Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Eylül '19

 
Kategori
Edebiyat
 

Söğüt Ağacı (16)

Çetin, kışın şiddetiyle beklenenden daha erken bastırdığına sevinse mi üzülse mi bilemiyordu. Sık sık yağan kar, Aysel’i görmesini engellediği için üzülüyordu. Kar yağdıkça on beş evin damını tapanla temizliyor, hayal ettiği düğünü için para biriktirdiğine seviniyordu. Sabah damları temizlemeye başladığında, üç evin ahırındaki inekleri yemlemeye zaman ayırmakta zorlanıyor, yorgun düşüyordu. Abisi, yengesi, anası, hatta ilerleyen yaşına rağmen babası yardımcı olmasalardı, damların karını aynı günde temizlemek çok zor olurdu. Ertesi güne kaldığında daha da zorlaşması bir tarafa ev sahiplerinden şikâyet geliyordu. Aysel aklına geldikçe olsun be, yorgunluğa değer diyordu.

Şubat ayının ikinci haftasıydı. Akşam yemeğini yemeden odasına çekilen Çetin, kara kara düşünmeye başladı. Kar yağdıkça para kazanmak güzeldi de Aysel’i göremiyordu. Eve gelin gelince zaten buluşamamış, sadece uzaktan bakışmışlardı. Bakışmaya razıydı; ama bir metreyi aşan, bazı yerlerde bir buçuk metreye varan kar geçit vermiyordu. Kış ayazında, Aysel avluda bekleyemezdi. Kendi kendine “bir defa, görsem” dediğinde aklına Köse Gelin oyunu geldi. Purul’un nahırcısı Derviş’in oğlu Beko yardım ederse bu iş tamamdı. Toplayacakları un, ekmek, buğday, bulgur, gibi şeylerden pay istemezse kabul ederdi.

 Beko’nun da köse veya gelin olacak birine ihtiyacı vardı. Çetin ayağına gelmişti. Çayır, yonca ne bulduysa sökük ceketine, yamalı pantolonuna, kasketine iliştiren Beko, köse oldu. Yüzüne, yanaklarına kömür isi sürdü. Özellikle gelin olmayı isteyen Çetin, fistan giydi. Fistanın eteği dizlerinde kalınca, fistanın altından giydiği pantolonu görülmesin diye dizlerinin üstünden paçalarını katladı. Ayakları üşümesin diye giydiği yünden el örmesi çoraplarının üstüne kadın çorapları giydi. Leçekle, gözleri görülecek kadar örttüğü yüzüne, dikkatlice bakılmadıkça Aysel bile tanıyamazdı. Köse ve gelin hazır olduğuna göre evleri dolaşmaya başlayabilirlerdi. Akşam karanlığı çökmeye başladığında iki korumayla evleri dolaşmaya başladılar. Korumaların görevi hem toplananların taşınmasında yardımcı olmak, hem de gelebilecek tehlikelere karşı köse gelini korumaktı.

Selman, Uykucu, Aysel, Adnan ve gelin, kuzinenin başında çaylarını yudumlarken kapı tak, tak çalındı. Misafir beklemiyorlardı. Mustafa ile Ahmet gelmeyeceklerdi. Gelin, “bu kış günü soğukta kapıyı kim çalar” diye söylendi. Uykucu “kimse, kim, kapıya bak” dedi. Gelin yerinden kalkmadı. Karanlıkta kim bilir kiminle karşılaşırım korkusu vardı. Aysel’de hareketlenmeyince kapıya bakmak evin küçüğüne kaldı. Adnan kapıyı açtığında avazı çıktığı kadar bağırdı:

-Köse Gelin…

Köseyle gelin gelirde içeriye alınmazsa olmazdı. Kapısını çaldıkları her evde, eylenmeleri, şakalaşmaları adettendi. Açılan kapıdan önce köse sonra gelin içeri girdi. Korumalar adet gereği dışarda beklediler.

