Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Şubat '20

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

SLOVENYA / LJUBLJANA

SLOVENYA / LJUBLJANA / STOFJA LOKA GEZİ NOTLARI

 

19 MAYIS 2019  (  BLED  -  LJUBLJANA  )

Marco’nun evinin balkonu çok güzel, kahvaltı masamızı kuruyor ve her zamanki gibi memleket ürünleri ile güzel bir kahvaltı yaparak yorucu bir güne daha hazırlanıyoruz. Güneş, kalın bulutların arasından zaman zaman kendini göstererek bizi ısıtmaya çalışıyor.

Saat 10.00’da Bled’in minik terminalinden bindiğimiz otobüsle Ljubljana’ya yola çıkıyoruz ( 6.30€ ). 57 kilometrelik yol boyunca, Jülyen Alpleri yine hayran bırakan görüntüler veriyor. Pek çok durakta durup, birkaç yolcu aldıktan bir saat sonra yeni kentimize varıyoruz.

Kente girmeden önce, havaalanına uğruyor. Düşünüyorum da, bizim ülkemizde bu kolaylığı yapmazlar direk Ljubljana’ya giderek, havaalanına yeni bilet alarak tekrar başka otobüse binmek zorunda bırakırlardı. Hiçbir ülkede metrolarda, aktarma için ücret alındığını görmediğimi bizde ise her aktarmada tekrar ücretlendirme yapıldığını anımsadım içim acıyarak.

Bled Avtobusna’da ( otobüs terminali ) iniyoruz. Yarın gideceğimiz  Skofja Loca’ya kalkacak otobüs peronunu öğrendikten sonra Reslijava caddesi boyunca Ljubljanica nehrine doğru yürümeye başlıyoruz. Ljubljana’nın her başkent gibi yorgun olduğunu hissediyorum bu kez de caddede yürür, evlere sokaklara ve sokak mobilyalarına bakarken. Üç beş günde alıştığımız yüksek bina olmayan Ribçev Laz ve Bled’i özlemeye başladığı hissediyorum, peşpeşe dizilmiş yüksek binaları gördükçe.

On yıl önce kaldığım H2O Hostel’i elimle koymuş gibi buluyorum, biraz yenilenmiş, yandaki binaları da bünyesine almış ve bu arada ismi değişmiş, eski adı Simpol Hostel idi.

Reslijeva caddesi, Ljubljanica nehrinin üzerinde bulunan Dragon Köprüsü’nün önünde bitiyor. Sola dönünce Petrovskovo ulica ( sokak ) üzerindeki hostel resepsiyonuna giriyoruz.  Resepsiyondaki kız check-in işlemini yapıyor ve kapılarımızı açacak olan plastik kartı uzatarak önümüze düşüyor. Geçen on yıl içinde Simpol Hostel, Petrovskovo sokağının birçok evini düzenleyerek oda hizmetine açmışlar. Ljubljanica nehrinin on metre gerisindeki odamızı beğeniyor, çantalarımızı bırakıp Ljubljana sokaklarına merhaba demek için çıkıyoruz.

Preseren Meydanı ana baba günü, çok kalabalık. Uzak Doğuluların, hele hele Japonların selfie sevdaları yüzünden fotoğraf çekmek çok zorlaştı cazibe merkezlerinde.

Triple Köprü’den Nikola Katedraline doğru ilerliyoruz, ne var ki öylesine kalabalık ki, omuz omuza yürüyoruz sokaklarda.  Sonunda bunalıyor Robba Çeşmesi’nin önünden Mestni Trg ( meydanına çıkıyor, bu kez Cobbler Köprüsünden karşıya geçerek Novi Trg’da Pazar günleri kurulan bit pazarını geziyoruz. Buraya gelişimiz eski eşyalara merakımızdan değil, turlarla kafilelerle gelmiş turistlerin gidişlerine kadar oyalanıp, çılgın kalabalıktan uzak durabilmek için.

Sonra, şirin evlerin dizildiği Krakovska sokağına giriyor, Trnova semtinin Trnova Kilisesi’ne kadar yürüyoruz. Az ileride ünlü mimar Plecnik’in müze evi bulunuyor. Giriyor, hayatını eserlerini, döneminde Avrupa’da inşaa edilmiş muhteşem mimariye sahip binaların fotoğraflarını izliyoruz. Joze Plecnik, Slovenya, Prag ve Slovenya'nın başkenti olan Ljubljana'nın, özellikle ikonik Üçlü Köprü ve Sloven Ulusal ve Üniversite Kütüphanesi binasının yanı sıra bentleri tasarlayarak modern mimarisi üzerinde büyük etkisi olan bir Sloven mimarıydı.

