Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Temmuz '09

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Şimdi aşkı göze alabilir misin?

Şimdi aşkı göze alabilir misin?
 

AŞK TÜKENDİ


ŞİMDİ AŞKI GÖZE ALABİLİR MİSİN?

Gerçek aşkı arar dururuz… Gerçek aşkı sorar dururuz… Gerçek aşkı bulduğumuzu sanırız… Gerçekten âşık olduğumuzu sanırız… Gerçekten aşkın olmadığını anlarız… Sonunda da şu gerçeğe parmak basar ve karar veririz. Aşkı suçlar, yargılar ve infaz ederiz. Bu hastalık derecesine varan, yürek atışlarımızı hızlandıran, uykusuz gecelerimizin karabasanları, yoğun tutkuların bileşkesi olan aşk; başımıza çok dert açmıştır.

Aşk, uğruna neleri feda eder insanoğlu?

Aşk, öykülerde baş tacı iken adaletin terazilerinde de kalem kırmıştır. Aşk, şiirlerde çeşitli imgeler ile süslerken gönül defterlerini, mutlu yuvaları tarumar eder. Aşkın içinde o dayanılmaz enerjisiyle, bize nasıl “albeni” der gibi cazip olduğunu bilmeyen yoktur. Bu duyguya doğru mıknatıs gibi çekilen insanın, bir alev gibi yandığını da görmüşüzdür. Hatta yürek yangınlarını söndüremediği zamanlarda da, canıyla aşka bir diyet ödendiğini, hepimiz biliyoruz. Öyle aşklar anlatılmıştır ki, her birini yazmaya kalksak sayfalar almaz. Elimden geldiğince ve anımsadığım kadarıyla, yaşanmış aşk öykülerini aktarmaya çalışacağım.

İlk erkek ve ilk kadın olarak bildiğimiz Âdem ve Havva, yeryüzüne indikleri zaman ayrı yerlere konmuşlar. Bu ayrılık sonrası birbirlerini özlemiş ve Tanrı’ya yalvarıp buluşmuşlardır. Birleşmelerinden doğan Habil ve Kabil, daha sonra doğan ikiz kız kardeşlerine aynı anda âşık olmuş ve bu aşk İLK cinayetin işlenmesine neden olmuştur.

Leyla ile Mecnun aşkı ve Kerem ile Aslı’nın aşkları çocukluğumuzdan beri bilinen aşk masallarıdır.

Romeo ve Julyet aşkları ile Carmen’in aşları opera sahnelerini süslerken, aşk destanları anlatılmakla bitmez, bitiremeyiz de. Hele ki bir de neolitik zamana kaydığımızda AŞKIN yapılan kazılardan kanıtları dahi çıkmaktadır. Siz hiç ilk aşk mektubunu duydunuz mu?

Milattan önce 2300 2500 yılları arasında Mezopotamya'da yaşayan ve şahane bir güzelliğe sahip olan Enlil adında Sümerli bir rahibe Kral Su-Sin'e âşıktı. Sümerlilerin yeni sene bayramında tesadüfen kralın gözüne çarparak onunla evlenmeğe muvaffak oldu. Evlendiği gün de aşk ateşi ile sevgilisi krala bir şiir yazdı. Gerçek sevginin sembolü olan şiir sarayda o kadar beğenildi ki daha sonra o devrin en ünlü musiki üstatları tarafından bestelendi ve kısa zamanda halk arasına kadar yayılarak ebedîleşti...

Aşkını taşlara kazıtan güzel rahibe Enlil mektubunda şöyle yazıyor:

Güveyi kalbimin sevgilisi

Senin güzelliğin fazladır bal gibi tatlı

Beni büyüledin

Senin önünde titreyerek durayım

Güveyi seni okşayayım

Benim kıymetli okşayışım baldan hoştur

Bağışla bana okşayışlarını

Benim beyim

Tanrım Benim beyim baygınlığım

Enlil'in kalbini memnun eden

Su-Sin'im Bağışla bana okşayışlarını.

Güzel bir rahibenin 4500 sene önce bir krala çivi yazısıyla yazdığı dünyanın ilk aşk mektubu İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır.