Köse gitti, başköşeye oturdu. Gelin yanında ayaktaydı. Selman kösenin kolundan tutup kaldırırken “burası benim yerim” dedi. Sopasıyla hafifçe Selman’a vurarak “al yerini başına çal” diyen köse bu kez Uykucu’nun yanındaydı. Uykucu’nun itelemesine aldırış etmeden elini kulağına götürdü. İlk türküsü uzun havaydı. Çıt çıkarmadan, köseye, geline karışmadan dinlediler. Ardından oynak bir türkü gelince hepsi oldukları yerde oynamaya başladılar. Türküler bittiğinde gelinin yüzünü açmak isteyen Adnan’ı sopayla durduran köse, “avradıma karışmaya utanmıyor musun” dedi. Çetin gelin olurken bu riski hesaba katmamıştı. Yüzü açılsaydı bir ton dayak yerdi. Sıra gelindeydi. Elindeki sopayla Aysel’i dürterek “ kız, kocamı ayartmaya utanmıyor musun? Saçlarını yolarım” dediğinde köse kolundan tutarak çekti. Belki de korkudan yakınlaşmalarını istememişti. Olur ya, yanlış bir hareketin sonucunda kim bilir neler olurdu.

Köse, türkü söylemenin ve şaka yapmanın yeterli olduğunu düşünmüş olacak ki gelini önüne alarak göbek atmaya başladılar. Göbek atma faslı bittikten sonra alacaklarını alıp başka eve gideceklerdi. Onlar göbek atarken hane halkı gülmekten kırıldılar. Gülmekten gözleri yaşla dolanların, kimin ne yaptığını görecek halleri kalmayınca, gelin Aysel’e yaklaştı. “Senin Çetin’in varken kimseyi ayartmazsın” dedi. Bu arada yüzünü hafiden gösterdiğinde Aysel baygınlık geçirecek gibi oldu. O anda birileri fark etseydi, olacakları hayal bile edemiyordu.

Biraz daha devam ederlerse kimliklerinin ortaya çıkacağından korkan köse, “her şey tadında” diyerek oyunu bitirdi. Âşıklarda muratlarına erdiklerine göre gitmenin vaktiydi. Alacaklarını aldılar başka eve gitmek üzere dışarı çıktılar. Ne kadar kalın giyinmiş olsalar da korumalar soğuk havaya daha fazla dayanamadığından o gece yirmi evi dolaşabildiler. Epey erzak toplamışlardı. Çetin pay almak istemese de topladıklarını dörde böldüler.

Büyükler, “sayılı günler çabuk geçer” der. Etkili olan kış mevsimi de geçmişti; ama Nisan ayına girilmesine rağmen pek fazla güneş görmeyen yerler kısmen karlıydı. Söğüt ağacının altıda bu yerlerden biriydi. Güneş yüzünü etkili bir şekilde gösterse belki üç beş güne kalmaz erirdi; ancak, güneş çoğunlukla bulutların arkasına saklandığından etkili olamıyordu. Bir gün öncesi, bir gün sonrası köylüler için belki bir şey ifade etmeyebilirdi. Aysel ve Çetin için çok önemliydi. Buluşabilecekleri tek yerin bir an önce kardan arınması, buzunun çözülmesi gerekiyordu ki hasret gidersinler, istetme meselesini yeniden konuşsunlar.

Uzun zaman Çetin’le buluşamayan Aysel’in canına tak etmiş olacak ki gelinin varlığını ilk başlardaki gibi önemsemiyor; hesap vermek zorunda olmadığını düşünüyordu. Nereye gittiğini sorarsa komşuya gittim diyecekti. Israrla hangi komşuya diye sorarsa ne yapacaksın diye çıkışacaktı. Gelinin, Selman’a ne anlatacağı umurunda değildi. Aşk acısı çekmektense işiteceği azarın, hatta atılabilecek dayağın acısına razıydı.

Çetin’inde canına tak etmiş olacak ki karların tamamen erimesini, buzların çözülmesini beklemedi. Söğüt ağacına gidemezsek, yüzünü görürüm düşüncesindeydi. Uykucu Ayşen’in uyku saatini beklerken gelinin varlığını unutmuştu. Avluda görünce başına dank etti. Bu durumda buluşmanın kolay olmayacağını düşünse de Aysel’in yüzünü görmek için yol boyunca iki tur atıp döndüğünde gelin eve girmiş, Aysel avluya çıkmıştı. Bilinen ıslığı çalmasına gerek kalmadan göz göze geldiler. Aysel, gelinin varlığına, anasının hala ayakta olmasına, bahçenin yer yer buzlanmasına aldırış etmeden söğüt ağacına koştu. Arka taraftan dolaşan Çetin yanına gidince özlemle sarıldılar.