Ljubljanica ile kolu olan Grubarjev’in bir burun yaptığı Spica Parkı’na geliyoruz. Nehre uzanan salkım söğütler ve gezi tekneleri güzel fotoğraflar veriyor. Parktaki kafede gençler uzanmış güneşleniyorlar.

Sonra, şirin Hladnikova Köprüsünü geçerek Botanik Bahçesine geliyoruz. Yağmur başlıyor bir anda, oysa, sabahtan beri güneş vardı ve yağmuru unutmuştuk. Sedumlar, sukulentler, kaktüsler, sulak zemin bitkileri ve dev bir sera içindeki bitkileri zevkle dolaşıyor notlar alıyorum.

Sonra, geri dönüyor Spica Park yanındaki dar patikadan Gornji Trg, Stari Trg’da yer alan eski kent evlerini dolaşıyoruz. Artık, Ljubljana Kalesi’nin arka taraflarındayız. İlerleyerek, başladığım yere ünlü Robba Çeşmesi’nin önüne geliyoruz. Elinde flama tutan rehberlerin peşinden koşan turistler çekilmiş olmalı, ortalık hayli boşalmış.

Truberjeva caddesi, daha önce de temiz ve ucuz yiyecek imkânı bulduğum bir yerdi. Hattâ bir keresinde bilerek ve isteyerek at eti de yemiştim. Hele, felafelci çok lezzetli Şark yemekleri yapıyordu.

Slovenya’nın mutfak kültürü zayıf dersem Ribçev Laz ve Bled’deki dostlarım duyar mı bilemem ama; hiç de tatmin edici bir mutfağı olduğunu söyleyemem. Kraskiprsut ( İtalya’dan aşırma havada kurutulmuş jambon ), İdrianzlikrofi ( Hırvatistan kökenli patates köftesi ), Struklji ( hamur köftesi ) Slovenlerin baş tâcı olmuş yemekleri. Bunları yemek için, masasında mumlar yanan lüks restoranlarda tomarla para vermektense, Truberjeva sokağında yabancılara dönük, her kültürün ve mutfağın yer aldığı minik büfeleri hep tercih etmişimdir.

Felâfelci inovasyon geçirmiş, on yıl önce minik raflar ve taburelerde yemek yenilen dükkân Abi Felâfel adını almış, güzel masalar mobilyalarla tefriş edilmiş, dalyan gibi kızlarla servis vermeye başlamış. Çorba ve şiş kebap söylüyoruz, çok geçmeden bir âhu, masamızı donatıyor, müessesenin ikramı bir tabak da felâfel ile ( 16.80 ). Keyifli bir yemek sonrası, Truberjeva’ya adım atar atmaz felâket bir yağmur başlıyor. Kestirme yollardan Ljubljanica nehri kıyısına inip, odamıza sığınıyoruz.

 Hava kararmaya yakın yağmur kesiliyor, dışarı çıkıyoruz tekrar. Kalabalıklar Eski Kent’in meydanlarını terk etmiş, yerine yağmur sonrasının ürperten yalnızlığı ilişmiş kâdim duvarlarına.

Preseren Meydanı’na çıkıyoruz. Preseren; Slovenlerin milli şairi ve 1991 yılından beri Slovenya milli marşı, şairin bir şiirinin sözlerini kullanıyor. Meydandaki heykelin yüzü, az ilerideki bir binaya dönük. Şair, sevgilisi Julija Primic’a şiirler okurmuş sağlığında. Wolfova sk. 4 nolu evin penceresine yerleştirilmiş genç bir kadın büstü, gözlerini Preseren’in büstüne dikmiş, dalıp gitmişti uzak anılara sanki. France Preseren, Sloven romantik şiirinin öncülerinden. Her ne kadar, beklediği sevgiyi bulamasa da; 49 yaşında ölen şair, Sonetri Verek adlı ünlü sonesini de bir anlamda, sevgilisi Julija’ya adamıştır. Ünlü eserin on dört sonesinin ilk satırları, ayrı bir sone, bunların da ilk harfleri “Julija Primic’e” kelimelerini oluşturuyor.

