında yankılanan duyguları dışarı yansıtırken sözcükleri kullanırlar aracı olarak. Her sözcük şairin çevresinde ve ruhunda hissettiği bir şeye ayna tutar. Sanata varmak için ruhun köküne inmek gerekir. Elbet ân duyar tomurcuklar açarken...

"Bir şiiri bir başka dile çevirmek, şairin ruhuna ihanet olabilir. Çünkü hiçbir çevirmen şairin o iç dünyasını tıpatıp algılayıp yansıtamaz. Öyleyse hiçbir şiir tercüme edilemez; edilirse, şiir çevirmenin şiiri olur. Kimse şair doğmaz; çünkü şiir dili iyi bilmeyi gerektirir. Şair yoktur, şiir vardır ve şairlik insanın ruhunda oluşan şeydir, yazgı değildir.”

Enis BATUR:
“Nasıl şair olunur? Doğuştan sanatçı olmak nedir? Genetik bir mirastan mı, yoksa özel bir yetenekten mi söz ediyoruz? Çok genç şairler var... Bunlar nasıl olmuş da büyük yaşantı depolayacak birikimleri olmamasına rağmen olağanüstü şiirler yazabilmişler? Şairlere bu yönüyle bakıldığında çok özel duygularla doğmuş insanlar olarak görünüyorlar. Ama bilimsel anlayışa göre, beyaz bir kâğıda benzeyen boş bir beyinle doğuyor çocuk. Bu iki bakışı birleştirerek, şiir, esini kâğıda dökmektir, diyebiliriz; ancak, bu da yeterli bir açıklama olmaz. Çünkü aynı yüzyılda yaşayan, birbirine çok zıt ama çok başarılı şairler var. Öyleyse şiiri de, şairi de tek bir tanıma indirgemek olası değil; elimizde şiire ve şaire dair bir ayıklama düzeneği veya ölçülü süzgeç yok. Şiirin anayasası denecek bir ölçütler yumağı olduğunu sanmıyorum. Şiirde ele avuca sığmayan bir cin konusu var... Belki de o yüzden şiir insanı çarpıyor! Hipokrates’in dediği gibi, sanatın işi uzun, hayat kısa ve fırsatlar seyrektir. Anakronik yaklaşıma göre bu fırsatların (şiirin cininin) ortaya çıkması için bir iklime gereksinim vardır.”

Söz sırası Namık Kemal, Tevfik Fikret ve Mustafa Kemal’deydi...

Orhan KARAVELİ:
“Şiir büyük bir güçtür! Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret’in Atatürk’e verdikleriyle Türkiye’yi kurtaracak kadar büyük bir güç!. Sarı saçlı, mavi gözlü bir çocuğu Türkiye’nin kurtarıcısı ve lideri yapabilmiştir şiirin gücü. Bu iki şairin şiirleri olmasaydı, belki Mustafa Kemal olmayacaktı! Mustafa Kemal, bir gün hocası Emin Bey’le birlikte Aşiyan Yokuşu’nu çıkarken, ‘Hocam, ben inkılâp ruhunu Fikret’ten aldım.’ diyerek, şiirden alınan o ruhla neler yapabildiğine eşsiz bir örnek olmuştur.”

İlk günün son etkinliği, Ataol BEHRAMOĞLU’nun kendi şiirlerini sahnede ezbere okuması ve Haluk ÇETİN’in kendi gitarı ve sesiyle sunduğu Behramoğlu Şarkıları’nı bizlere keyifle dinletmeleriydi.

19 MART GÜNÜ

İZDSO Oda Orkestrası Topluluğu, şiire koşup gelen şiir tutkunları ve şairlere -yine Klasik Batı Müziği’nden- günün atmosferine uygun yapıtlar dinletti. Ardından, beş şairden şiir dinletisi geldi. Sonra konulu söyleşi başladı.