Söğüt ağacı gibi kavak ağaçları da çıplaktı. Toprağın donu bile tamamıyla çözülmemişti ki otlar yeşersin. Kilimi, minderi de yoktu. Aysel, bahçeye bir horum yonca getirmeyi, hazırda bulundurmayı akıl edememişti. Gerçi yoncayı akıl eden kilimi minderi de akıl ederdi. Oturmaları mümkün değildi. Oturmak, hedef küçültmek için hastalanmayı göze almak zorundaydılar. Konuşabildikleri kadar ayakta konuşacaklardı. Çetin, Aysel’e vakit kaybetmeden tekrar istetmeyi, vermezlerse başka çare aramayı önerdi. Çarenin ne olduğunu söylemese de kaçırmayı ima ettiği apaçıktı. Aysel “biraz daha bekleyelim” dedi. Biraz dediği süre ne kadardı? Üç ay, beş ay, bir yıl…

Umutsuz yaşanır mıydı? Çetin, her ne kadar tekrar isteteyim dese de umudunu yitirmişti. Artık usulünce evleneceklerine inanmıyordu. Aysel’i üzmek istemediğinden isteteyim demişti. Biraz daha bekleyelim diyen Aysel’e “bir ay beklerim, vermezlerse kaçarız” dedi. Aysel, her ne kadar daha önceki konuşmalarında kaçarız demiş olsa da kaçmak istemiyordu. Bir gün mutlaka evlenmelerine rıza göstereceklerine inanıyordu. Çetin’in ısrarlı tutumu karşısında ikinci defa kaçarız demek zorunda kaldı.

Aysel, eve geldiğinde köyün Feride Bibi’siyle karşılaşacağını bilmiyordu. İlk gördüğünde oturmaya geldiğini sandı. Biraz zaman geçince hakkında konuştuklarını fark etti. Feride Bibi ağız aramaya gelmişti. Uykucu’nun, biraz düşünelim demeye niyeti yoktu. İbrahim ağanın oğlundan daha iyisini mi bulacaktı? “Akşam çocuklarla konuşayım, uygun zamanda gelir istersiniz” dedi.

Kendilerince bu iş tamamdı. Aysel’in istemeyeceğini akıllarına getirmemişlerdi. Uykucu Ayşe’ye göre Çetin meselesi kapanmıştı. Feride Bibi, İbrahim ağaya müjdeli haberi vermek için ayaklandığına Aysel önüne dikildi:

-Benim ne düşündüğümü sormayacak mısın?

Feride Bibi defalarca ağız aramaya gitmiş, hiç birinde bu veya benzer bir şeyle karşılaşmamıştı. Bu kız ne diyor, der gibi göz ucuyla Uykucu Ayşe’ye baktı. Gelinde şaşkındı. Parmağına yüzük takılırken ne düşündüğünü sormadıkları gibi düğün gününe kadar Selman’ın yüzünü dahi görmemişti. Feride Bibi, büyükler he diyorsa sana söz düşmez, diyecek olduğunda Aysel sözünü kesti:

-İbrahim ağa oğluna sormadan mı seni gönderdi?

-Bilmem… Belki de sormuştur.

-O erkek… Hiç sormaz olurlar mı? Kızın suçu ne?  Ben istemiyorum.

Feride Bibi, içinden “bu kızda utanma yokmuş” dedi.  Yüzüne baktığı Uykucu Ayşe, kendi kendine “aklı o çocukta” dedi. “Kızım” dediğinde Aysel Sözünü kesti:

-Ben razı değilim ana. Sana söz düşmez dersen…

Daha da ileri gitti:

-Feride Bibi, elçiye zeval olmaz. Sen görevini yaptın. Anlaşılan anamda kabul etti. Benimde iki sözüm var. İbrahim ağanın, kendini beğenmiş oğlu, gönlü başkasında olan birini istiyorsa gelin isteyin. Şunu da aklınızdan çıkarmayın. Hanı diyorsunuz ya, büyükler he derse kıza söz düşmez. Söz düşmeyen bu kızı, nikâhına alır; ama kadını yapamaz. Her sabah uyandığında ruhsuz biriyle karşılaşmak istiyorsa gelin isteyin.

