Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ocak '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Siz hiç üşüyen ateş gördünüz mü?

Siz hiç üşüyen ateş gördünüz mü?
 

Doğum her canlının kaderidir ve bir defa yaşanır bu an; tıpkı ölüm gibi... Nasıl ki her başlangıcın bir sonu varsa, başlanılan bir cümlenin sonuna nokta konuyorsa,
ölüm de bir noktadır ve her canlının 'bir cümleden ibaret' ömrünün sona konur, bir nokta gibi!

Ne doğmayı biz isteriz ne de ölmeyi. Bu iki olgu biz varolmadan önce de vardı, bizim için de var oldu. Bizden sonrakiler için de var olacak. Evet, belki doğmayı istemeden geldiğimiz bu dünyadan göçüp gitmeyi de istemeyeceğiz. Fakat; bu kuralı ne biz koyduk, ne de değiştirecek olan bizleriz. Bu, tartışılmaz bir gerçektir.
Peki, öyleyse bu oyunda bizim rolümüz nedir? İpleri birilerinin elinde olan bir kukla mıyız, yoksa her birimiz tiyatro sahnesinde kendi kendimizi mi oynuyoruz?

Bilinmez! Ama bilmemiz gereken bir şey var ki bunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız gerekir: eğer insan ömrü iki nokta arasındaki belirsizlik ve tanımlanmamış bir süreçten ibaretse, bize düşen bu belirsizlik üzerindeki bulutları asgariye indirmek ve bu süreci en mükemmel şekilde değerlendirmektir. Ölmek için doğmadıysa hiçbir insan, amaçsız bir yaşam sonrası ölümü beklemek de aptallıktan başka bir şey olamaz.

Ölüm, ancak kutsiyetini ve amacını yitirmiş bir yaşam sonrasnda vuku bulursa gerçek anlamını kazanır. Ölümden de kutsal bir yaşam varsa ve: "Eğer ki yaşıyorsak bir anlamı olmalı bu hayatın. Hayata bir anlam verecek kadar olgunlaşmışsak o zaman da gözümüzün gördükleriyle sınırlı kalamaz sorumluluğumuz. Bu noktaya bizi taşıyabilecek kadar beslemeliyiz kendimizi,
'kendimiz' olabilmek için. Ve ancak bu noktaya gelebilenlergerçek hayatı iç dünyalarıyla şekillendirebilirler!"

Şekilli bir iç dünya, şekilsiz bir dış dünyadan yeğdir. Dış dünyalarını şekillendirme telaşına düşüp de iç dünyalarının ışık kaynağını tüketenler, bir gün yollarını kaybedip iç dünyalarına yönelecek olurlarsa, bulacakları tek şey, zifiri karanlık ve ürkütücü sessizlik olur. Karanlıktan ve sessizlikten korkanları bir korku bürüyecek çepeçevre. Aniden bir çığlık koparacaklar derinden. Çığlıkları, uçsuz bucaksız karanlığın içinde yankılanıp yine kendilerini korkutacak. Korkacaklar, korkup kaçmak isteyecekler.

Neden, biliyor musunuz? Kendilerinden, kendi iç dünyalarından kaçacaklar. İçlerini kaplayan 'is'in dumanında boğulacaklar, kendi küllerinin bile farkında olmadan,
ateşin ne zaman çıktığını soracaklar. Oysa ateş yoktur; ateş olsa, ısı olacak, ışık olacak. Onların dünyası havasızlıktan ve karanlıktan kararmıştır. İşte o an ölüm, onlar için kutsiyetini yitirmiş bir yaşam sonrasında tek çıkar yoldur. Farkında değillerdir ama onlar zaten çoktan ölmüşlerdir!

Kendilerinden kaçarak kendi fişlerini çektiklerinden haberleri bile olmamıştır.
Ya diğerleri mi, iç dünyalarının her sokağını lambalarla aydınlatıp, yeşilliklerle donatanlar mı? Onlar tutkuyla yaşayanlar, dış dünyalarında var güçleriyle çalışıp içlerindeki kor alevi körükleyerek tutkularını besleyenlerdir. Yaşamın kutsiyetinin ve güzelliğinin farkındadırlar ve bir gün iç dünyalarında yaşamak zorunda kalacaklarını bilirler. Bu yüzden, iç dünyaları sürekli aydınlık, ferah ve sıcacıktır. Bunlar, asla üşümezler. Çünkü içlerinde ateş taşırlar.

Siz hiç üşüyen ateş gördünüz mü?

Onlar için çok şey söylenebilir ama hiçbir söz, içlerindeki ateşle ışıldayan gözleri kadar manidar ve kesif olamaz. Onları tanımak için gözlerine bakmak yeterdir. Göreceksiniz, gözlerinden yansıyan ateş sizi de etkisi altına alıp, içinizi ısıtacak.

 
Toplam blog
: 3
: 503
Kayıt tarihi
: 22.11.06
 
 

1980 Diyarbakır doğumluyum, Diyarbakır'da Anadolu Lisesi, Van YYÜ'de Edebiyat okudum. İstanbul'a alı..