Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ağustos '13

 
Kategori
Öykü
 

Size öldürmeyi emrettim

Size öldürmeyi emrettim
 

Küçük Ayfer akşam eve geldiğinde pek sıkıntılıydı. İlkbahar mevsimiydi ve okulunda dönem sona ermek üzereydi. Dedesi Hacömer onu çok severdi. Akşam yemeğinde Ayfer'in bu sıkıntılı durumunu farkedince sordu:

"Ne o kızım, niçin canın sıkılıyor ?"

Ayfer de: "Amaan dede sen nasıl yardımcı olacaksın ki bana ? Türkçe öğretmeni öyle bir yıllık ödev verdi ki hiç sorma ! Nasıl bulacağım, nasıl edeceğim bilemiyorum. Oysa bu sene sekize geçecektim. Türkçem yüksek düşse Takdir bile alabilirdim." dedi.

"Söyle bakalım neymiş  ödevin ? Belki bildiğimiz bir şeyler sormuştur güzel kızım." diye cevap verdi.

"Ne bileyim 'Köyünüzün geçmişini anlatan bir ödev hazırlayın dört sayfadan az, yedi sayfadan çok olmasın' diyor."

"Eh o kolay, biz de nenenle sana bildiklerimizi anlatırız sen de güzelce kağıda döker, götürür öğretmenine verirsin. Altına da benden bilgi aldığını yazarsın. Yaşım 90, benim de mezara götürmek istemediğim, bilinmesi gereken acı gerçekler var. Hiç değilse bunlar bilinsin. " dedi.

Ayfer de sevinçle sıçrayıp kağıdı kalemi getirdi.

"Yaz kızım. " dedi, ihtiyar adam gözlerini eski çok eski günlere dikerek.

"Köyümüz Adıyaman, Gölbaşı ilçesine kırk kilometre kadar uzakta, sulak, şirin bir köy. Daha önceleri nüfusu da epeyce fazlaydı.  Köyde eskiden beri bağcılık, fıstıkçılık, hayvancılık çok güçlü olarak yapılır. Ha bir de ekinler sararmaya yüz tutunca buğdayı tütsüleyerek firik yaparız ki Türkiye'nin her yanına giden firiğimizden güzel firik pilavı yapılır.

Köylü arasında ayrı gayrı olmaz, bir aile gibi köylüler birbirlerine bağlıydık. Ama bazı aileler zanaata ağırlık verirler, çift çubuk işlerine pek önem vermezlerdi. Bu ailelerin farkları erkeklerinin sanatkar oluşuydu. Onlar çocuklarını zanaata yönlendirirlerdi. Köylü ise sanki çiftçi doğmuş, çiftçi ölecek gibi davranırdı. Zanaat öğrenmek ve birinin işini yapmak sanki aşağılık sayılırdı. Sözüm ona bir köylünün sabanı kırıldı. Zanaatkara getirir de şunu onar, eski haline getir" der. Bu iyi de bunu tamir etmenin ayıplanacak neyi olabilirdi ki ?

Erkeklerinin zanaatla uğraştığı bu ailelere Ermeni  derdik. Kentlerde, kasabalarda hatta köylerde bile bunlar sanatla uğraşırlar, köyümüzde olduğu gibi bunların kimi kuyumculuk, kimi marangozluk, kimi demircilik, kimi kilimcilik veya kilim boyacılığı yaparlardı. İşini yaptıran biz köylülerle öyle sıcak, samimi şakalar yaparlardı ki. Ben daha küçük bir çocuktum. Uzak köylerden bile köyümüze iş yaptırmaya gelenler olurdu.

Köyümüze  o yıllarda bir gün yukardan  emir gelmiş. "Köyünüzdeki köpekleri öldürün" yazmaktaymış. Köy kolcuları hemen köye dağılıp süratle verilen emri yerine getirmek üzere gördükleri köpeklere ateş ederek onları öldürdüler. Ve yukarıya tekmil vermişler. Emir yerine getirilmiştir," diye.

Birkaç gün geçmeden ikinci bir emirle yeniden şaşırmışlar : "Biz size iki ayaklı köpekleri öldürün dedik. Hemen emri yerine getirin !." Emir anlaşılmış. Demek ki yazılı emrin yanında sözlü açıklamalar da vardı. Ertesi günün sabahı kuşluk vakti, köydeki Ermenileri kadın, erkek, çoluk, cocuk toparlayıp hemen önlerine katan silahlı köy kolcuları aşağılara, çok aşağılara Aksu Nehrinin oralara doğru götürmüşler.

Ev, bark, dükkan tezgah sahibi olan bu aileler  ve buna şahit olan aralarında hiç bir sorun bulunmayan köylüler, hepimiz şaşırmıştık. Kimse ne olacak kestiremiyordu. Evlerde hamurları yoğrulu, yemekler pişirili kalmıştı. Kap, kacak , yatak yorgan her şey kalakalmıştı. Yarabbim ne olacaktı ? Zaten genç erkekleri askere çağrılmış. Bu kafilede kadınlar, yaşlılar ve çocuklar bulunmakta. Kadınların bebeleri kucaklarında, biraz dinç olanlar ihtiyarlara ve hastalara destek oluyorlar. Herkesin içinde bir endişe "Acaba nereye götürülüyoruz Tanrım ?" diye.

