Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Eylül '19

 
Kategori
Edebiyat
 

Söğüt Ağacı (1)

Sunuş

Günümüzden yetmiş, yetmiş beş yıl önce Erciş’in, Purmak köyünden bir erkekle, Purul köyünden bir kızın, birbirlerine âşık oldukları rivayet olunur. Rivayete göre Purmaklı, kızı istetir ama vermezler. Genç, kızı kaçırmak ister. Kız kaçmaya razı olmayınca, genç ortadan kaybolur. Purmak’ı terk eden gencin nereye gittiği bilinmez. Yıllarca nerde olduğu hakkında kimsenin bilgisi olmasa da İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da diyenler olur.

 Purmaklı gence âşık olduğunu bilmeyenler, kızı istettiklerinde kız kabul etmez. Adı Purmaklı ile duyulduktan, kızın “başkasına yar olmam” dediği kulaktan kulağa yayıldıktan sonra isteyen olmaz ve yörenin tabiriyle evde kalır.

Neler yaşadıkları, kızı neden vermedikleri anlatılmaz. Anlatılanlar bu Anekdottan ibarettir. Bu Anekdottan esinlenerek okumakta olduğunuz “Söğüt Ağacı’nı” günümüzden elli, elli beş yıl önce yaşanmış gibi kurguladım.

 Hikâyedeki kahramanların adları, lakaplardan bir iki tanesinin haricinde tamamı kurgudur. Hikâyenin kahramanları bugün yaşamış olsalardı doksanlı yaşlarda olacaklardı.

O günlerde her iki köyde de Erciş’te de lakapların önemi çok büyüktü. İnsanlar lakaplarıyla tanınırdı. Gerçek isimleri bilinmeyenler bile vardı. Günümüzde de hala lakaplarıyla anılanların sayısı bir hayli fazladır. Bazı lakaplar kabullenilmezdi. Kabullenilmeyen lakaplar kişinin yüzüne karşı söylenilmese de köylüler arasında konuşulurdu.

 Kabullenilen ve günümüzde hala konuşulan lakapları hikâyenin sonuna aile ve kişi lakapları olarak yazdım. Yazdığım lakaplarla anılan kişilerin çoğunluğu hayatta değiller. Ölenlere Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhları şad mekânları Cennet olsun.

Köyün daha doğrusu yörenin, zamanında çok itibar edilen bugün unutulan, unutulmaya yüz tutan kendine has adetleri vardı. Bunlardan Köse Gelin ve Hıdır Nebi’yi işlemeye çalıştım. Düğünlerin nasıl olduğuna değindim. Van Gölü’nden yine her zamanki gibi deniz diye söz ettim. Yörede Van Gölü hala deniz olarak adlandırılmaktadır.

Bugüne kadar çok sayıda şiir yazdım. Bir bölümünü kitaplaştırdım. Bu eser roman olarak ilk denememdir. Basıma hazır halde arşivimde…

Ne yapabilirim diye düşünürken Milliyet blokta paylaşmak geldi aklıma. Bölümler halinde yazacağım. Gelebilecek tepkilere göre ya noktayı koyacak ya da yazmaya devam edeceğim.

        Erol ÇELİK

 

Haftalık lavaş yapmak için anasının yoğurduğu hamurdan kokaya yetecek kadar gizlice alan Aysel, hamura bir yemek kaşığı tuz karıştırdı. İyice yoğurduktan sonra dil ucuyla tadına baktı. Hamura eklediği tuzu az bulmuş olacak ki bir miktar daha ekledi. Tekrar tadına baktığında yeterli miktarda tuz eklediğine kanaat getirdi. Kokanın hamuru hazırdı. Pişirmek için lavaşların bitmesi gerekiyordu. Kokayı lavaşlarla birlikte pişirelim diyerek anası ile Geveze Kamile’nin ağzına sakız olmak istemediğinden hamuru örtmenin bir köşesine sakladı.