Yanağına atılan tokat olmasaydı çok şey söyleyecekti. Sevmediği biriyle evlenip ömür boyu acı çekeceğine bir tokadın acısına razıydı. Sustuğunda, korktuğumdan sustuğumu sanmayın, der gibiydi.

Gündüzün akşamı vardı. Kim bilir Selman’dan ne azar işitecekti. Belki de eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyecekti. Belki de Mustafa ile Mehmet’te akşam gelecekler, gerekeni yapacaklardı. Yaydan çıkan okun geri dönüşü yoktu. Ya hedefi vurur, ya umulmadık bir yere saplanırdı. Havada kalacak değildi. Her şey olacağına varırdı;   ancak düşündüğü gibi olmadı. Ne Feride Bibi’den, ne Aysel’in tutumundan söz edildi. Ne Mustafa’nın, ne Ahmet’in yüzünü gördü. Akşamı kurtarmıştı. Yarına ne olacağı, gelin, odasına çekildikten sonra Selman’a anlatacaklarına bağlıydı. Gelinde bir şey anlatmamıştı.

O günden sonra aile arasında, günlerce Osmanlı döneminde, Purmak’ta yaşayan Ermenilerden söz edildi. Her defasında Ermeni meselesini açan Uykucu Ayşe idi. İlk başlarda Adnan’da, Selman’da ne olduğunu anlayamamışlardı. İkide bir bu meselenin konuşulmasına anlam verememişlerdi. Her fırsatta, sözde Aysel’den gizli; ama duyacağı şekilde Musa’nın kendini gizlemeye çalışan, sonradan Müslüman olduğu söylenen, belki de gerçekte Müslüman olamayan, Hıristiyan Ermenilerden olan biri olduğu konuşuldu. Sözde, Aysel’i vermeye niyetlenmiş, Çetin’in soyunu araştırmış, Ermeni olduğunu öğrenmişlerdi. Gerçekte Müslüman olmamışsa nikâh düşmezdi. Adnan, birkaç defa, “Müslüman olmuş olsa bile dönmeye kız verilmez” demişti. Uykucu Ayşe ile Selman, Adnan’ı onaylamıştı. Gerçekte ne araştırmışlardı, ne Çetin Ermeni’ydi. Sadece Aysel’in kafasını karıştırmak, Çetin’den soğutmak için oynanan oyundu. Aysel, Ermeni olsa bile sonuçta insandır diye düşünüyordu. Sonradan da olsa Müslüman olduğuna göre nikâhta sakınca yoktu. Hala Hıristiyan’sa bile Aysel için Müslüman olurdu. Günlerce konuşulanlardan anladığı tek şey Çetin’e vermeyecekleriydi. Bir nevi, fiziki işkencenin fayda etmeyeceği düşüncesiyle manevi işkence uygulanıyordu. 

Bu arada Çetin ile Aysel iki defa daha söğüt ağacının altında buluştular. Bir defasında uzaktan bakıştılar. Yeniden isteme konusu bu iki buluşmada da konuşulmadı. Aysel, verilmeyeceğini bildiğinden, Çetin, bir aylık sürenin dolmasını beklediğinden konuyu açmıyorlardı.

Bir aylık süre çoktan dolmuş hatta bir hafta geçmişti. Çetin, yengesine, bir kez daha Aysel’i isteyin demeden önce söğüt ağacının altında tekrar buluştular. Öncelikle Aysel’le konuşacak, sonra, yengesine gidin isteyin diyecekti. Aysel yine “bekleyelim” dedi. Çetin, haklı olarak “kaç ay daha” diye sordu. Bu kez üç beş ay diyemedi. Evdeki konuşmalardan hala yumuşamadıklarını, vermeye niyetlerinin olmadığını, zamana ihtiyaçları olduğunu anlattı. Bu durumda Çetin’e göre kaçmaktan başka çare yoktu. Çetin, Aysel’in verdiği sözü hatırlattı.  Aysel, tereddütsüz “olmaz” dedi. Yemin etti:

-Söğüt ağacı şahidim olsun. Senden başkasına yar olmam. Feride Bibi ağız aramaya geldiğinde, anama rağmen, hayır dediğim gibi isteyen olursa yine hayır derim; ama kaçamam. Bir dönmeyle kaçtı dedirtemem.

