Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mayıs '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Siz baykuşları da aramızda görmekten büyük mutluluk duyarız

Aslında yıllar sonra Serdar’la birbirimizi ilk gördüğümüz günün kabristanın kapısında yan yana dikilip cemaatin başsağlığı dileklerini kabul ederken ki gün olduğunu sanıyordum ama yanılmışım. Serdar bir Cumartesi gecesi beni eski İtalyan hastanesinin bulunduğu uçurumun kenarında yanımdaki kadına bağırıp çağırırken görmüş, sonra mahalli televizyonun birinde verdiğimiz musıki cemiyetinin bahar konserinde ‘ihtiyarların arasında melerken’ rastlamış bana kendi deyimiyle.

Eski hastanede beni gördüğünde geçip gitmiş, herhalde televizyondaki bahar konserini de birkaç dakikadan fazla izleyememiştir.

O da ben de birbirimizin arkadaşlıklarına pek ihtiyaç duymamıştık nedense. Anne babalarımızın ev gezmelerinde Serdar’la beraber çorap, gömlek kokulu çocuk odalarında güreş tuttuğumuz, yine ailece gittiğimiz pikniklerde yoldan geçen beyaz arabaları saydığımız günler zaten benim en sosyal olduğum günlerdi. Ara sıra gördüğümüz bu çocukluk rüyalarının dışında Serdar’la bir başka ortak noktamız ise ikinci ismimizin Mustafa olmasıydı, bu isim bize aynı adamın, yani dedemizin hatırasını yaşatmak için konmuştu.

Sonraları amcamın oğlu Serdar’la aramızda; ne bir asker mektuplaşması, ne bir yılbaşı tebriği ne de uzaklardan açılan bir hatır telefonu vardı, bizi ve ailemizin bütün ‘Herkes yerinde sağ olsun’ kuşağı temsilcilerini bir araya getirmek Ayşe halama nasip olmuştu ama yol üstündeki, bizim için pek de birbirinden farkı olmayan yüzlerce köyün arasından kendi köyümüzü bulana dek ölüm döşeğindeki Ayşe halamız çoktan son yolculuğuna çıkmış olacaktı.

...

Ölüm hakkında çocukluğumda ilk inandığım şey ‘Eğer ki baykuşlar bir gece gelip bir evin çatısında öterse ertesi sabah o evde biri ölür’ şeklinde bir efsaneden ibaretti.

İşte bu güzelim köy için bizim; isimleri ölümle birlikte anılan o baykuşlardan hiçbir farkımız kalmıyordu artık.

Kışın en hayırsız zamanlarında ya da yaz aylarının karnı tok ev kedilerini bile uyumaya utandırdığı iş zamanlarında köy yollarında adres soran 07 - 34 - 06 plakaları arabaları ve o arabaları buraya getiren sebebin ne olduğunu ‘Dayı bakar mısın?’ diyerek köyümüzün adresini sorduğumuz köylüler çok iyi bilirdi.

Biz baykuşlara da bir düğünde buralara gelip rakı içip halay çekmek, sonra da havaya kurşun atmak zaten nasip olmazdı bir türlü çünkü onlar ne zaman öleceklerini bilmezdi ama biz ne zaman köye geleceğimizi bilirdik sanki. Bu lanetli izdüşümün bir parçası olan biz baykuşlar bu köye bir düğüne değil, ancak bir ölüyü ziyaret etmek için gelebiliyorduk.

...

Mezarın başındaki imam, toprağın altındaki Ayşe halacığıma ‘Ey Atike kızı Ayşe!’ diye seslendiğinde kol kola çıktık kabristandan. Bu beklenen ölümün beklenen misafirlerinin aklında Ayşe halaya ait birkaç güzel anıyla birlikte ölü evinin yolunu tutarken Serdar aceleci baykuşlarla birlikte köyü terk ediyor ve üzerinde bilgisayar resimleri olan bir kartvizit tutuşturuyordu elime. ‘Şehre dönünce beni mutlaka ara’ diyerek.

...

Günler sonra Elmas meyhanesinin en güzel masasında otururken önümdeki büyük Yeni Rakı’nın arka yüzüne yansıyan yüz; amcamın oğlu Serdar’ın yüzüydü.

Kökü bizim oralardan olan çoğu insan gibi Serdar’la ben de sarışın doğmuş yaşlandıkça toprağın rengini almaya başlamıştık ama o bu rengi de kendisine yakıştırmayı başarmıştı.

...

Hayatında üç tane sınav kazanmıştı amcamın oğlu. Ben onun kazandığı sınavları kaybetmekle birlikte 10’a yakın özel yetenek sınavından, bir o kadar mülakattan hepsinden fazlaca “en yetenekli kim” yarışmalarından yüzümün karasıyla çıkmıştım. Serdar kazandığı sınavlardan birinin sayesinde karşımda parlak kumaşlı takım elbisesi, susmak bilmeyen son model bir cep telefonu ve platin kaplama iş çantasıyla taze bir bilgisayar mühendisi olarak oturuyordu şimdi.