Geveze Kamile acele ediyordu. Lavaşlar öğlene kadar bitmezse, Uykucu Ayşe’nin uykuya dalacağından; işin tamamen kendisine kalacağından korkuyordu. Daha evine gidecek; tandırını yakacak; akşama çörek ve yemek hazırlayacaktı. Ertesi gün, lavaş yapacağı eve şafak vaktinde gideceğinden erkenden uyuması gerekiyordu. Belki de bu sebepten gevezeliği üstünde değildi. Az konuşuyor; çok iş yapmaya çalışıyordu. Uykucu Ayşe’yi de, daha hızlı olsun diye zorluyordu. İstediği oldu. Uykucu Ayşe öğlen uykusuna dalmadan lavaşları pişirdiler. Bundan sonrası Aysel’e kalıyordu. Çömleği tandıra koyacak; etli patatesin pişmesini bekleyecekti.

Geveze evine doğru yol alırken, Uykucu namazını kılmış; uykuya dalmıştı. Namazına çok dikkat ederdi. Her zaman, öncelikle namazını kılar; ardından uykuya dalardı. Namaz kılmadan uyursa vaktinde uyanamayacağından, namaz vaktini kaçıracağından korkardı. Korkusuna rağmen o güne kadar hep vakti geçirmeden uyanmıştı. Bazen tereddüt ettiğinde ikinci defa namaz kıldığı olurdu.

Aysel, elini çabuk tutmak zorundaydı. Oyalanırsa tandır ateşinin küllenmesi bir tarafa anası uykudan çabuk uyanabilirdi. Zaman zaman çok çabuk uyandığı olmuştu. Aysel, çömleği ateşe koymadan; sakladığı yerden çıkardığı koka hamurunu tandıra yapıştırdı. Ardından çömleği gür ateşin üzerine yerleştirdi. On dakikada kokası hazır oldu. Sıra, gece uyumadan önce yiyeceği kokayı kimsenin bulamayacağı bir yere saklamaktaydı. Mevsim, yemeklerin örtmede pişirilmesine müsait olduğundan mutfak fazla kullanılmıyordu. Gerçi mutfak demek doğru değildi. Büyük bölümü kiler olarak kullanılıyordu. Kışlık erzaklar, her zaman kullanılan torba dolusu şeker, bulgur, çay ve benzeri şeyler burada saklanıyordu. Turşu ve otlu peynir için tandır evinde yer yapılmıştı. Aşağı yukarı bir metre boyundaki dört küp; turşu için hep aynı yerindeydi. Turşu küplerinin hemen yanında peynir için yer ayrılmıştı. Peynir küpleri burada kuma gömülüyor, kışın çıkarılıyordu. Kokayı saklamak için en uygun yer mutfakta kullanılmayan kap kaşığın dizili olduğu raftı. Aysel, raftaki kap kaşığın arasına kokayı saklayıp çıkarken anası seslendi:

-Kızım çömleği tandıra koydun mu?

Aysel’in aklına gelen başına gelmişti. Anası on beş dakikalık uykuyla yetinmişti. Kendi kendine “inşallah kokayı görmemiştir” dedikten sonra anasına cevap verdi:

-Koydum anam…

-Tandırda ateş varken yemek pişsin; çocuklar akşama aç kalmasınlar.

Aysel, ilk defa koka yiyeceğinden içinde garip bir his vardı. İleride evleneceği kişinin elinden su içmenin nasıl bir şey olduğunu çok merak ediyordu. Kendince evleneceği kişi belliydi. Merak ettiği, bu kişinin suyu nasıl sunacağıydı.

Geceyi sabırsızlıkla beklerken, gündüz, mümkün olduğunca az su içmeye gayret etti. Akşam saatlerinde susamasına rağmen su içmedi. Yemekten sonra ailece içilen çaydan bir yudum bile almadı. Uyku saatinde, herkes odasına çekilirken Aysel hala ayaktaydı.

İçinde, abisi Köse Selman’a, babası Hüsam’ın Hüseyin’e hatta kardeşi Bücür Adnan’a yakalanma korkusu vardı. Bu korkuyla uyumalarını beklemişti. Herkesin uyuduğundan emin olunca kap kaşığın arasına gizlediği kokayı alarak odasına çekildi. Evin tek kızı ve gelinlik çağında olduğundan tek başına kalıyordu. Selman ile Adnan aynı odayı paylaşıyorlardı. Bir oda da gelebilecek misafirler içindi.