PUSULA

Annemin öldüğü yaşı çoktan geçtim
suyun vefası ve acılar
- bir de gökyüzü
çocuklarım olsa da

Babamın öldüğü yaştayım artık
gurbeti sıla, sılası hicran
- bir de yalnızlık
arkadaşım olsa da

Ama gönlüm hâlâ
oğlumun âşık olduğu yaşta
- sevdanın pusulası
anılarım olsa da

İki güvercin ey ömrüm
yılların omzuna tünemiş biri hayat
öteki ölüm yaşadığım olsa da

Biri Refik, öteki Durbaş aslında

konulu söyleşideyse oldukça derin ve iddialı çözümlemeler vardı...

Cevat ÇAPAN:
“Şiirde modernleşme, şairlerin yaşadıkları çağın diliyle sanat yapmaları demektir. 19. yy’da Batı’da Rembo ve Bodler’le başlayan bir yenileşme var; ama yenileşmenin başlangıcı dilden dile değişiyor. Bizdeki modernleşme aslında Nazım Hikmet’le başlar; fakat şiirleri yasaklandığı için, Modern Türk Şiiri Yahya Kemal’le başladı diyebiliriz. Modernizme yumuşak geçişler yeni bir dil anlayışı ile başlayabildiği gibi, duyarlılıktaki değişikliklerle de başlayabilir. Bizdeki bu tür geçiş Ahmet Haşim’le başlar. Yahya Kemal, Nedim’le başlayan geçmiş ile yeni şiir arasındaki köprü olmuştur. Nedim ve Nazım Hikmet arasındaki şairlere birinci çizgideki şairler diyebiliriz. İkinci çizgidekilerden tasavvuf hassasiyetine sahip olanlarsa; Şeyh Galip, Ahmet Haşim, Necip Fazıl ve F. H. Dağlarca’dır.

"Modern şiirdeki Garip Akımı’nı Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday temsil ederler. Aslında yenilikçiler hep yadırganmalarına rağmen toplumun şiir anlayışını ve beğenisini çok geçmeden değiştirmeyi başarmışlardır. Bu süreç M. C. Anday’la bitmiyor; ikinci çizgidekilere tepki olarak, İkinci Yeniler ortaya çıkıyor. Edip Cansever, Cemal Süreya ve İlhan Berk yeni bir şiir dili geliştiriyorlar. 1961 anayasasıyla daha özgür bir atmosferde yazılan şiirler ortaya çıkıyor; ama 1965’te yeniden bir Nazım Hikmet dönemi başlıyor; ardından Ahmet Arif ve İsmet Özel’in şiirleri okunmaya başlıyor. Ve Ataol Behramoğlu ile daha diri bir şiir dönemi başlıyor.”

Erdoğan ALKAN:
“Küreselleşme çağında beş kıtada üretilen sanattan ve şiirden etkilenmemek mümkün değildir. Tüm sanatlar ve sanatçılar birbirinden etkilenirler; Türk şairleri de hem Batı’dan, hem Doğu’dan etkilenmiştir. Tanzimat öncesi Türk Edebiyatı sadece şiirden ibaretti. Aruz vezniyle yazılmış, Araplar ve İranlıların etkisinde bir divan şiiri... Batı Edebiyatı’nın diğer formlarını Tanzimat’la birlikte benimsemiş ve Batı’nın klasik yapıtlarını dilimize çevirmeye başlamışız; Modernizm’e hep Batı perspektifinden bakmışız. Batı’nın şiir biçimlerini Türk şiirine Abdülhak Hamit sokmuş, yavaş yavaş den e dönülmüş. Fransa’da romantizm döneminden sembolizme geçilince, bizde Edebiyat-ı Cedide başlamış. Daha sonra hece veznine dönülmüş ve , ortaya çıkmış; fakat güçlü örnekler yaratılamamış. Cumhuriyet şiiri ve şairleriyse, Batı’nın bir hayli etkisindedir. Özellikle Fransız şiirinin imgeleri ve hatta dörtlükleri şairlerimiz tarafından bolca kullanılmıştır.

