Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Ekim '12

 
Kategori
Eğitim
 

Siz çocuğunuzu sevin, eğitime güvenmeyin

Siz çocuğunuzu sevin, eğitime güvenmeyin
 

İlkokullar arası halk oyunları yarışması


2012 Eğitim Öğretim yılı başlarken, ortaya koymaya çalıştığım bu saptamalar da göstermektedir ki, okul iki tarafı da sorunlu bir alan. Çünkü okul bir eğitim kurumu ve çocuğu hayata hazırlayan bir yaşama alanı değil. Okul çocuğu üniversite sınavlarına hazırlayan bir arena, bir yarış alanıdır. Sınavlar ise sonu ölümle biten bir gladyatör dövüşü gibi çocuklara yansıtılmakta, çocuklar bu zorluk ve sorumluluğun altında ezilmektedir. Yaşamlarının tamamı sınavlara hazırlanmak, sınavdan sınava atlayarak, sınav öncesinin stresi, sınav sonrasının hayal kırıklıkları içinde, birbirleriyle yarışarak geçmektedir.

Üstelik bu süreç sevgisiz,duygusuz, hoşgörüsüz bir yarış ortamıdır. Sanki okyanus ortasında batan bir gemiden hayatını kurtarma bencilliği içinde geçen, acımasız bir yarıştır. Veli yarışın sponsorudur. Atının kazanması için her türlü fedakârlığı yapar. Çocuğun kendisinin yapması gereken çoğu işleri dahi, çocuk dersten geri kalmasın diye veli yapar. Hatta kitaplarını okuyup ödevlerini bile yapar. Ve tüm bunları çocuğuna iyi bir gelecek hazırlamak adına yapar. Oysa bilmez ki, yaptığı her tür fedakârlık, acımasız vahşi kapitalizm zincirine yeni bir halka eklemeye yarar.

Çocuk tüm bu kaygılara, kavgalara ve yarışmalara rağmen sınavı kaybederse -ki: üniversitelerin kapasiteleri herkesi alamayacağından, katılanların yarıdan fazlası kaybetmek zorundadır- çocuk yıkılır, pasivize olur, hayatın dışına itilir. Bunlar, 18 yaşına kadar, sınav yarışı dışında hiçbir yaşam deneyimi ve çağlarının gereği şeyleri yaşamadan geldikleri için, yarışın dışında kaldıkları anda, kendilerini büyük bir boşlukta bulurlar. Boşluk her şeyi yutan, yok eden, hiçbir şeyin hiç bir şey ifade etmediği sonsuz bir okyanus gibi sarıp sarmalayıp yutar bunları. Bunlar kaybedilmiş nesillerdir. Çünkü bunlar yeteneksiz, beceriksiz, kendine güvensiz ve üstelik yaşam yolunda deneyimsiz kalmışlardır.

Yaşamlarının tümü kıran kırana bir yarış içinde geçtiğinden, yani sevgisiz, hoşgörüsüz, bencil bir kulvarda at gözlükleriyle bu güne geldiklerinden mutsuz ve gelecekten umutsuz adeta bir anda yaşlanmış ve kaybedilmiş gençlerdir bunlar artık. Bunlar yabancısı oldukları yaşamdan korkar, evlere, odalara, kahve köşelerine sokaklara saklanırlar. Bir olay anında aniden patlayan bir bomba gibi ortaya çıkıp kaybolurlar.

Siyaset simsarları, tarikatlar, çeteler, sağcılar, solcular, milliyetçiler, terör örgütleri kendileri için burada hazır bir depo olduğunun bilincindedir ve istedikleri zaman bu depodan istedikleri kadar alıp kullanırlar. Depodakiler zaten kendilerini defolu ve işe yaramaz hissettiklerinden, kendilerinin bir işe yaradığını ispatlamak arzusuyla yanıp tutuştuğundan, gelebilecek her teklife açıktır. Teklif aldığı alanda yine bir yarış atı gibi, araştırıp soruşturup üzerinde hiç düşünmeden at gözlükleriyle ilerleyerek, kendini kanıtlamaya çalışacak, saklandığı hayattan ve onun kuytu köşelerinden, onu da içine alabilecek bir guruba dahil olmak için her şeyi yapacaktır.

