Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Kasım '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Siz de takılır mısınız bazan?

Siz de takılır mısınız bazan?
 

tatlicadica.com'dan alınmıştır


Sabah saat 9.30... İnsanların sabah mahmurluğundan henüz kurtulamadığı, ellerin işe bir türlü uzanamadığı bir saat... Bir ısırık poğaçaya bir yudum çayı katık yaparak kahvaltısını bitirmeye çalışanlar da cabası...

Elbette bu tarif hepimiz için geçerli değil... Aynı saatlerde bir yangına müdahale eden bir itfaiye eri, kaza sonrası arabasına sıkışıp kalmış bir yaralıyı hastaneye yetiştirmeye çalışan bir ambulans hemşiresi, kovaladığı bir suçlunun silahından çıkan mermilerle yara almış bir polis memuru da yaşıyor aramızda...

Gece geç saatlere kadar yiyip içip eğlenerek sabaha karşı başını yastığa ancak koyabilenlerin, bütün bu olup bitenlerden habersiz, daldıkları derin uykudan, arada bir kendi horultularıyla rahatsız olarak uyandıkları da bir gerçek.

*****

Aynı saatlerde ekran başına geçip şu yazıyı yazmaya başlarken, şükürler olsun ki ben mutlu ve keyifli bir zaman geçiriyorum.

Bugün saat 9.30'da başlayacak bir toplantı için hazırlamak zorunda olduğum 382 sayfalık ciltli bir kitabın kapağını dün saat 11,07'de, son formasını da 14,26'da matbaaya ulaştırmışım ve tam saatinde elime almışım.

Matbaa işleriyle uğraşanlar -mesela kulakları çınlasın sevgili Mustafa Mumucu- beni çok iyi anlayacaklardır. Böyle acele zamanlarda aksilikler hep üstüste gelir.

Aslında bu sevinci bana yaşatan Yunus beye de bir teşekkür etmek boynumun borcu. Aslında hangi matbaa olduğunu da yazmak isterdim ama, reklama girer filan da yönetimle başımız belaya girer diye yazmıyorum.

*****

Bu haleti ruhiye içinde bilgisayarın karşısına geçtiğimde, kendi kendime bir şiir mırıldandığımın farkına vardım. Belki manzume demek daha doğru olur. Fakat tam bu cümleyi yazarken bunun da yanlış olabileceği geldi aklıma...

Manzume, tertipli, ölçülü söz demektir. Hani şiir yazarken her dizede, hecelerin açık mı kapalı mı nasıl sıralanacağını belirleyen bazı kalıplar vardır. Lisede her nedense öğrencilerin sadece dalga geçerek dillerine doladıkları "fâilâtün mefâilün fâilün" ve benzeri şekiller gibi... Bunlara aruz diyoruz. Şiirin, söz dışında kulağa hoş gelen âhengini bu kalıplar belirler.

Elbette bu kalıba uyan hecelerden yapılmış sözcükleri ardarda dizmek, bundan da anlamlı cümleler kurmak, üstüne üstlük sonunu da kafiyeli kelimelerden oluşturmak, öyle kolay bir iş değildir.

Bütün bunları iki, dört veya beş satırlık bölümlere de yaymak zorundasınız.

Zaten bu zorluktan kaçanlar, "canım o kadarı da fazla, her mısradaki hece sayısı aynı olsa yeter" demişler. Gerçi onun da kendi içinde 4+4+3 veya 5+6 gibi kurallı olanları var ama, hiç değilse toplam 8, 11 veya 14 heceye razı olmuşlar.

Bu da zor gelmiş insanlara. "Kardeşim ben anlamlı ve güzel cümleler kurabiliyorsam, satır sayısının, hece sayısının, hatta uyaklı kelime kullanmanın ne önemi var?" deyip düz yazıya, pardon serbest şiire geçmişler.

Benim mırıldandığım da işte öyle en kolayından, serbest vezinde yazılmış bir şiir...

*****

Nerden aklıma takıldı bilmiyorum. Sözlerinin şu günlerde yaşadığım olaylarla uzaktan yakından bir ilgisi de yok. Belki şuur altında bir şeyler vardır, bilemem. Hani bazı şarkılar da takılır ya insanın dudaklarına bazen... Durmadan tekrarlar da takrarlarsınız.

Bunun nasıl başladığını bilmediğiniz gibi, nasıl bittiğini de anlayamazsınız. Bir gün bakmışsınız ki artık o şarkıyı mırıldanmıyorsunuz.

*****

İşte böyle garip duygular içinde zihnim bir oraya bir buraya gidip gelirken, birdenbire aklıma geldi. Acaba bu şiir internette var mıdır diye google efendiye bir sorayım dedim.

Aaaaa... Gerçekten var...

Bazı arkadaşlarımızın yazıları farklı sitelerde yer alıyormuş ya, hani hep şikâyetleri duyuyoruz, telif hakları, avukat, mahkeme falandan bile bahsediliyor. Ben bunlara pek katılmıyorum. Keşke benim yazılarımı da yayınlasalar, ben de yazıları kopyalanan bir "yazar" olabilsem.

O zaman "Serbest Yazarlar Platformu"na da gönül rahatlığıyla katılabilirdim.

Hayatta hiçbir şeyi kopya çekmedim, çekmeyi de düşünmedim. Sadece ortaokulda üç yıl üstüsta bütünlemeye kaldığım Tabiat Bilgisi dersinde bir kopya girişimim oldu. Acemi olduğum için hoca da hemen beni farketti.

Ben can havliyle elimdeki küçücük kağıdı sıranın içine attım. Tabii kıpkırmızı kızardım, renkten renge girdim. Hoca da beni kesin yakalamış olmanın zevkiyle geldi, sıramı didik didik aradı ve bir şey bulamadı. Ben de şaşırdım.

Meğersem ben korku ve heyecandan kağıdı buruşturup küçük bir top yapmışım ve masanın gözüne koyuyorum diye ileri doğru fırlatmışım.

Bu ilk ve son kopya denemisnden sonra derslerde de hiç kopya çekmeye tenezzül etmedim. Her şeyi olanlardan daha orijinal ve farklı yapmayı isterim. Ama kopya edilmek güzel bir şey. Yaptığım pek çok iş, o finrmanın daha sonraki işlerine örnek teşkil etmiş veya başkaları tarafından aynen uygulanmıştır. Bundan üzüntü değil, tam tersine memnuniyet duyuyorum.

*****

Bu olay biraz da insanın rahat olmasına ve kendine güven duymasına bağlı sanki... Hani trafikte canınızın sıkkın olduğu zamanlarda hep birilerini sollamak ister, fakat sizi sollamak isteyenlere de kızarsınız ya... Halbuki neşeli zamanlarınızda, "geç be kardeşim, buyur, bu kadar strese girecek ne var?" diye cömertlik gösterip hayatın tadını çıkarmaya çalışırsınız.

Bir de yaratıcı fikirler üretmeye çalışanların ufukları, her zaman her şarta göre farklı düşüncelere açıktır. Ömründe tek bir fikir üretenler, onu kimselere kaptırmamak için dokuz takla atarlar. Halbuki başka yerde ve başka zamanda onu uygulamanın imkânı yoktur.

****

İlk kez lüzumsuz ve amaçsız başladığım bir yazıyı uzattıkça uzattığımın farkındayım. Nerden geldik buralara? Keyifle başlayan bir günde mırıldandığım bir şiirden... Hangi şiir mi? Ne şiiri canım... Şiir yazmak kim, ben kim... O yazı yazabilmek için bir bahaneydi.

Kaç gündür Blog'da yazı yazamıyordum da...



 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..