Pazar günleri Preseren Meydanında kent bandosu eşliğinde konserler verilir, halk yerel dansları ile yabancılara unutulmaz görsel şölenler sunarlardı. Ya artık, ülkemizde çoktan yok edildiği gibi artık yapılmıyor yahut yağmur nedeniyle iptal edildi. 

Meydanın bir köşesine yer alan Preseren’in gözlerine bakıyorum, boş gözlerle halkının ve danslarını arıyor sanki. Julija’nın, Wolfova sokağındaki pencerede bulunan rölyefi yine dalgın gözlerle Preseren’e bakıyor. Karşılık vermese de Preseren’in kendisi için okuduğu aşk şiirlerini dinliyor olmalı.

Turistler gidince Robba Çeşmesi’nin suları bile azalmış, zira etrafında selfie yapacak kimseler kalmamış. Belediye Sarayı’nın hemen önünde Mestni Trg’da yer alan Robba Çeşmesi, Preseren Meydanı kadar, belki daha da ünlü ve eskidir Ljubljana’da. İtalyan Heykeltraş Francesco Robba tarafından 1751 yılında yapılmış. Slovenlerin kadîm bölgeleri Carniola’nın yine kadîm nehir tanrıları olan Ljubljanica, Sava ve Krka’yı betimleyen üç erkek heykeli bulunur.

Miklosiceva caddesinin lüks mağazalarının vitrin ışıkları aydınlatıyor artık kaldırımları. Sloven halk kültürünün daha doğrusu desenlerinin tümünü yansıtan cephesi ile her zaman ilgi ile baktığım Vurnikova Evi’nin önündeyiz şimdi ve binanın fasadının tümünü fotoğraflayabilmek için, sırtımı mağazaların camlarına yapıştırıyorum.

Mimar İvan Vurnik’in tasarımı olduğu için onun ismi ile anılan Vurnikova şu anda Kooperatif İşletme Bankası olarak kullanılıyor. Miclosiceva Caddesini süsleyen Art Nouveau mimariye rağmen, Sloven halkının kâdim kültürünü yansıtan dış fasat bezemesi onu hemen ön plâna çıkarıp dikkat çekiyor. Bina giriş salonundaki bezemeler de İvan’ın Avusturya doğumlu eşi Helena’ya ait. Karı koca, Sloven mimarisi ve halk desenlerini araştırıp tasarlayarak halkın gurur kaynağı olan bu binayı inşaa etmişler.

Torunlarımıza çikolata almayı düşündüğümüz Cokoladnica Cukrcek mağazasının önüne geliyoruz, ancak kapalı. Avrupa ülkelerinde böyle bir gelenek var. Resmî tatil günleri kesinlikle açmıyorlar. Bizde, yerel yönetimden hafta sonu çalışma izni almak için servet öderler.

Hava tamamen karardı, sokaklarda meczuplar, alkol ve uyuşturucu bağımlılarından başka kimse kalmadı. Kolumu çekip para istemeye başlayanlar artınca, yavaş adımlarla odamıza dönüyoruz

                     

20 MAYIS 2019  (  LJUBLJANA  -  STOFJA LOKA  )

Hemen önümüzde usul usul akan Ljubljanica Nehri, tüm gece uykuya çekmiş olmalı bizi, deliksiz uyumuşuz.

 Sabah 06.00’da uyanıyorum, kimseler yok henüz sokaklarda. Kahvaltı saatine kadar Dragon Köprüsü, Triple Köprü ( Üçlü Köprü ), Preseren Meydanı ve Vurnika Evi’ni bir kez daha dolaşıyorum, sonra ne hikmetse Ljubljana’nın görülesi yerler listesine girmiş Zale Mezarlığına yürüyorum. 6 km.lik yol gidiş gelişimde kahvaltı saatine kadar oyalanıyor, sabah işe giden her yaştan her cinsten insanların bisiklet kullanmalarını izliyorum hayranlıkla.