Peki, soruyorum şimdi, sayın veliler! Çocuğunuz böyle bir insan olsun diye mi, bunca çabanız, özveriniz? Elbette ki “Hayır” diyeceksiniz. “Kaybetmesi için değil, kazanması için yaptık bunca fedakârlığı” diyeceksiniz. Tamam, kabul… O zaman bir de sınavı kazananlara bakalım. Diyelim ki; at gözlükleriyle tek üniversiteyi göstererek, dünyayı göstermeden yarıştıra yarıştıra getirdiğiniz yarış atınız, sınavı kazanarak üniversiteye girdi.

Sınavı kaybedenin boşluğu olmasa da, o da kendini yaşamadan geldiği yaşam boşluğunda bulmayacak mı? Burada intibak zorlukları ve hatta psikolojik sorunlar yaşamayacak mı? Sınavı kazanmak, 18 yaşına dek sürekli büyütülerek gelen boşluğu doldurmaya yetecek mi? Sınavı kazanmak, sevgisiz, duygusuz, hoşgörüsüz geçen yarışma günlerinin acımasız, bencil ve ağır sorumluluklar altında ezilmiş ruh halini bir anda hiçbir şey olmamış gibi normale çevirebilecek mi?

Yani yapılanlar elde edilene değdi mi? Okul bitince iş bulabilecek mi? İş bulamaz ise kendi başına ayakta durabilecek mi? Yoksa okul günlerinde onun yerine her şeyi yaptığınız gibi, ömür boyu bu fedakârlığınız sürecek mi? Sınav kazanamayanların içine düştüğü işe yaramama, yaşamın dışında kalma duyguları onlarda da okul bittikten sonra gelişmeyecek mi? Onlar da bir yerlere gizlenmeyecek mi? Siyaset ve din bezirgânlarının, çetelerin eleman deposuna dönüşmeyecek mi?

Oysa okul gerçekten bir eğitim yeri olsa, çocuğun yeteneklerini, düşünce mekanizmalarını körelten değil de, geliştiren bir yer olsa… Yani çocukları hayata hazırlasa… Örneğin ilkokul birinci sınıfta, sistem çocuğun beynine harfleri, rakamları zorla kazımaya çalışacağına, çocuğa saçını taramayı, giysilerini kullanmayı, tuvalette altını temizlemeyi, ayakkabılarını bağlamayı öğretirken, araya birkaç harf, birkaç rakam da sokuşturarak ilerlese… Çocuk her işini kendisi yapabilen bağımsız bir kişilik kazansa… Bağımlı ve asalak bir yaşamın alışkanlıklarından uzak tutulsa… Her şeyini ailenin yaptığı ve okulun üç ayda okuma yazma öğrettiği sistemden daha iyi değil mi? Acelesi ne? Üçüncü sınıfa kadar öğrensin okuma yazmayı. Gelişmiş ülkelerin çocukları ilkokul beşinci sınıf bilgisiyle üniversiteye gidiyor da, mezun olunca bizimkilerden geri mi kalıyor?

Ve yine ilkokul ikinci üçüncü sınıflarda, sıkı bir sınav eğitimi yerine, bunu oldukça gevşeterek, ağırlığı sorun çözmeye versek. Örneğin kavga eden iki çocuğun durumunu iki, üç gün, beş gün çocuklarla birlikte tahlil etsek… Yani bir arkadaşımızla bir sorunumuz olduğu zaman bunu nasıl çözeriz konusuna her sınıfta her öğretim yılının en az dörtte birini ayırsak, çocuklara sorunların kavgasız ve konuşarak da çözülebileceğini öğretsek, uzlaşma kültürünü geliştirsek, bugünkü gibi her şeyi yarışa, ayrışıma ve çatışmaya götüren, sevgisiz, mutsuz, umutsuz, vahşet ve dehşetin kol gezdiği, agresif bir cinayetler toplumu olur muyduk? Üniversite kazanacak diye, bilgiyi hap şeklinde birileri öğrencilere yutturacağına, çocuk kendisi, deneyle, gözlemce araştırarak toplamayı, bunları raporlaştırmayı ve sonuçları arkadaşlarına aktarmayı öğrenseydi, çocuklar önüne gelene inanıp, sapık düşüncelere şartlanıp, saplanıp kalır mıydı?