"Yabancı dil bilen ünlü şairlerimizin hemen hemen tümü bir Fransız, Rus, İngiliz, Amerikalı veya Alman şairi örnek alıp kendilerini kurgulamışlardır (Şinasi, N. Kemal, Recaizade M. Ekrem, Cenap Şahabettin, Ahmet Haşim, Melih Cevdet Anday, Tevfik Fikret, Attila İlhan, İlhan Berk, Yahya Kemal, A. Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl, A. Muhip Dranas, Orhan Veli, Oktay Rıfat). Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Cahit Külebi gibi dil bilmeyen şairlerde Batı’nın imgelerine öykünme görülmez. Nazım Hikmet Batı’dan etkilenmiş; ancak ödünç dize ve imge kesinlikle almamıştır. 1960’lardan sonra ise, Türk şiirinde adeta bir Rönesans yaşanmış; Türkiye’de hiçbir şair kendini yabancı şairlerin hegemonyası altında hissetmemeye başlamıştır. Sanat dalları ve sanatçılar birbirinden etkilenirler, etkilenmemek olanaksızdır; önemli olan bu etkileşimin komplekssiz olmasıdır.”

konulu söyleşide ilk söz, şiirleri çok okunan bir şairindi...

Ataol BEHRAMOĞLU:
“Savaş ve öldürme eylemi -amacı ne olursa olsun- insan ruhunu kirletiyor, insanı bozuyor. Arşivleri karıştırdığınızda çok önemli sayıda savaş şiiri bulabilirsiniz; fakat hiçbirinde kini, nefreti, düşmanlığı ve öldürmeyi destekleyen bir niyet veya ima bulmazsınız. Derin bir kederin, acının, yurt sevgisi ve insani değerlerin altını çizen sesler ve lirizmle karşılaşır; ama örneğin Rus Şiiri’nde dahi Almanları kötüleyen dizelere rastlayamaz, savaşın eleştirisini bulursunuz. Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı’nda da halkın fedakârlığı ve derin bir lirizm vardır; fakat dar bir şoven anlayışına rastlamak mümkün değildir. Zaten edebiyatın hiçbir alanında düşmanlığa ve nefrete dayanan bir büyük eser yoktur; zira düşmanlık üzerine büyük yapıtlar yapılamaz. Küçük örnekler olabilir, hatta günümüzde bazı filmlerde ve romanlarda savaşın ve nefretin neredeyse övgüsü var; ama bir tek şiir yok. Bunun nedeni kanımca şudur: Kötü insan olmadan kötülüğü anlatan teknikler kullanarak yapıtlar verirsiniz; fakat kötü insan olmadan kötülük anlatan şiir yazılamaz. Şair kötü insan değildir, olamaz! O nedenle de kötülük aşılayan şiir yazılamaz!”

Claudio Serra BRUN:
“Ben farklı düşünüyorum: Bizler barışta yaşıyor, barışta yazıyoruz; ancak kinle idare edilenler soğukkanlılıkla savaşı övebilirler. Antik çağlardan bu yana şairler kendi ideallerine inanıp hizmet etmişlerdir; ama maaş ve alkış aldıkları mercilere övgü yazıp hata işleyen şairler de olmuştur. Savaş ve esaret gibi, trajik ve onur kırıcı durumlara düşmüş olmak insanın yüceliğini alçaltmaz. Sevgiyi ve onuru kalplerde saklayabilmek, insana özgü bir beceridir; şairlerse bunları şiirsel bir gizemle saklama ve yaşatma sürecini ömür boyu sürdürürler. Savaş çıktığında beklenmedik acılar ve çaresizliklerle karşılaşılır. Bombalar, ölümler, felâketler, göçler... Aklı yok etmek için kullanılan akıl, akıl değildir! Şairin görevi tüm bunlar karşısında etik duruşunu ve aklını korumak; her iki tarafın acılarını hissedip yansıtmaktır.”