Zale Mezarlığı, 1906 yılında kullanılmaya başlanmış. Dönemin ırkçılığının bütün çirkinliklerine şahit olmuş. 1. Dünya Savaşı’nda ölen askerlerden sadece Katolik olanlar burada gömülürken, Protestanlar, Yahudiler ve Müslümanlar diğer mezarlığa Najve’ye gömüldüler. 1923’de yetkililer tüm ölenlerin Zale’de gömülebileceği kararını verdiyse de, bunlar ancak ayrı bir yere duvarların dışına gömüldü. Ljubljana’nın büyümesi Zale’nin de sürekli büyümesini getirdi, 1936 yılında evini ziyaret ettiğimiz Joze Plecnik yeni alanlar tasarladı ve bugünün büyük kemerli, anıtsal görünümlü devasa mezarlığı ortaya çıktı. Ancak, şu ana kadar 150.000 kişinin gömüldüğü Zale, ölümlerde bile ırkçılık yapan bir ebedî mekân olarak hafızalarda yer aldı.

Daha önce Bled’de gittiğim Blejsko Pokopalisce mezarlığında farklı ırk ve dinden insanların bir arada yatmasına gösterdiğim hassasiyetin nedeni daha önce okuduğum bu bilgilerin kaynağına ulaşmak arzusu idi.

Sabahın köründe kent içi ve Zale’ye gidiş geliş yordu beni, demek 7 km. kadar yürümüşüm. Odama dönüp, kahvaltı masasında bekleyen eşimle yorucu bir güne hazırlanmak için sıkı bir kahvaltı yapıyor ve Skofja Loka’ya giden otobüse binmek üzere Avtobusna’ya doğru yürümeye başlıyoruz.

10.20’de hareket eden otobüs yine kışkırtıcı panoramalar eşliğinde ilerleyerek kırk dakika sonra Skofja Loca’da bırakıyor( 3.10€ ).

Terminalden Eski Kent’e attığımız ilk adımlar 14. Yüzyıldan günümüze uzanan Capuchin Köprüsü’nün tam karşısına getiriyor. O çok sevdiğim, Balkan ülkelerini anımsatan kemerli köprünün karşısındayım şimdi.  Defalarca fotoğraf çekiyorum. Selska Sora nehrinin kıyılarına dizilmiş evler sanki Osmanlı izlerini taşıyorlar Balkan kültüründen çok.

Skofja Loka’nın kadîm sokaklarında ilerliyoruz. Şimdi Cankarjev Meydanındayız. Tam karşımda 1471 yıllarına uzanan tarihi ile Aziz Yakup ( Saint Jacop ) Kilisesi duruyor. Kilisenin en değerli envanteri Kudüs Zeytin Dağı’ndaki İsa resmi. Yine Joze Plecnik karşımıza çıkıyor burada da, zira; kilisenin iş düzenlemesi, sunaklar ve avizeler onun tasarımları ile bugüne gelmiş.

1511 yılının tanıklığını yapan Homanova Hisa ( Homan Evi ) kapalı, ancak evi merak edenler alt kattaki kafenin ısrarlı davetleri ile karşılaşıyorlar.

Mestni Meydanı’nın diğer gözde binası 35 no’daki eski belediye binası, 16. yüzyıldan günümüze uzanan tarihi, cephesindeki barok freskler, sütunlar, çiçekler ve figüratif detayları ile bir âbide olarak Skofja Loka’nın gurur kaynağı olmaya devam ediyor.

Ayrıca, 14. Yüzyıl Martin’in Evi Mestni Meydanı 26, 16. yy bir tüccarın yaptırdığı Zigon Evi Mestni Meydanı 14, 17 yy Papazın Evi Spodnji 22 tarihine saygılı bir ulusu işaret ediyor Skofja Loka meydanlarında yürüdükçe.

Onca tarihsel arbedeye rağmen, korunmuşluğun muhteşem eserleri içinde ilerliyoruz şaşkınlıkla. Sonra Loka ( Loski ) Kalesine tırmanan Grajska yoluna giriyorum. 13. yy’a tarihlenen Loski Kalesi, günümüze tüm sağlamlığı ile erişebilmiş olduğu için dikkat çekiyor. Oysa, bu bölge pek çok kale ve konakla çevrili. Loski Kalesi, 1511 yılındaki depremde tamamen yıkılmış, 17. Yüzyılda tamamen yenilenerek inşa edilmiş ve zengin ve debdebeli bir tarihe dayanan arkeolojik, kültürel ve etnolojik koleksiyonları ile muhteşem bir yapı.