Ancak, silahlı kolcuların gözlerindeki öfkeden birşeyler olacağı anlaşılmaktaymış. Götürüle götürüle aşağılara, daha aşağılara Aksu nehrinin oralara gelmişler.

Tam Aksu Nehrinin üstündeki köprüden geçerken  Ermeni bir gelin aniden bağırmış. Kucağındaki çocukla kalabalığın ortasından var gücüyle haykırıyormuş.  " Bu *Dacikler beni öldüreceğine ben kendimi öldürürüm daha iyi ! "  diyen zavallı kadıncağız,  kucağındaki çocukla nehrin azgın sularına kendini atıvermiş. Bir bağırış çığırış kopar. "Kendini attı ! Kendini attı !" diye feryat eder anası. Aman akıyor, boğuluyor, diye bağıran bağırana! Ama elden ne gelir ki ? Azgın nehir suları onları alıp gözden kaybetmiş bile.

Tam bu esnada ardarda silah sesleri duyulmaya başlar. Silah seslerinin gümbürtüsünden çevredeki kavak ağaçlarındaki tüm kuşların kanat sesleri duyuluyormuş. At üzerindeki kolcular erkeklerden başlamak üzere ateş etmekte. Nişan alıp ateş ettikçe de köprünün üzerine ya da köprüden aşağıya cansız bedenler düşmekteymiş.. Bu ne cehennemi bir durumdu yarabbi ! Kimisi canını kurtarmak için köprüden karşıya doğru koşuyor, daha yamaca ulaşmadan vurulup düşüyormuş. Kimisi ne kadar uzaklaşsa  da karşı yamaçtaki tarlada koşarken sırtından yediği mavzer kurşunuyla  cansız yere yığılıp kalıyormuş.

On dakika sonra ortalığı bir sessizlik bürümüş sadece kargaların sesleri doğada yankılanıyor, tüfeklerin ucundan ise dumanlar yükseliyormuş. Cansız bedenlerden  kanlar sızıyormuş.  Atının başını geriye doğru çekip arkada kalan ve silah kullanmak istemeyen bazı kolcular da varmış.

Bunlara komutanları bağırıp çağırmaya başlar. Hatta bu kıyıma ortak olmak istemeyen  bazı kolcuların gözü dehşetle kızarmış, kimisi gözyaşını gizlemek için yönünü öbür tarafa, geriye dönmüştü.

Komutan "Bu bir emirdi. Emir yukardan geldi. Biz de gereğini yaptık. Dönüyoruz !" diye bağırmış. 

Köye döndüklerinde vakit epeyce ilerlemiş, hava dayanılmaz şekilde sıcak. Konu komşu sonunda onlara yapılanı duydu. Canına kıyılan bu komşularının evlerine vardıklarında bıraktıkları hamurların ekşimiş, yemeklerin kokmakta olduğunu görmüşlerdi. Yüzlerce yıl iyi geçinen köylüler kendi dışlarında yapılan bu kıyıma bir anlam verememiş ve üzüntüden kahrolmuşlardı. Ne yazık ki köylülerimizin çoğu okuma yazma bile bilmezdi. Elimizden ne gelebilirdi ki ?

Zaten köye gelip içinde bu kötülüğü tutamayanlar bu acı durumu çoluk çocuğuna yakınlarına anlatmıştı.  HelehhhHeleHHelehhhhhHHHHHHHHhhhhHHHhHHHHHhHHHhHHHHHHhHHHHHHHHHHHHHHHHHh

Hacömer Dede sanki eski günleri yaşamış gibi üzüntü içindeydi. Küçük kız da köyünde bilmediği insanların  yaşadığını ilk kez duymuş, onlara yapılanlara üzülmüştü.   

Yaşlı dede devam etti:

"Fazla geçmeden bunu fırsat bilen ve içine sindirenler, Ermenilerden kalan kap, kacak, yer yatak ne varsa yağmalamaya başladılar. Bazı köylüler ise o mallara el bile sürmeye kıyamadılar. Halen bazı evlerde o zavallılardan kalma bakır kazanlar, ekmek tahtaları, turşu ve salça koymaya yarayan küpler bulunmakta ve kullanılmaktadır.

Kızım, inşallah bu topraklarda barış içinde bir arada yaşama hakim olur da  bir daha böyle üzüntüler  yaşanmaz." dedi.

Ayfer, ödevini hazırladığı için sevinçliydi . Fakat geç vakitlerde yatağına yattığında hayalinde hep olup bitenlerin canlanmasına, eski köylülerini düşünmeye bir türlü engel olamadı. Zihninde hep silah sesleri, bağırışlar, çığırışlar, feryatlar bir süre devam etti. Çok geçmeden o da aynı odayı paylaştığı büyükleri gibi uykuya dalmıştı.

*Dacik ( Ermenilerin Türkler için kullandığı küçümseyici söz)

 
Toplam blog
: 123
: 1874
Kayıt tarihi
: 02.07.12
 
 

68 kuşağındakileri iyi bilirim. Çalışmam ziraat üzerine. İnsanların ana dilleri ile konuşmalarını..