Florin IRARU:
“Savaş ve şiir birbiriyle bağdaşmazlar; savaşın savaşı, şiirin şiiri vardır.
Savaşa başlamak basittir; fakat nasıl biteceği belli değildir. Taraflardan biri zafer sarhoşluğuna girse bile, iki savaş arasındaki barış aslında son bir ziyafettir. Savaş <ölü canlılar="">ı satmaktır! Birçok şair savaşın kurbanı olmuş, bazılarıysa toplama kamplarında ölmüştür. Ben Romanyalıyım. 19. yy’a kadar barış bilinen bir şey değildi. Bizde Osmanlıya karşı kazanımlar anlatılır hep, sizdeyse -eminim- sizin kazançlarınız anlatılıyordur. Oysa kaybedenler iki tarafın da halklarıdır. Son yüz seneden beri savaş olmadı; ama şimdi de mafyalar savaşıyor. Türk ve Romen mafyalar ve siyasi mafyalar... Barış sadece siyasi bir karar sonucunda kalıcı olmadı; Türk ve Romen halkları arasında çok benzer düşünce ve yaşam tarzları, kültürel benzeşmeler var. Her iki halk da maalesef tembel... Ve en büyük sorunları da vaktin nasıl geçirileceğini bilmemeleri... Bütün bunlar söylenebilir; ama savaş, şiirsel kılınamaz! Oysa şiirin savaşı her gün aralıksız devam eder. Şiirde demokrasi yoktur!”

20 MART GÜNÜ

bir şiirin ilk dizesine yakalanır gibi
yakalandım izmir’de yağmura

izmir: şiire soyunan yağmur
aşk: izmir’e bürünen ürperti

nasıl yazılır izmir’in şiiri sabahın beşinde
yağmur da dinmişse üstelik

sağ çıktığım öldürücü aşklar gibi güzel
izmir’de yağmurlu geceler

güzle yazılır izmir’de
ama yağmurla tartılır şiir
Ahmet UYSAL

Yine Bayan Gertrude Durusoy’un tercüme edip yönettiği <özlem ne="" zaman="" başlar?=""> konulu söyleşide ilk sözü konuk şairlerden biri aldı...

Maria Cinta MONTAGUT:
“Aristotales’den beri aşkta ve edebiyatta erkek aktif, kadın pasif olarak gelişmiş, cinsiyetler arası ilişkiler güç ilişkisine dayanmış. Aşk her yerde, başrollerdeyse kadın ve erkek; fakat dikkat edilirse bu çiftin oyunlarında bir asimetri var: Kadın imgeleri her yerde; ama ortada gerçek kadın yok. Seven de erkek, sevdiğine hizmet eden de erkek... Kadın ise gerçek bir sevgili değil, ilahi yöne giden aşk yolunda biridir. 15. yy’dan bu yana aşk bir cezaevi gibi addedilir ve kadın yine pasiftir. Romantik çağda kadın hep bekleyen ve acı çekendir. Ten, kadının semavi tenidir.

"20. yy’da aşk acı yüklenme biçimidir. Kültür düzeyi yüksek edebiyatta ise erkek maceracı, kadın hep bekleyendir (Penelope). Ayrılıklar ölüme kadar gidebilir. Aşk bitmek bilmeyen uzun bir vedadır veya aşk başladığı andan itibaren ayrılık demektir. Mutlu aşk yoktur ve mutsuz aşk her zaman daha çok anlatılır, yazılır, okunur. Şiir salt duygu değildir; şiirde şairin entelektüel yeteneği de devrededir.”