Kaleye çıkan patikanın her iki tarafından çimenler fışkırıyor, doğayla uyumsuz bir tek çirkin şey yok ortalıkta. Sarı, mavi, beyaz kır çiçeklerinin arasında çıkıyorum toprak patikayı. Loski Kasenin önündeyim, ancak ağır ferforje demir kapının yanında pazartesi günleri kapalı olduğunu yazıyor, oysa, kaleyi ve bahçe içindeki muhteşem evi dolaşmak istiyordum.

Skofja Loka’ya en yakın kent Krancelj’nin 475 m. yukarısında yükselen Loka Kalesi’nin ilk olarak 1202 yılında yapıldığı kaydediliyor. Piskoposların mekânı idi, 1511 yılında yıkılınca yeniden inşa edilmiş. 1. Dünya Savaşı’nda hastane olarak kullanılmış. Farklı amaçlar ve eller tarafından değerlendirilen yapı en son 1959 yılında Loka Müzesi bünyesi alınmış.

Hafif başlayan yağmur giderek şiddetleniyor, aldırmadan çamura dönen patikalarda yukarı doğru çıkıyorum. Krancekj ile Skofla Loka arasında hatırladığım kadarı ile Old Loka Kalesi olmalı, karşıma çıkan bir levhada 1 saat 40 dakikalık bir yürüyüş rotasına işaret ediyor. Bir yandan yağmur, bir yandan eşimi yalnız bıraktığım için çok istediğim halde bu yürüyüşü gerçekleştiremiyor ve Cankarjeva Caddesi’ne eşimin yanına dönüyorum.

Eşim müzik gösterilerinden memnun, bir kez daha bu kez Mestni Meydanı’nı geçip Kopaliska Caddesi boyunca yürüyor, karşıda yeşil tepeler üzerinde yükselen Pustal’ın evlerine doğru ilerliyorum. Sol tepede yemyeşil doku içinde Hribec’teki Saint Kriza Kilisesi o kadar güzel gözüküyor ki, aşağıdan kıvrılarak kiliseye çıkan toprak patikayı arşınlamak için büyük arzu duyuyorum bir anda.

Pustal’da yaşayan insanlar belli ki, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlar. Ama, kesinlikle köy atmosferi yok ortalıkta. Sadece, bakımlı evlerin yanındaki küçük pencereli yapılardan tezek kokuları geliyor burnuma. Sokaklarda bir pislik yok. Yeni model tertemiz otomobillerin yanında traktörler, tarım aletleri dizilmiş. Her bahçenin bir kısmına çiçekler, laleler ve marul, soğan gibi sebzeler ekilmiş. Göze çirkin gelecek bir görüntü yok. Minik seralar çok kısa süreli bahar ve yaz aylarında yeterli sebze almak için hazırlanmış olmalı.

İçimden gelen bir his, patikaların tümünü yürüme isteği uyandırıyor. Hava serin ama, öyle hızlı yürüyorum ki, gördüklerime ulaşabilmek için ter içindeyim. Bir alttaki Fuzinska sokağına iniyorum. Aşağılarda Poljanska Sora akıyor, hayli debili, önüne konulmuş engelleri aşarken hem görsel hem kulağa hoş gelen şırıltılar yaratıyor. Akıldan kolay çıkamayacak güzellikler karşısındayım ve buralardan ayrılmak istemiyorum.

Nehrin üzerinde ahşap bir köprü görüyorum, Şeytan Köprüsü olmalı. İki evin arasındaki dar yoldan geçerek Şeytan Köprüsü’nün yanına geliyorum.  Pustal ile Stofja Loka’yı birleştiren köprü bir yandan Hribeç’teki 18. Yüzyıla tarihlenen kiliseye güzel bir bakış imkânı verirken, on iki haç istasyonundan birinin önüne getiriyor.

Setin ve muhteşem pastoral dünyanın karşısına geçip fotoğraflar çekiyorum. Sonra, bir Ortaçağ kentinin sokaklarına düşüyor yolum. Balkanlar’ın uğultulu ve kargaşalı yaşamında bunca binanın korunabilmiş olmasının nedenini anlamaya çalışıyorum.