Mitolojik aşklar vardır. Hani Zeus ve Hera’nın aşkları. Bir kış mevsiminin çok soğuk bir gününde HERA ıssız bir yerde yalnız başına bulunuyordu. Birden bire soğuktan üşümüş, titreyen bir guguk kuşu geldi ve omzuna kondu. Üşüyen kuşa acıyan HERA onu yakalayıp ısıtmak için göğsüne yasladı. Oysa bu bir kuş değil baş tanrı ZEUS' tu... ZEUS, HERA' ya...

" HERA, istiyorum ki sen benim karım olasın, büyük gözlü güzel tanrıça benim peşimden gel, Olympos’ta parlak bir taht üzerinde ve benim sağımda oturarak saltanat sür." Dedi.

HERA bu cazip teklifi geri çeviremezdi ama ZEUS, ne de olsa bir erkekti ve çok sevdiği karısını başka kadınlarla aldatmaktadır. Hatta kılık değiştirip aşklarına ulaşan Zeus bir kere aşk yaşamamıştır. Europa’nın güzelliğine âşık olmuş ve boğa kılığına girmiştir. Hera’nın kıskançlığından çekindiği için bunu yapmıştır. Daha sonra Leda’ya âşık olmuş hatta onu korkutmamak için bir kuğu olmuş ve birlikte olmuşlardır. Bu ilişkiden iki çocukları olmuştur. Adları şafak yıldızı ve kutup yıldızı konmuş olup denizcilere yol göstermişlerdir.

Ve Eros ve Psykhe aşkı çok sarsıntılıdır: EROS ( AMOUR ), PSYKHE (RUH)PSYKHE (Ruh) Milet kralının üç kızının en güzeli idi. Gerçekten o kadar güzel, o kadar alımlıydı ki herkes Afrodit’i bırakmış, ona tapınmaya başlamıştı. Afrodit tapınağının sunakları artık bomboştu ve herkes hediyelerini PSYKHE’ YE götürüyordu. Bu durumdan aşk tanrıçası Afrodit küplere biniyor, kıskançlığından çatlıyordu. İntikam almak için iş başa düşünce oğlu EROS’A gitti ve dünyanın en çirkin erkeğine âşık ederek PSYKHE’ YE cezasını vermesini istedi. EROS annesinin isteğini yerine getirmek için hemen yola koyuldu. Aşk tanrısı Eros, Ares ve Aphrodite’in oğludur.

EROS annesi Aphrodite gibi dünyaya güzellik ve neşe getirir, insanların gönüllerini aşk ateşi ile yakar, insanların mutluluklarını ya da sonlarını hazırlar. Aphrodite güzelliği ile sadece tanrıların değil insanlarında gönlünü fethetmişti. İnsanların kalplerine sevgi ve aşk tohumları serpiyor onlara neşe ve sevinç veriyordu. Diğer yandan kimi zaman bu neşe ve sevinç aşk acısına da dönüşebiliyordu. Güzel tanrıça gücünü sadece insanlar ve tanrılar üzerinde göstermezdi. O tüm tabiata söz geçirebilirdi. Tek bir tatlı bakışıyla kudurmuş dalgaları sakinleştirir, nefesi ile deli gibi esen rüzgârları dindirirdi. Yeryüzünde her şeyi o diriltir, o canlandırırdı. Kurumuş çiçekleri tekrar canlandırır, dünyayı süsler, güzelleştirirdi.

Mitolojide unutulmayan aşklardan biri de 9 yıl Truva savaşlarına neden olan; Paris/Helen aşkıdır.

Paris aslında Truva kralı Priamos’un oğluymuş. Ancak Truva kraliçesi bir gece rüyasında ateş doğurduğunu ve bu ateşin tüm Truva kentini yakıp yıktığını görmüş. Bunun üzerine bu rüya sonrasında kraliçenin doğurduğu bebek, İda Dağı (Kazdağı)’na bırakılmış. Burada bir süre kendisini bulan bir ayı tarafından emzirilmiş. Çoban olarak büyüyen Paris, Afrodit’i en güzel kadın olarak seçmiş. Bunun üzerine Afrodit de Paris’i, bir başka güzel Helena’ya yöneltmiş. Ancak Paris Helena’yı tanımamaktayken ve şimdiye dek hiç görmemiş iken onu aramaya başlamış. Bu günkü Çanakkale’den yola çıkarak, Yunanistan’da bulunan Spartalıların sitesine doğru gitmiş. Helena o sitenin kralı Menelaos ile evliymiş.