Çetin kulaklarına inanamadı. Feride Bibi’nin ne zaman ağız aradığını düşünecek durumda değildi. İçinden “kaçalım diyen ben olduğuma göre dönme benim. Dönme demekle ne demek istedi” dedi. Aysel, düşünmeden söylediğine anında pişman oldu; ama gayri ihtiyarı da olsa söz ağzından çıkmıştı.Duymamış, önemsememiş olsun diye içinden dua etti. “Dilimi eşek arısı soksun. Her gün konuşulunca olacağı bu” dedi. Önemsenmeyecek gibi değildi. Çetin’in kaşları çatıldı:

-Bana dönme mi dedin?

-Şey…

-Şeyi meyi yok. Çıkar ağzındakini…

-Ermeni asıllı mısınız? Sonradan mı Müslüman oldunuz? Göstermelik Müslüman olduğunuzu, aslında Hıristiyan olduğunuzu söyleyenler var.

Çetin çok sinirlendi. İlk defa, hem de sevdiği tarafından Ermeni olmakla itham edilmesi çok ağırına gitti. İçindeki sevgi nefrete dönüşür gibiydi. Beni silmiş, bahane arıyor düşüncesine kapıldı. Aysel’in karşısında sanki apayrı bir Çetin vardı:

-Kimden duydun?  Dur ben söyleyeyim. Aile arasında konuştunuz. Bir kez daha, seni bana vermeyeceklerini anladım. Sende benden vaz geçmiş gibisin.

-Senden vazgeçmediğime yemin ettim. Söğüt ağacını şahit kabul etmiyorsan, Allah şahidimdir…

-Belli. Neyse… Bunun adı iftiradır. Zamanında Purul’da, Purmak’ta, Ermeniler ile Türkler bir arada yaşamışlar. Çok iyi komşulukları varmış. Birbirlerine her türlü yardımlarda bulunurlarmış. Biz siz ayrımı yokmuş. Sadece kız alıp vermezlermiş. Rusların oyunuyla ortaya çıkan grupların kışkırtmalarıyla olanları anlatacak kadar bilgim yok. Türklere zulüm ettiklerini, Gılor tepeden Erciş’e kadar insanları elli metrede bir kazıklara çaktıklarını çok duydum. Hatta camiye topladıkları halka, çorba diye verdikleri taslardan insan parmakları çıktığını anlatanlar var. Tehcir edilenlerden sonra burada kalanlar, kendini gizleyenler olmuş mu bilmem. Bildiğim şey öz be öz Türk olduğumdur.

Biraz düşünen Çetin daha da ileri gitti:

-Senin Ermeni olmadığını nerden bileyim.

-Sen ne diyorsun?

-Ya! Zoruna mı gitti? Purul’un çıkışındaki, nahır yolunun kuzey tarafına neden Haçlar diyorlar. Tepedeki, iki üç kişinin yerinden oynatamayacağı taşların üzerindeki haç işaretleri neyi ifade ediyor? Neyse, bu mevzuyu daha fazla uzatacak değilim. Hakkını helal et.

-Hakkım helal olsun da ne bu vedalaşır gibi.

-Seni bana vermiyorlar. Kaçalım diyorum kaçmıyorsun. Ermeni olmakla itham ediyorsun. Ne dememi bekliyorsun. Gerçekten, senden başkasına yar olmam diyorsan bohçanı topla kaçalım. Üç gün süre, düşün kararını ver. Dördüncü günün sabahında seni burada, aşkımıza şahitlik eden söğüt ağacının altında bekleyeceğim. Bohçanı alır gelirsen buralardan gideriz. Gelmezsen nereye gideceğimi bilmeden tek başına giderim. Bu şekilde buralarda yaşayamam.

Aysel ağzını açıp konuşacak olduğunda Çetin dinlemedi. Söğüt ağacının altından hızla uzaklaştı.

 
Toplam blog
: 45
: 180
Kayıt tarihi
: 17.04.13
 
 

1961 Erciş doğumluyum. İlk öğrenimimi Erciş Emrah ilkokulunda tamamladım. Konya Ereğli İvriz Öğre..