‘O kız kimdi?’

‘Hangisi?’

‘Uçurumun kenarında bağırıp durduğun’

‘Ha o mu? Arkadaş be oğlum, tayfa...’

‘Bütün arkadaşların öyle mi bağırıyor sana?’

‘Şarkı söylüyordur o karanlıkta sana bağırıyor gibi gelmiştir’

Sarhoş olana kadar kolay ama renkli cevaplar vermeye çalışıyordum ona, nasıl olsa buradan sarmaş dolaş ve birbirimize telefon numaraları vererek, iş yerlerimizi tarif ederek hatta ilk Cumartesi akşamı buluşmak üzere sözleşerek çıkacaktık, bir sonraki cenazede görüşene kadar da karşımdaki adama itiraflarda bulunmak, hayatta seçtiğim yolların üstüme başıma bulaştırdığı .oklardan bahsetmek pek işime gelmezdi.

‘Neler yapıyorsun, yani müzik falan?’

‘N’olsun be oğlum... Akşamları otelde çalıyorum, arada bir yerel radyolara reklam müzikleri yapıyorum falan. Ne yapılabilir ki işte, iyi kötü demeden uğraşıyoruz’

‘Gelirin nasıl?’

‘İyi olmalı ama değil işte, sürünüyoruz senin anlayacağın’

‘Boş ver biraz pozitif düşün, sevdiğin işi yapıyorsun en azından, bir de bana baksana, mutlu falan değilim aslında’

‘Ulan kıllı Pollyanna, açtırma ağzıma şimdi, akşamdan beri üç ayrı hatunla ‘aşkım’ diye konuştun telefonda bu nasıl mutsuzluk len’

‘Boş ver be oğlum, hepsi evlenmek istiyor nasıl olsa’

Babalarımızın şivesiyle konuşmaya başlamıştık artık, sonra kendimize has yerel reflekslerimizle masayı şivemize uygun mezelerle yeniden donattık, daha sonra Serdar bana ‘gel sana grafikerlik öğretelim, bir mesleğin daha olsun’ dedi. ‘Becerebilir miyim?’ dedim

‘En iyisi olacak halin yok zaten ama birkaç aylık kursla üç beş kuruş ek gelir sağlarız sana’ dedi.

Yine de Serdar bana hevesle bunları anlatırken sürekli ‘konsept, kanalize, motive, jenerasyon, piyasa ekonomisi’ gibi kelimeler kullanıyor bense yüzüme ‘dinliyorum seni’ yi takıp fazla yorulmamaya çalışıyordum.

Sanırım o akşamın üzerinden bir yıldan fazla zaman geçmişti, otobüsten inip köyün çamuruna ayak bastığımda Tanrı’ya şükrettim çünkü buraya yıllar sonra ilk kez bir davetiyeyle geliyordum.

Elimdeki süslü kağıda iliştirilenleri de biliyordum az çok; ‘... Sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız, babası Fazıl Uçar, babası Necmi Mutlu...’ Perşembe gün saat 20.00 kına gecesi, Cuma, Cumartesi saat 19.00 eğlence, takı töreni, Pazar gün 14.00 gelin alma v.s...

Doğrusunu söyleme gerekirse düğün evinde oldukça işe yaradım, sandalye taşıdım, kasabaya inip barutla rakı aldım, üşüyen şehirlilere fazladan çorap ve hırka buldum hatta düğünde elektro sazın yanına dikilip meşhur türkücüler gibi mendil sallayarak ‘Yeşil ördek gibi daldım göllere’ türküsünü bile söyledim. Bi ara ‘Silah atan bizden değildir’ diye bağıracak kadar oralı hissediyordum kendimi. Söylemesi ayıp en az üç yevmiyemi yiyen altın bileziği de Asiye yeğenimin kollarına davulcunun ‘Çalgıcı yeğenden bilezik’ bağırışları arasında taktım.

Üzerimize ağır örtüler örttüğümüz rüyasız bir iki geceden sonra telaşlı telaşlı otobüslere, arabalarımıza koşuşturduk yine, amcamın oğlu Serdar ‘hayırsız kuzenine’ ‘Dönünce beni mutlaka ara’ diyerek bindi arabasına. ‘Olur’ dedim, ‘mutlaka görüşelim’.

Abim arabasının radyosunu köyden çıkınca açtı hafifçe. Çok nadir olan bir şey oldu. Radyoda bestesi bana ait olan bi müzik parçası çalıyordu.

Dönüp tekrar köye baktım, kerpiç evlerin üstündeki çırılçıplak sarı kafalı çocuklarla birbirimize el salladık.

Okan Ünver

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..