Yatağa girmeden önce kokadan bir ısırık aldı. Yenilemeyecek kadar aşırı derecede tuzluydu. İlk lokmayı yüzünü buruşturarak yedi. İkinci lokma boğazından aşağı inecek gibi değildi. Yüzü bu kez daha çok buruştu. Yediği ekmek değil adeta tuzdu. Üçüncü lokmayı ağzına götürürken kendi kendine “tuzu çok fazla mı koydum” dedi. Kokanın tuzu azda çokta olsa bu yola bir kere girmişti. Kendi kendine, söylene söylene, kokanın yarısını yedi. Diğer yarısını yatağının başucu tarafının altına koyarak uyudu. Ne kadar uyuduğunun farkında olmadan uyandığında çok susamıştı. Tam manasıyla dili damağı kurumasına rağmen su veren olmamıştı. Susuzluğa dayanacak gücü yoktu. Yatağından doğruldu; su içmek için mutfağa gitti. Su dolu testiye elini attığında içindeki ses “biraz daha sabır” dedi. Bu sese kulak vererek testiyi elinden bıraktı ve yatağına döndü.

Susuzluk içini kavurduğundan uyuyamıyor; sağa sola dönüp duruyordu. Epey bir zaman kıvrandıktan sonra uykuya daldı. Ne kadar uyuduğunun farkında olmadan, kendini; sol tarafından derenin aktığı yemyeşil çimlerin üzerinde oturuyor buldu. Hemen önünde boylu boyuna uzanan kumsal, kumsalı üç taraftan çevreleyen kavak ağaçları vardı. Denizin sessiz dalgaları arada bir kabararak ses çıkarıyor; kumsalı okşarcasına yokluyor; tekrar mecrasına çekiliyordu. Derenin tatlı suyu ile denizin sodalı suyunun buluştuğu noktada balıkutanlar arada bir dalarak yakaladıkları inci kefalleri gagalarından aşağı indiriyor, bayram ediyorlardı. Bu manzara fazla devam etmedi. Kendi kendine “burası daha çok Yehmal sahiline benziyor” dediğinde, deniz suları kumsalı da içine alarak, batıya doğru hızlıca uzaklaştı. Bir anda yeşilliğin yok olduğunu gören Aysel, denizin hızla uzaklaştığını bembeyaz bulutların üzerinden izledi.Çok uzaklarda, kara bulutların arasında, hayatında hiç görmediği, tanımadığı bir yerde mola verdi. Kulağına gelen bir ses “senin kaderin burada” dedi. Yaşadıklarının hiç birinin Purmak’la ilgisi yoktu.

Önce bembeyaz sonra kara bulutların üzerinde hızlıca yapılan gezinti bir anda sona erdi. Deniz, kumsal, çimler, tanımadığı yer ve bulutlar kayboldular. Tüm bunlar yaşanmamış gibi kendini evinin önünde, halılarla döşeli tahtın üzerinde buldu. Güneşten korunması için tahtın üzerine yerleştirilen gölgeliğin altından bahçeye doğru baktı. İlk bakışta gözlerine ilişen, evin önünden akan dere ve derenin ötesindeki kavak ağaçlarıydı. Kavak ağaçlarının arasında tek başına duran söğüt ağcı çok üzgün görünüyordu. Çok kısa bir süre sonra dere kayboldu. Ağaçlar tek tek tahtın dibine kadar geldikleri halde söğüt ağacı yerinden kıpırdamadı. Biraz daha dikkatlice bakınca ağaçların arasından dört kişinin yaklaştığını gördü. Kişiler yaklaştıkça belirsiz yüzleri daha da netleşti. Yüzleri netleşince söğüt ağacı boynunu büktü. Netleşen yüzler arasında beklediği yoktu. Belki de bu yüzden söğüt ağacı yerinden kıpırdamamış; boynunu bükmüştü. Aysel, beklediğim sizler değilsiniz diyecek olduğunda dili tutuldu. Konuşamadığından sadece izlemekle yetindi.