Neden sonra, Cankarjeva Meydanı’na eşimin yanına dönüyorum. Sabah 06.00’dan beri yürüyorum hayli yoruldum ama, 134. Yüzyıla tarihlenen Caphucin Köprüsü yine fotoğrafa davet ediyor.

Bu kez, nehrin diğer tarafına geçerek Capucin Köprüsünü farklı kadrajdan fotoğraflıyorum. Sonra, otobüs terminaline geliyor ve 13.40’da Ljubljana’ya hareket edecek otobüse biniyoruz( 3.10€ ).

Yine, hayranlıkla izlemeye doyamadığımız huzur ve sükûnet görüntüleri eşliğinde Ljubljana’ya geliyoruz. Terminalden, hostelimize gelmek için yürüdüğümüz Milosiceva Caddesindeki börekçi sesleniyor. 2009 yılında da buradan aldığım börekleri çok beğenmiştim. Makedonya Kalkandelen’den gelip yıllardır börek yapan ve on yıl içinde popüleritesi çok artan börekçi ile biraz sohbet edip, aldığımız böreklerle odamıza geliyor ve demlediğimiz çayla mükemmel bir ziyafet haline dönüştürüyoruz( 2 € ).

Hava güneşli olacaktı bugün, neyse ki Skofja Loka’da fazla ıslatmadı ama, sonunda dayanamayıp bulutlar yükünü boşaltmaya başladı.

Slovenya’nın zincir marketlerinden Spar’ın bir şubesi ile aramızda Ljubljanica nehri var, yağmurun kesildiği bir ara Dragon Köprüsünden geçerek Spar’a gidiyor ve yarın sabah için kahvaltılık alıyoruz.

Presen Meydanından geçerken yağmur başlıyor, bir hediyelik eşya satan dükkana sığınıyor, bahane ile hediyelik kupalar alıyoruz( 5€). Yağmur bastırdıkça kuytu köşelere sığınıyor, azaldıkça kent sokaklarını arşınlamaya devam ediyoruz.

Hava kararırken, Pogacarjev Meydanı’ndaki çiçek pazarını dolaşıp, dragonları selamlayıp odamıza çekiliyoruz. Mesai bitim saatlerinde yoğunlaşan bisiklet trafiği, sonra azalıyor. Bisiklet, Slovenya’da ( diğer gelişmiş Avrupa ülkelerinde olduğu gibi ) bir ulaşım aracı olarak kullanılıyor.

 

21 MAYIS 2019  ( LJUBLJANA  -  İSTANBUL  )

Ljubljana’da son günümüz, saat 20.00’de İstanbul’a uçacağız. Günlerdir, yakından takip ettiğim meteoroloji siteleri Ljubljana için doğru tahmin tutturamıyor. Oysa, yağmurun artık bu kenti terk etmesi gerekiyordu. Dün akşamüstü başlayan yağmur gece boyu çisentiler halinde durmadan devam ediyor.

Penceremizin önünde kurduğumuz minik kahvaltı soframız Ljubljanica nehrine nâzır, penceremize konan kumrularla birlikte bitiyor kahvaltımız.

Çantalarımızı toparlıyor, kapı kartımızı resepsiyona iade ediyor ve çantaları bırakabileceğimiz deponun anahtarını alarak son kez kent sokaklarına çıkıyoruz. Miclosiceva caddesinden Avtobusna’ya çıkıyor sola dönerek Tivoli Park’a yöneliyoruz. Aslında Tivcoli Park yerine orman demek daha doğru olacak.

1813 yılında Fransız mühendis Jean Blanchard tarafından tasarlanan park beş kilometrekare genişliğindeki parkta düzenlenmiş atkestanelerinin arasında devam eden yürüyüş yolları, rengârenk çiçek bahçeleri ve çok sayıda heykel ve çeşme ile bir huzur vadisi.

Parkın ortasındaki yol boyunca dizilmiş fotoğraf panoları bize yine Jose Plecnik’i anımsatıyor,  doğal Jakopic Promenade ) fotoğraf sergi alanı da Plecnik’in tasarımlarından.

Bembeyaz banklar, nilüfer dolu havuzlar arasında keyifle yürüyor fotoğraflar çekiyoruz. Erotik denebilecek heykeller, yeşil doku içinde gayet mâsum görünüyorlar. Kentin içinde böylesi izole ve doğal bir ormanın bulunması bildiğim bütün standartları yerle yeksân ediyor.