Paris Spartalıların sarayında Helena ile ilk karşılaşmasında onun güzelliği karşısında adeta büyülenmiş. Nereden geldiğini, Afrodit’in kendisine teşekkür kabilinden kendisine Helena’dan bahsedip, Afrodit’in onların kalplerini birleştirdiğini söylediğini anlatmış. Bu durumda kendisinin de bu amaçla buraya gelerek, isterse onu da götürebileceğini söylemiş. Helana da aşk tanrıçasının dediği ve istediğini yapacağını söylemiş. İki âşık Yunanistan’dan kaçıp Anadolu topraklarına girmişler. Sparta şehrinin kralı Menelaos ve onun kardeşi Agamemnon da bunun öcünü almak için Truvalılara savaş açmış. Çok büyük bir donanma ve Agamemnon’un komutasında ilerleyen Spartalılar Truva’ya çıkarma harekâtına başlamış. Savaşın ilk yılında Spartalılar Anadolu şehirlerini yakıp yıkarak talan etmişler.

Tapınaklarda rahibe olanlar bile köle haline getirilmiş. Anadolu’nun ve Truvalıların koruyucusu tanrısı Apollon imiş. Kendisine ait tapınaklardaki rahibelere yapılan bu çirkin davranışa çok öfkelenerek, Spartalılar üzerinde tüm hiddetini göstermiş. Bu savaş aslında Anadolu’nun Yunanistan ile olan ilk savaşıydı. Bu savaşa Anadolu’daki pek çok halk savaşçı yollamıştı.

Başka bir aşk vardır ki; adı Echo olan biri, bir gün geyikleri kovalıyan bir avcı gördü. Adı Narcisse olan bu genç avcıdan daha yakışıklı bir delikanlı az bulunurdu. Onu görür görmez Echo şiddetli bir aşka tutuldu. Gizlice onu takip ediyor, günden güne aşkı alevleniyordu. Derdini açığa vuramıyordu. Delikanlı da izlendiğini hissediyor ve rahatsız olup ormanlara kaçarak gizleniyordu. Ümitsizliğe kapılan Echo başarısızlığını saklamak için derin bir mağaraya kapandı. Artık dağlarda görünmez olmuştu. Beslediği aşk onu günden güne eritti. Bütün vücudu tükendi, kanı çekildi. Ondan geriye yalnız kemikleriyle sesi kaldı. Kemikleri kaya şeklini aldılar, sesi de her tarafta dolaşarak seslenenlere cevap verir oldu. Diğer taraftan Narcisse'in “narsist kişilik bozukluğuna da isim veren yersiz gururu tanrıları kızdırmıştı. Onun bu anlamsız gururunu ve katı kalbini cezalandırmak için, ona garip bir heves verdiler.

Bir gün av ve yaz sıcağının yorgunluğu ile sakin ve şeffaf bir pınarın başına geldi. Su ayna gibi parlaktı. Narcisse su içmek için eğildi ve berrak suya yansıyan yüzünü gördü. Suda aksini görüp büyülenen Narcisse hareketsiz kalmıştı. Adeta aşkla aksine bakıyordu, hiçbir kuvvet onu oradan ayıramıyordu. Yavaş yavaş, güneşin altındaki buz gibi, renginin solduğunu ve eridiğini gördü. Güneş onu yakarak bitirdiği zaman kız kardeşleri onun için ağladılar ve mezarının üstüne koymak için saçlarını kestiler. Cesedi götürmek için hazırlandıkları vakit, onun yerinde sarı ve beyaz bir çiçek buldular ki bu çiçek onun adını taşıyan nergistir.

Ben mitolojiye girdim mi, işin içinden çıkamam. Mısır’a uzanmak isterim Cleopatra ve Sezar aşkına hiç dokunmayalım. Orta Çağa geldiğimizde yaşanan aşklar, yeniçağda daha da derinleştiler. Aşk, resim ve heykel sanatına da derinden etkiler yapmıştır. Rönesans döneminde bunun etkilerini görmekteyiz.