Peki, öyleyese ne yapacağız? Çocuklarımızı okula göndermeyelim mi, derseniz: “Ah keşke mümkün olsa” derim. Fakat herkes kendi çocuğunu kendisi eğitemeyeceğine göre okula gitmek zorunda. Ayrıca okul, eğitimle ilgisi olmayan bir yarış arenası olsa da, çocukların yaşıtlarıyla bir arada yaşadığı bir alan olması açısından çok önemli ve hayati bir alandır. Çocuklar birbirini eğitir. Yani okul birlikte yaşamanın öğrenildiği yerdir. Sistem katkı sağlamasa da, çocuklar birbirini eğitir. Bu yüzden elbette çocuk okula gidecektir. Ama veliler çocuklarını bir yarış atı gibi görmek yerine yaşamı öğrenmelerine, yaşama hazırlanmalarına müsaade etmeliler, yardım etmelidir. Ders kitabıyla test kitabı dışında kitap okumalarına, edebiyat, sanat ve sporla ilgilenmelerine olanak sağlamalılardır.

Ve en önemlisi de, çocuğu sevmektir. Bu sistem içinde sizin çocuğunuza verebileceğiniz en büyük hazine, sınav kazandırmak için onun görevlerini yapmak değil, ona gösterdiğiniz sevgi ve güveninizdir.

Çocuğunu çok sev

Çok ama çok sev çocuğunu

Ve sevdiğini göster

Sevgi besler büyütür onu.

Sevgi tüm güzel duyguları tetikler

Çocuk bakar dünyaya sevgi dolu

Sevgidir insan ruhunun

Vitamini, proteini, tuzu.

Çok sev çocuğunu

Ama sen yapma

Her şeyi onun adına

Yoksa dönüşür sevgi

Faydaya, hizmete, çıkara.

Ne denli çok seversen

Bu tarzda çocuğunu

O denli uzaklaştırır

Soğutursun kendine onu.

Sorumluluklar kaybolur

Sevgi olur çıkar, hizmet

Hizmetin arttıkça dozu

Olur mecburiyet.

Ve isyanla gözleyip sonucu

Dersin ki, ne münasebet

Böyle haksızlık olur mu?

Sevgi, çıkar, hizmet

Sevgi mecburiyet

Sevgi olumsuzluk mu?  (13.07.2005 Burdur)

Benim tavsiyem siz çocuğunuzu sevin. Okula güvenmeyin. Okullar ülkeye insan yetiştirmek yerine partiye militan yetiştirmeyi, itaat ve kulluğu öğretir. Beceriksiz, başarısız devletin eline bakan insan yetiştirmeyi amaçlayan kurumlardır. Yönetenin yönetilene tepeden bakıp, ona kul muamelesi yapabilmesi, halkın vergilerini kendi cebinden ihsan dağıtır gibi dağıtabilmesi, halkı istediği yerde istediği amaçla kullanabilmesi için böyle bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Bunun için de çocuğa beş yaşından itibaren yüklenmek, 10 yaşına geldiğinde 18 yaşın bilgilerini yüklemek, çocuğu ezmek gerekir.

Yani çocukların üstünde çok ağır bir öğretim yüküyle ondan da ağır bir sorumluluk yükü vardır. Ve en önemli destek olan SEVGİ ise, en çok esirgenmektedir. Onun için çocuklara, taşıyabileceği kadar ve kendisiyle, çağıyla yaşıyla ve yaşaması gerekli olan alanlarda sorumluluk verin. Ama sınav sorumluluğu diye beş yaşında başlayıp, 25 yaşına dek süren çok ağır bir sorumluluğun altında ezmeyin. Çocuğu bu ağır yükün altına soktuktan sonra, tüm sorumlulukları üstlenip, onun yerine aşı olup, senin için her şeyi yaptım diyerek, kendinizi bu sorumluluktan kurtaramazsınız. Derim ki size, siz sevin çocuğunuzu, sevin her şeyi ve herkesi, çocuk alması gereken sorumlulukları, taşıyabileceği kadar alsın, ben sevgiye kefilim.

Yetmez mi yaşamın, olumsuzlukların çevirip kuşattığı

Yetmez mi yoklukların, yönetenlerin dayattıkları

Bir de kendimiz dayatıp bazı çıkmaz sokakları

Eğitim adına çocuklarımıza yazık etmeyelim

Siz sevgiyi seçin, ben sevgiye kefilim.

 
Toplam blog
: 81
: 702
Kayıt tarihi
: 21.11.08
 
 

Nazmi Öner 1946 yılında Burdur’un Bucak İlçesine bağlı Seydiköy’de doğdu. Seydiköy İlkokulu v..