Raoul Maria de PUYDT:
“Aşk, şiir yazma eyleminin merkezinde ve temel konu durumundadır. Evren ve doğa konularından daha fazla dizede yer alır. Ben şiirlerimde ilahilerdeki sözcükleri dahi kullanırım; çünkü şiirler de bir tür duadırlar. Aşkın yeri insan hayatında çeşitli evreler halindedir. Çocukluk aşkı oyuncaklar ve oyunladır. Genç ergen ilk kez aşkla tanışıp yüzleşince, onunla mücadeleye girişir. Kırk yaşından sonra sözcüklerin yetmediği acılar, ölümler ve ayrılıklar yaşamaya başlayan şair maddileşip insani duygularını yitirebilir ve ruhu titreten şiirler yazamayabilir. Ama ölüme giderken dahi insanı hayrete düşüren bilgeliğe de ulaşabilir. Her şair içinde rahat uyuyacağı mezarını yavaş yavaş kazar. Bu dünyada son söz şairindir. ”

Hans RAIMUND:
“Şiirimin ana konusu aşktır. İlk şiirlerim seks ve erotizm içeren bir aşkla başladı; ama zaman içinde, karşıdakine sevgi ve saygı hissettiren bilinçli bir algıyla yazılan aşk şiirlerine dönüştü. Gençliğimde, heyecan olgusunu çok ince nüanslarla sergileyebilen erotizmi epeyce kullandım ve diğer dillere en çok çevrilen şiirlerim de onlar oldu. Fakat o yaşlarda eşimi kaybedince, içimde farklı bir aşk anlayışı doğdu. Aşk gayret isteyen ve sürekli beslenmesi gereken bir duygudur. Oysa farkında olmadan, sevgimizi köpeklere ve çiçeklere yöneltebiliyor; ama çoğu kez hayata ve insanlara sevgi göstermede cimri davranıyoruz.

"Sekiz kitabımdaki şiirlerimin çoğu yirmi yıllık ikinci eşim Fransisca içindir. Aslında çalkantılı ve fakat dayanışma zinciriyle kenetlenmiş bir evliliktir bu ve bizim evliliğimizdeki yaşamsal öğeleri anlatan metinlerdir şiirlerim. Ayrılık veya ayrılmak korkusu yüzünden 1, <1+1>e dönüştüğü zaman aşk biter ve o zaman insanları ortak noktaları sürükler ileriye. Oysa aşk yaşamak, yaşamaksa ayrılık demektir. Hayatı güzelleştiren şeylerden biri de sonsuz ayrılık demek olan ölüm ihtimalidir. Şiirde düşünceye yer yoktur savı bir safsatadır. Sözlüğü açar iki kelime bulur ve bu kelimeleri birleştirerek yeni bir sözcük veya kavram yaratır, bunu şiirinizde kullanırsınız. Bu süreç akıl işidir. Ham duyguyu ifade etmeyi bilen şey düşüncedir. Şiir: duygu ve düşüncedir; ama mutlu insan iyi şiir yazamaz. Heyecan üzerine herkes yazar, bu özel olmaz; fakat heyecan üzerine düşünerek şiir yazmak özeldir.

VASİYET

Solmuş tenimi tahtaların arasına koyun,
beyaz keresteden uzun kutusunun
ve indirin çiçekli toprağın altına.

Beton dökmeyin mezarıma
benden kalanlar nefes alsın
böcek ve toprak parçaları arasında.

Düzlükte kutsallık olsun diye
sallanan otların arasına
sade bir haç yerleştirin tahtadan.

Böylece benim şair kemiklerim
toprağa dönüşebilsin
ve unutsun beni dünya.

Beni bekleyen sadece
sonsuzluk olsun.

Raoul Maria de PUYDT-1984
Çeviren: Gertrude DURUSOY

<öteki sanat="" dallarının="" şiirle="" etkileşimi=""> başlıklı söyleşi bölümündeki ilk konuşmacıydı tiyatro araştırmacısı..

