Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ekim '09

 
Kategori
Siyaset
 

Solun resmi ideolojiye eklemlenme sürecinde son adım; ulusalcılık

Solun resmi ideolojiye eklemlenme sürecinde son adım; ulusalcılık
 

Solun Kürtler ve Kürt sorunu algısındaki değişimi incelemeye devam ediyorum.

Bir önceki yazımda değinmeye çalıştığım üzere, Türkiye’de solun gelişmeler karşısında aldığı pozisyonu belirleyen şey, daha çok o an devletle kurduğu ilişki düzeyi oldu.

(Ara not; yazım boyunca kullanacağım Türk solu vurgusu ağırlıklı olarak muğlak bir tanıma karşılık geliyor. Ama bir önceki yazımda da belirttiğim gibi 80 sonrasında solu temsil eden damar daha çok SHP-CHP çizgisidir. Tanım ağırlıklı olarak bu noktaya tekabül eder. Ama bahsedeceğim gelişme solun nerdeyse her kesiminde -Atatürkçüsünden Komünistine- bir şekilde etkisini göstermiştir)

Türkiye’de solun geniş bir kesimi, devletin kuruluş ilkelerini her zaman sahiplendi. Kemalizmi, geçerli olduğu tarihsel dönem adına ilerici bir adım olarak değerlendirdi. Elbette ona atfedilen değer, solun farklı kesimlerinde değişim gösterdi. Kimisi bu ileri adımı nihai bir nokta olarak görürken, kimisi daha da öte adımlara öncülük eden bir aşama olarak değerlendirdi. Bu nedenle rejime yönelik, tarihin geri noktalarından beslenen tehditlerde, düzenin bu ilerici yönünün yanında yer aldılar. Bu çok basitçe anlaşılacağı üzere, İslamcı kesimden kaynaklanan her adımda, her tehditte, Türk solu genellikle devletin zihniyeti ile paralel bir konum aldı. Yani sol, bu durumlarda Kemalizm kanalı üzerinden devlet ideolojisinin sularında gezindi.

Bunda elbette haklı olunan noktalar vardı. Çünkü Kemalist bir doktrin üzerine inşa edilen modern devletin, gerici bir akım tarafından yıkılması, atılacak bir sonraki adımı da tehlikeye düşürecekti. Ya da en basitinden, kendisini solcu ve ilerici olarak tanımlayan kesimler için bu durum, aynı zamanda bir varlık ve yokluk meselesiydi.

Ancak Kürt sorunu böyle bir sorun değildi. Hatta Kürt sorunu özellikle sosyalist sol açısından, Kemalizm’le en ciddi kopuşun yaşandığı noktaydı. Bunu yaratan iki gerekçe vardı. İlki, sol fikriyatın yapı taşlarından olan, zenginin karşısında, yoksulun yanında olmayı sağlayan vicdan olgusunun kendisiydi. Ortada mağdur, ezilmiş ve yok sayılmış bir halk vardı. Sol bir fikrin ve zihniyetin bunu görmemesi mümkün değildi. Yani öncelikle ilkesel olarak sol, Kürt meselesinde Kemalizmden ayrılmak zorundaydı. Çünkü ilerici yönü bir yana, Kemalizm (aslen bir doktrin, döneme cevap veren bir reçete, ancak zamanla katı, değişmez ve sorgulanamaz bir ideolojiye dönüştü) bir devlet ideolojisiydi ve Kürt sorunu bu ideolojinin pratiğinden türemişti. Ve süreç içinde de sorunu çözmek adına hiçbir çaba göstermemişti.

Diğer gerekçe ise daha pragmatist bir gerekçeydi. Öncelikle Kürt toplumu bakir bir toplumdu. İşçi sınıfının yeterince oluşmadığı bir ülkede, mağdur bir halk, üzerinde sol bir hareket örgütlemek için ideal bir olanaktı. Kürtler köylüydü, açtı ve onuru zedelenmişti. Bu nedenle düzenle doğrudan sorunları olan bir toplumdu.

1990’ların ortasında sol camiada yaşanan dalgalanma, Kemalizm’in iki farklı noktada sıkışması ile yaşandı. Devletin iki geleneksel düşmanı (aslında üç geleneksel düşmanı vardır; İslamcılar, Kürtler ve solcular. Ama solcular dönemsel olarak tehdit olmaktan çıkmıştı) tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar baş ağrıtmaya başlamıştı. PKK terörü her çabaya karşın alt edilemiyor, giderek kurumsallaşıyor, yapısallaşıyor ve hatta uluslararası bir hâl alıyordu. Devlet bu gelişmeye karşı güvenlik yöntemleri dışında bir çare üretmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Çünkü farklı bir adım 80 yıllık iddiadan ve inkâr politikasından vazgeçmek anlamına gelecekti. Ayrıca ülkede gerçek iktidara sahip “çekiç” sahipleri, sorunu hala “çivi” olarak görmekten vazgeçmiyorlardı, vazgeçme şansları da yoktu. Çünkü bu bakış açısı, mesleklerinin gereğiydi.

Dönün noktası, Refah Partisinin 1994 yerel seçimlerinde başta İstanbul ve Ankara olmak üzere toplam 15 büyükşehir belediyesinden 6’sını kazanması oldu. Seçimde Refah Partisi %19 oranında oy almıştı ve bu rakam Cumhuriyet tarihinde kendisini inanç kimliği ile tanımlayan partinin aldığı en yüksek oydu. Sol camiada ilk panik havası bu anda yaşandı.