Dört kişi, bir adım kadar yakınına gelerek yan yana sıralandılar.Sol başta duran mavi gözlü, karakaşlı, kulaklarının bir bölümünü kapatacak kadar uzun saçlı, sağ yanağında gamzesi olan, kumral, altı yaşında çocuktu. Onun elinden su içmesi mümkün değildi. Kendinden on üç yaş küçük birinin elinden su içmek ne kadar doğru olabilirdi. Senin elinden su içmem demek istese de diyemedi. Konuşamıyor, içindekilerini dışa vuramıyordu. Sol baştan ikinci sıradaki, dokuz yaşında kız çocuğuydu. Bu çocuğunda sağ yanağında gamzesi vardı. Gözlerinin rengi değişiyordu. Bazen mavi, bazen kahverengi, görünüyordu. Simsiyah saçları, omuzlarının üstünde adeta dans edercesine uçuşuyordu. Oysa yaprağı kıpırdatacak kadar dahi esinti yoktu. Esintisiz havada saçlarının uçuşuna anlam veremediği bu kız çocuğu su verecek değildi. Soldan üçüncü de kız çocuğuydu. Bu çocuğun saçları diğer çocuğun saçlarına göre çok daha uzun olmasına rağmen kıpırdamıyordu. Tombul yanaklı olduğundan, dikkatlice bakılmayınca gamzeli olduğu anlaşılmıyordu. Gözlerinin yeşil olduğu net olarak seçiliyordu. On üç yaşındaki bu çocuğun sağ omuzunda su testisi, sol elinde çiçek desenli su bardağı vardı. Aysel, “senin elinden mi su içeceğim” dedi. Cevap verme gereği duymayan kız çocuğu gülümsedi. Gülümseyişi, kız kızın elinde su içer mi der gibiydi. Gözlerini Aysel’den ayırmayan sağ baştaki erkek en az kırk beş yaşındaydı. Göz kapaklarının altındaki kırışıklığa bakıldığında, belki de ellisine merdiven dayamıştı. Saçları çok kısaydı. Alnın üstünde, her iki yanda hafif açıklık vardı. Aysel’in beklediği, kulaklarının bir kısmını kapatacak kadar uzun saçlıydı. Beklediğim sen değilsin diyecek olduğunda kelimeler boğazında düğümlendi. Benden en az yirmi altı yaş büyüksün diyemedi.

 On üç yaşındaki kız çocuğu, testiyi omuzundan yavaş, yavaş indirerek, kırk beş yaşındaki adamın işaretini bekledi. Gelen işaretle birlikte, testiden suyu bardağa boşaltmaya başladığında bardak dolmak bilmiyordu. Sanki su bir taraftan akıp gidiyordu. On beş dakikada dolan bardağı kırk beş yaşındaki adama uzattığında Aysel “oh be bana değilmiş” dedi. İçini bir sevinç kapladı. Çünkü bu adamın elinden su içmek istemiyordu. Ancak küçük kız adına üzüldü. Aralarında bu kadar yaş farkı olan birine su bardağını uzatması hoş değildi. Acıma duygusu hissetse de yapabileceği bir şey yoktu.

Adam, kız çocuğunun elinden aldığı bardağı havaya kaldırdığında suda renk değişimleri oldu. Bulanıklaşan berrak su, kısa sürede önce yeşillendi, sonrasında kızıllaştı. Aysel, adamın kızıl renkli suyu içeceğini sandı. Suyun kızıl renge dönüştüğünü gören sadece Aysel’di. Oysa adam suyun berraklığına bakıyordu. Yeterince berrak olduğuna kanaat getirince ağır hareketlerle suyu Aysel’e uzattı. O ana kadar adamın elinden su içmeye hiç niyeti olmayan Aysel, tereddüt etmeden elini uzatarak bardağı aldı. Üç yudumda içtiği, sanki kızıl renkli mide bulandırıcı su değil, çeşitli meyvelerden yapılmış şerbeti. İçinde bir ferahlık hissetti. Bütün susamışlığını gideren içtiği suyun ferahlığıyla gözlerini kapattı. Kapalı gözlerle, gönül okşayıcı sesle “kimsin, adın ne” diye sordu ama cevap alamadı. Aynı soruyu iki defa daha sordu. Yine cevap alamayınca gözlerini açtı. Ne çocuklar, ne adam, ne de ağaçlar vardı. Var olan tek ağaç, olduğundan çok küçük görünen, boynu bükük, üzgün halde Aysel’i takip eden söğüt ağacıydı. Aysel ise tahtından inmiş, sonu görülmeyen yola girmişti. Yol, Aysel’i, yerlerde sürünen beyaz elbisesi ve başındaki tacıyla batıya götürüyordu.

 

 
Toplam blog
: 45
: 180
Kayıt tarihi
: 17.04.13
 
 

1961 Erciş doğumluyum. İlk öğrenimimi Erciş Emrah ilkokulunda tamamladım. Konya Ereğli İvriz Öğre..