Özdemir NUTKU:
“Tiyatronun kaynağı hareket, başlangıcı şiirdir. Zaten iyi bir tiyatro eseri büyük bir şiirdir aslında. Şekspir’i büyüten şey de serbest metindeki hareket, yani dinamizm ve sözcüklerin gücüdür. Seneca’dan Şekspir’e kadar bu dinamizm gelişmediği için Şekspir bu denli kabul görüp büyümüştür. Şekspir’den önceki çağların tiyatrosu düzdü, açık havada yapılıyordu. O nedenle Şekspir tüm sahneyi oyuncuların ve sözlerin yarattığının farkına varıp, sözlere dinamizm ve ses ögeleriyle canlılık kattı. Örneğin; Kral Lear’deki fırtına sahnesini anlatırken, diyerek, sahnede oyuncunun sözlerle fırtına sesi yaratmasını sağlar.
Başarılı şiir de böyledir; ses ve sözle zihinlerde bir tiyatro, bir öykü, bir atmosfer yaratır. Bu işin piri Şekspir’dir; ama Çehov’un ve Brecht’in eserleri de, düz yazı olmasına rağmen iç dinamizm bakımından şiir gibidir. Tiyatro şiir gibi yazılıp okunduğu için, şiirdir. Şiire yatkınlığım benim tiyatromun da başarılı olmasını sağlamıştır.”

Suat KIZILTUĞ:
“Şiir ve heykelcilik arasındaki benzerliğin çoğumuz farkında değilizdir. Güzeller bazen heykel yaptırır, bazen şiir yazdırır. Heykelin imgesel değeri ile şiirin imge değeri arasında pek fark yoktur aslında.”

Hakan CEM:
“Müzik ve şiir arasındaki ortaklık belki de insanlık kadar eskidir. İlk çalgı insanın kendi sesiydi, ilk şiir de ilk sesin ilk estetik diliydi mutlaka. İlk müzikal ezgilerin kaynağı, nesneleri birbirine vurup doğa taklidi seslerle müzik yapanlardır. Sanat; bizi kendimizle yüzleştirerek, değişim ve dönüşüm için bize cesaret ve haz verir. Bilgilenme aracıdır... Depremdir, başkaldırıdır... Sanatçıysa; var olandan kaygı duyan, bugünün yargılayıcıdır. Gözlemcidir, zor olandan hareket ederek, insanlığa bir şeyler söyleyen kişidir. Diğer tüm sanatçılar gibi şair ve müzisyenlere düşen sanatı biricik kılıp onu ucuzlatmamaktır.”

Hasan EFE:
“Şiir de, karikatür de yersiz ve yurtsuzdur. Her şiirde bir karikatür, her karikatürde bir şiir bulursunuz. İkisiniz de malzemesi imgedir. İkisinin de kesin tanımları yoktur. İkisi de etkendir, edilgen değildir ve edilgen yapılamazlar. Şiir dil, konu ve mısra mimarisiyse; karikatür çizgi, mizah ve düşünce mimarisidir.”

Oğuz MAKAL:
“Şiir ve sinema arasındaki ilişki, şair ile kameraman arasındaki benzerlikten öte bir anlam taşır. Şiiri hiçbir soyut aşamaz; ama soyut sinema şiire çok benzeyen bir sanat koludur. Michael Radford’un Neruda’nın nin beyaz perdeye yansımış biçimidir. Nazım Hikmet’in adlı şiiri tamamen sinemadır. Hatta, ‘Nazım’ın kalemi kamerasıdır’ da diyebiliriz.”