Parkın içinde güzel mimarili bir bina yükseliyor ama hiçbir aykırılığı yok. Mednarodni  uluslararası grafik ve güzel sanatlar merkezi burası.1986 yılında Tivoli Köşkü olarak adlandırılan bu binada Grafik Sanatlar Bienali’ni yönetmek üzere kurulmuş. Grafik sanatlar ve sanatçıların kitaplarını geniş hacimli bir şekilde muhafaza ediyor.

Keyifli saatler geçiriyoruz yer yer çiseleyen yağmurun altında ve bir kez daha anlıyorum ki, gelişmişliğin ölçüsü bakımlı ve geniş parklardan geçiyor.

Sırada Metelkova var. İstemesek de ayrılıyoruz Tivoli Park’tan ve Metelkova’ya doğru yürüyoruz offline haritamızın rehberliğinde. Ljubljana tren yollarının tam karşısındaki alan daha önce Yugoslav Federasyon Ordusu’nun merkez kışlası imiş. 1993 yılında bağımsızlıklarından sonra bir grup genç tarafında ele geçirilmiş bir özerk merkez durumunda şimdi.

Sessizliğin verdiği ürkütücü atmosfer, binalar arasında ilerledikçe daha da belirginleşiyor. Bu saatler, Metelkova sakinlerinin henüz ayağa kalkmadığı saatler olmalı. Bünyesindeki barlar, galeriler ve stüdyolar aslında birer uyuşturucu merkezi. Buradaki tüm işletmeler kaçak, öyle ki, polis müdahale etmeye bıkmış, zamanla turistik bir cazibe merkez

Her an bir gencin yaklaşıp marihuana, esrar teklif edeceğini düşünürken hanım iki de bir “ korkuyorum, çıkalım buradan “ ikazları ile daha da geriliyorum.

Meydanı çevreleyen graffiti fasatlı derbeder binaların arasında ilerledikçe burayı sahiplenen asi gençlerin beyin ve kas gücüne hayranlık duymaya başlıyorum.

Sıra dışı her türlü teklifin, sınırları aşmış sohbetlerin ve kimsenin kimseyi rahatsız etmediği mekânların, gündüz kapitalizm’e hizmet eden beyaz yakalıların, geceleri sermayeye olan düşmanlıklarını ve isyanını graffiti ve müzik ile gösterdikleri bir paralel evren burası.

Yerel arkadaşları ile gidenlerin bile korkarak bulundukları bu yer, şu saatlerde olduğu gibi çok masum, bizim gibi fotoğraf çeken iki üç kişiden başka kimseler yok.

Yaratıcılığın absürt örnekleri ile bezenmiş bir kulübün fasadının fotoğrafını çekiyordum, ortalıkta tık ses yokken, bir anda trampetler çalmaya başladı. Şaşkın bakındım etrafıma kimseler yok, sonradan fark ettim ki, yukarı bir mekanizma yapmış ve hareket sensörü koymuşlar, yaklaşınca trampet çalmaya başlıyor, Metelkova işte, sürprizlere açık bir çılgınlık vahası.

Öğle yemeği için Miclosiceva caddesindeyiz yine, aldığımız yiyecekler ve biralarımızla Miclosiceva Parkının banklarına oturuyor ve kumrularla paylaşıyoruz yiyeceklerimizi.

16.00’da hostelimiz H2O’ya geliyor, çantalarımızı alıyor, Avtobusna’ya yürüyor 17.10’da hareket eden otobüse binerek Brnik Havaalanı’na yola çıkıyoruz.

Son kez bakıyorum Ljubljana’nın muhteşem kent ve kırsal dokusuna ve pastoral bir gezinin sonuna yaklaşıyoruz giderek.

Havaalanının check-in işlemleri, biraz bekleme derken uçağa giriyoruz. 1 saat 50 dakika sonra İstanbul’a iniyoruz.

 

 

 

MERAKLISINA NOTLAR;

 

LJUBLJANA  

 

Abi Felâfel ( yemek için )  Trubarjeva cesta 40, 1000 Ljubljana, Slovenya   ( iki kişi )          16.80€

Ljubljana – Skofja Loka   otobüs                                                                                             3.10€

Bled – Ljubljana otobüs                                                                                                           6.30€     

 

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..