İkinci şok, ertesi sene gerçekleşen genel seçimlerde yaşandı. Refah Partisi bu kez, %21’in üzerinde oy alarak birinci parti olmuştu. Parti 1996 yılında da, DYP ile koalisyon hükümeti kurarak iktidar olmayı başardı. Elbette Cumhuriyetin oluşturduğu modernist sürecin neticesinde var olan (sol düşüncenin kendisi değil, sol düşüncenin öznesi olan bireyler) sol camia, tüm bu gelişmeleri büyük bir tedirginlik ve zaman zaman panik halinde takip ediyordu.

Bir yandan (aslında giderek şiddet yönü azalsa da, sesi ve etki gücü artan) PKK terörü, diğer yandan hızla gelişen ve geçici olmadığı izlenimi veren siyasal İslam, sol camianın giderek, devlete, devleti en fazla temsil eden kurumlara yanaşmasına neden oldu. Çünkü iyi kötü Cumhuriyet bu kesime yaşam olanağı verirken, giderek artan Kürt kökenli şiddet ile siyasal İslam’ın yaşam alanlarını daraltacağı kaygısı artmaya başlamıştı. Elbette bu kaygı tek taraflı gelişmiyordu. Devletin içinde bu kaygıyı besleyen ve hortlamasını talep eden etkinlikler, özellikle medya düzenekleri eksik olmuyordu.

Bu ruh halini esas besleyen unsur ise, solun çok uzun zamandır kendisini, örgütsüz, güçsüz, amaçsız ve umutsuz hissetmesiydi. Kendi politikaları ve ilkelerini hayata geçirme şansının, dolayısı ile özne olma olasılığının olmadığını gören sol camia için en tanıdık kapı Kemalizm olmuştu. Yalçın Küçük’ün dediği gibi, sol camia için Kemalizm geriye doğru atılacak son noktaydı ve savunma hattının en güçlü olunacak noktada kurulması ilkesi gereğince çoğu kişi için mantıklı bir tercihti.

Ancak bu noktanın içerdiği sorun ne yazık ki fark edilmedi. Çünkü tehdit olarak algılanan Kürt sorunu ve Siyasal İslam meselesinin kaynağı da, durulması önerilen noktanın kendisiydi. Yani sorunu sönümlendirmek için tercih edilen noktanın, sorunların kıvılcımının atıldığı nokta olması, solun belli bir kısmını çıkmaz bir sokağa soktu. Bu nedenle gerek Kürt sorununda, gerekse de inanç kimliğinin siyasallaşması konusunda Türk solunun alternatif bir politika ve söylem geliştirme şansı kalmadı. Çünkü ülkede, üzerinde durulan noktanın sahibi belliydi ve tarihi boyunca tüm bu konularda kimseye söz hakkı vermemişti. Bu nedenle ulusalcı solcuların söyleyebildikleri, askerin söylediklerini tekrar etmekten, biraz daha edebi, biraz daha sivil bir tonda tekrarlamaktan öteye geçemedi.

28 Şubat sürecinde, solun geniş bir kesimi devletin resmi ideolojisine eklemlenme sürecinin ilk ayağını tamamladı. Özellikle Susurluk süreci neticesinde devletin içindeki kötü adamların da temizlenmesi, bu kenetlenmenin daha huzurlu gerçekleşmesini sağladı.

2001 yılında kabusun geri dönüşü (AKP’nin hem de tek başına iktidarı), devletle sol camia arasında ikinci kenetlenme aşamasına geçişi sağladı.

Devletin silahlı bürokrasisi, 28 Şubat sürecinde yalnızca siyaset sahnesinin değil, toplumun da biçimlendirilmesini hedeflemişti. Bu biçimlendirme, düzene yönelik tehditlerde, düzenin korunması ve yeniden dizayn edilmesi noktasında toplumun aydın ve ilerici kesimlerine de ciddi görevler yüklüyordu. Bu elbette toplumun ilerici ve aydın kesimlerinin, geçmiş dönemlerde olduğu gibi oyunbozanlık yapmadan devletin söylemlerini sahiplenmesi ile mümkün olabilecek bir şeydi. Ve bu maksatla, bu sıfatı taşıyan toplum kesimine, rahat uyum sağlayabileceği (özellikle anti emperyalizm vurgulu ve her sorunun kökenini ona atfeden, düzeni ise anti-emperyalist bir role sokan bir söylem) bir teori imal etmek zor olmadı. 1970'lerin başından sonra bir kez daha bürokrasi ile elele verip iktidarı ele geçirme olasılığının kokusunu alan Perinçek bu teoriyi üretme işinin taşeronluğunu üstlenmekte gecikmedi. Ardından kokuyu alan nice insan, tüm kafa karışıklıkları ve komplo teorileri ile sürece dahil oldu. Bu nihai eklemlenme sürecinin adı da "ulusalcılık" oldu.

Ve bu şekli ile Türk solunda, Kürt sorunu elbette 1960’lar, 1970’ler ve 1980’lerde ele alındığı şekli ile mağdur edilen ve ezilen bir toplumun sorunlarını ele almak noktasından kayıp, emperyalistlere uşaklık eden bir halktan nefret etme düzeyine ilerledi. Çünkü düzenin kendisi, yok sayılan, inkar edilen ama olmadığını bir türlü kabullenmeyen Kürtlerden nefret ediyordu.

Yazımda aktarmaya çalıştığım süreçten de anlaşılacağı üzere, elbette bu noktaya ulaşılmasına neden olan şey, sol politikanın kendi ilke ve dinamikleri değildi. Neden, solun yitirdiği dinamiği başka bir noktada araması ve güç uğruna kendi ilkelerini feda etmesiydi. Yani sol, kendisini var eden akıl ve vicdan sularını terk ettiği noktada, sağ politikanın köşe taşları olan “kutsal”, “düşman”, “nefret” ve “yok etme” sığlığına saplandı.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..