21 MART GÜNÜ

<şiir dili="" ve="" anlam=""> konulu söyleşide söylenecek çok söz vardı:

Afşar TİMUÇİN:
“Sanat özgürce yaratmaysa, şiir dili de özgürlüğün dilidir. Özgürlük: Özerklik veya sereserpelik değil, bilinçle ilgilidir. Sanat: yaratmak, özgürlük içinde doğurmaktır. Tuvalin önündeki ressam, kâğıdın başındaki şair kendini tamamen özgür yaratıcı olarak hisseder. Asıl özgürlük sanattadır. Sanat gerçek değildir, kurgusaldır; fakat gerçek dışı olmayan gerçekliği yansıtır. Doğada sanat yoktur. Sanat insan tarafından, insan için, insani amaçlar uğruna ve sanatsal veya düşünsel haz için özel bir dil kullanılarak yaratılır. Çağımızda kavranılması güç eserlerle karşı karşıyayız. Sanatçının bilincini yakalayamayanlar için sanat fazlaca bir şey ifade etmez; ama o estetik mesajı algılayanlar için sanat etken ve etkileyici duruma dönüşür. Simgeleri ve imgeleri algılayamıyorsak, sanat ve sanatçı dünyasına giremeyiz.

"Şiirin özel olan dili için de aynı şey söz konusudur. Şair sözcükleri doğrudan, sözlük anlamlarıyla değil, imgesel olarak başka anlamlarda kullanır. Kaba ve gelgeç anlamlar yaşamda fazlasıyla mevcuttur. Ama şair (veya diğer sanatçılar) bunlardan birini farklı bir gerçekliği farklı anlatarak kullanır. Zaten şiir: sıkıştırılmış anlamlar bütünüdür. Bir başka tanımla şiir: özne ve nesne öpüşmesidir. Şiir hammaddesi salt esin değildir; asıl çaba esinden sonraki uğraştır. Doğurmak haz ve acı doludur.”

Sabit Kemal BAYILDIRAN:
“Şiir dilinin beynimizde uyandırdığı anlam veya görüntüler konuşma dilindeki gibi değildir. Şiir dili iletişim dilinden farklıdır. Şiir dilindeki anlam ilişkileri de farklıdır. Şiirde bir anlam kapalılığı vardır. Şiiri çözmek için sözcüklerin anlamlarını bilmek yetmez. diyen İlhan Berk’in ne anlattığını çözmek kolay değildir herkes için. Suna, yani erkek ördek neden sevgili anlamında kullanılmıştır, öyle kolayca anlaşılamaz bu. Şair, hangi sınıfa hangi anlamı gönderdiğini bilerek yazar şiirini.

"Örneğin, Divan Şiiri bugünkü liseli gençlere hitap etmez; çünkü o farklı bir dünya ve kültürün eseridir. Klasik şiirde okur pasiftir; şair her şeyi derin anlamlarıyla anlatır. Modern öncesi şiirde alegori, dokundurma çok kullanılırdı; ama modern şiirde daha çok simge kullanılmaya başlandı ve okur aktif oldu, şairse pasif. Okur bir iskeletten insan yaratacak kadar aktif olmak durumundadır çağdaş şiirde.
Bugünkü şiirdeyse anlam bireyselleşmektedir. Benzer ile benzetilen arasındaki ilişki ne kadar açıksa, anlam o kadar derindir. Simge şaire özeldir ve her şair kendi simgesine sahip çıkmak durumundadır."

Müslim ÇELİK:
“Ölen doğanı besler... Yaşamın ve doğanın diyalektiğidir bu. Doğanın tarihçesinde önce duygular vardı. Dil ve düşünce daha sonra çıktı ortaya. Şiir doğadaki yansımalardan geldi. Hayvanların depremde çıkardıkları sesler, giderek bir harfe yüklendi. Örneğin, rüzgâr düz esmediği için dalgalar bir harfi yapar, o nedenle dalgalı deniz harfine yüklenmiştir. İlk sözcük de idi. Çünkü insanın ilk silahı oydu. İlk dil ise önce şarkı şeklinde çıktı ortaya; dolayısıyla şiirdi. Daha sonra şiir dil içinde dil oldu, derinlik ve lirizm kazandı. <şiir sessizlikleri="" dile="" taşımaktır.=""> sözü doğru değildir bence. Konuşmadan konuşmak halleri de vardır anlam aktarmanın. Şiir halleridir bunlar.”