Aşk, müzikte hissettirmiş kendini. Chavkovski ve Nathasa aşkı ilk üç senfonide kendisini çok şiddetli hissettirmiş ve ünlü bestecinin bir keresinde şöyle konuşmuştur:

“İlk üç senfonim Kontes Nadezhda ’ya olan aşkımı, ondan sonrakiler ise nefretimi anlatır”

Aşkın bir ayrılık sonrası içinde barındıran yoğun KİN duygusu, nefretin kıskancına takılmasına neden olmuş ve elime geçen bir mektubunda şu sözleri ile burkar yüreklerimizi:

“Aklımı başımdan alan bir kendinden geçme hali içinde yazıyorum sana. Belki de ruh sağlığımı bozacak kadar aşırı bir mutluluk bu ama yine de kurtulmak istemiyorum. İki gün önce, bizim senfonimizin dört el piyano için yazılmış bir uyarlamasını aldım. Bana öylesine karmaşık duygular yaşattı ki aynı anda hem acı hem de haz (bolno i sladko) yaşıyorum...”

Rusya’ya kadar dayanan Napolyon ve Josephine aşkı dillere destan olmuştur. Sevdiği kadın tarafından sürekli reddedilen Fransız Komutanı, gönül yorgunluğunu bakın nasıl dile getirmiştir:

“Hiçbir savaş yormamıştır beni Josephine’in aşkı gibi”

Hitler’in gönlünü Eva kavururken,

İngiltere Kralı tahtından vazgeçmiş,

Balzac tam on beş sene âşık olduğu kadınla mektuplaşmış ve onu beklemiştir, onun dizlerinde gözlerini yummuştur.

Nazım Hikmet’in Piraye’sini yazarken Rusya’da adına şiirler yazdığı doktor olan Eva Nazım’ın ölümüne kadar sürdürdüğü aşk olmuştur.

Beni en çok tesir altına alan bir aşk vardır ki, hala aklıma gelince iliklerime kadar titrerim. Sanki o dönemde yaşadığımı hissederim. Bir Osmanlı Padişahına âşık olan kadının hüzünden öte yürekleri yırtan, acıtan gerçek yaşanmış hikâyesidir.

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir. Bu sırada bir çadırda kalıyor. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor. Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve Ona âşık olur. Lâkin umutsuz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye... Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokar ve kararsız hale getirir. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devasa farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir. Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır.

Notta sadece üç kelime yazılıdır:

“DERDİ OLAN NEYLESİN?”

Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kâğıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kâğıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar:

“DERDİ NEYSE SÖYLESİN?”

Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra Cariye temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı yerde duruyor bulur. Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi ekler:

“KORKUYORSA NEYLESİN?”

Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar:

“HİÇ KORKMASIN SÖYLESİN...”

Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halifeyi beklemeye başlar. Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur. Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur.

Yavuz Selim Han

"Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince,

Cariye tüm cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle:

"Efendim...” der.

“Cariyeniz... Size..."

ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalır. Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:

“GERÇEK AŞKI ŞU CARİYEDEN ÖĞRENİN. ZİRA ÂŞIK, MÂŞUKUNUN YOLUNDA OLUR VE O YOLDA ÖLÜR.”

Ben sözü çok uzattım. Aşk, kâğıda yazılmıyor, demişler ama yazıldığını da gördünüz işte. Yazmakla da bitmiyor. Sözü Özdemir ASAF’ vereceğim. Aşk hakkında en doğruyu kıssadan bir şiirle açıklamış:

Aşka gönül ile düşersen yanarsın.

Zekâ ile düşersen kavrulursun.

Akıl ile düşersen çıldırırsın.

Duygu ile düşersen gülünç olursun.

Aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın, ezilirsin.

Sersem sersem bakınıp durma bir yol seç!

Hadi bakalım,

ŞİMDİ AŞKI GÖZE ALABİLİR MİSİN?

Emine Pişiren/Akçay/03.07.2009

 
Toplam blog
: 141
: 1282
Kayıt tarihi
: 02.11.08
 
 

Kayseri- Develi doğumluyum. İlk- orta- lise ve üniversiteyi istanbul'da bitirdim. Kültür Bakanlığ..