Günün ve II. Uluslararası İzmir Şiir Buluşması’nın son konuşmacısıydı Pen Yazarlar Derneği Başkanı Vecdi SAYIN:

“Bu buluşmanın başarısını -henüz ikinci yılında olmasına rağmen- dört gün boyunca bu büyük salonun doluluğu kanıtlamıştır. Bu buluşma İzmir’e kalıcı bir iz bırakmıştır. Zor günlerden geçiyoruz... Kötü günlerden... Şiirin unutulduğu, vahşetin egemen olduğu bir dünyaya alışmamız isteniyor. PEN’in birinci meselesi ifade özgürlüğünü dile getirmek ve dünyadaki sorunlara ayna olabilmektir. Bu dünyanın şaire ve şiire ihtiyacı olduğunu anımsatan Konak Belediyesi’ne teşekkür ediyorum. Daha nice yıllara...”

Dışarıda ılık bir hava vardı. Varyant’tan denize bakınca puslu bir gurubun boz kızılı yansıyordu gözbebeklerine. İçerdeyse, Buluşma’ya katılan tüm şair ve konuşmacılar sahnede toplanıyordu son bir fotoğraf karesine sığmak için. Y. Bekir YURDAKUL’un mikrofon sehpasına çağırdığı iki kişiden biri Konak B. Bşk. A. M. Tunçağ’dı. Herkese teşekkür etti ve “Kazanan İzmir ve Konak oldu.” dedi kısaca.

Dünya Şiir Bildirisi’ni o gür şair sesiyle okuyan kişi bu yılın onur konuğu Sayın Arif DAMAR’dı.

“Şiir depremdir, yıldırımdır, güzeldir, korkunçtur, yürür, ezer geçer;
sonsuzluktan gelir, sonsuzluğa gider, yürüdüğü yolun bitimi yoktur;
eşsizdir, güçlüdür, en güzelden daha güzeldir;
herkesten farklıdır dili, ama herkes anlar söylediğini, dilsizleri dahi konuşturur;
gülden, karanfilden de güzel kokar sonsuzluk gibi;
kelepçe, tasma, zincir tanımaz şiir, özgürdür, özgürlüktür;
zalimlere ve alçaklara meydan okur, boyun eğdirir, engel tanımaz, yıkar, ezer geçer;
ölümsüzdür, aşktır, sevdadır;
anaların şefkati, babaların güveni, çocukların kıvancıdır...
Şiir kendi kendini anlatır, ben anlatamam.
Yaşasın şiir!
Ne mutlu şiir yazan, şiir okuyan, şiir sevene!
Ötesi yok!”

{Bu etkinlik boyunca çok sayıda şair sahnede kendi şiirlerini okudular. Bunların isimleri ve şiirleri bu etkinlik için bastırılmış olan <ötesi yok!=""> isimli kitapta var; yazıyı daha fazla uzatmamak için buraya yazmadım. Ayrıca, not alırken hızlı yazamamaktan ötürü bazı sözlerini yakalayamadığım konuşmacılardan da özür dilerim. Bir başka sanatsal etkinliğin çözümlemesinde buluşmak üzere... Mehmet SAĞLAM}

Dip not: Bu yazıyı yayımlama fikrini aklıma düşüren Sayın Pirmete Bey'e ve şiir konusunda eleştirel bir yazı yazan Sayın Yekruseha Hanım'a teşekkür ediyorum: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=101703

 
Toplam blog
: 147
: 2923
Kayıt tarihi
: 05.05.07
 
 

İngilizce öğretmeniyim, çevirmenim, dilmaçım, araştırmacıyım. / Beş kitabım var: Beynin Kimliği, ..