Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Mayıs '14

 
Kategori
Güncel
 

Soma'da yaşanan bu felaket, cinayet değil de, bir kazaymış, bir "fıtrat"mış, öyle mi?!

Soma'da yaşanan bu felaket, cinayet değil de, bir kazaymış, bir "fıtrat"mış, öyle mi?!
 

Yastayız.

Soma’da gerçekleşen böyle bir faciadan sonra zaten yasta olmamak, üzülmemek ne mümkün? Hakikaten sarsıldık. Ancak şu bir gerçek ki üzüntüsünde en samimi olanın bile yanında, yine de “ateş” aslında yalnızca düştüğü yeri yakıyor. Bunun dışında herkes, tamam yüreği gerçekten  yanıyor her insanın ama, esasen sadece laf üretiyor, bir “içi dolu iş” üreten, bir çözüm, bir çare üreten ve uygulayan VAR MI? O insanların acısına gerçekten de teselli olabilecek bir şeyler yapabilen var mı? Varsa söyleyin, çünkü maalesef ki yok veya varsa bile yok hükmünde, çünkü etkisiz!

O yüzden de ve sadece bu tür felaketler-acılar değil, her türlü dert, sorun, kazalar, felaketler, ihmaller, istismarlar, şiddet, gasplar, tecavüzler, pisi pisine hiç yoktan ölümler  vs. ülkemizde hiç azalmıyor, bir son bulmuyor, sonu gelmiyor, senelerdir hep aynı şekilde ve ahvalde sanki bu ülkenin bu bir yazısıymış, bir kaderiymiş gibi maalesef sürüp gidiyor.

Çünkü hiç kimse aslında “üstüne düşeni” doğru-düzgün, tam da layığıyla ve hakkınca yapmıyor!

O nedenle de, ne yalnızca eğitim, ne yalnızca teknoloji, ne sadece toplum veya sadece hukuk ya da demokrasi vs. gibi mesela sadece şu sistem, şu anlayış, şu zihniyet, şu parti, şu rejim, şu iktidar veya şu kişi filan, asla bir çözüm getirmiyor, bir çare olamıyor. Çünkü hepsi birden gerekiyor!

Mesela eğitim yerli yerinde olsa bile, “yapılan işlerde” bir denetim yoksa, bir hukuk, kural, nizam yoksa, bir otokontrol ve aynı zamanda da toplumun da kontrolü, öz denetimi, bir yaptırımı yoksa, yanlışlara dur dememesi, susması veya hak aramaması, haklıya haklı, haksıza haksız, suçluya suçlu, yanlışa “yanlıştır, doğrusu şudur” dememesi söz konusuysa, istediğin okulda oku, istersen en yüksek ve en iyi okullarda okumuş ol, hangi eğitimi almış veya vermiş olursan ol, sadece eğitim bir işe yaramıyor. Aynı şekilde yetkili kurumların da keza bir denetimi ve yanlışa aynı paralelde bir “yaptırımı” yoksa, yine bir işe yaramıyor.

Hukuk da aynı şekilde. Bir defa kanunlar zaten doğru dürüst değilse yine bir işe yaramıyor. Hadi diyelim kanunlar da doğru düzgün düşünülmüş ve hakikaten de yeterli, yeterince ve gereğince yapılmış olsun… ama sırf kağıt üstünde yazılı kalıp da, o kanun aynı zamanda da işletilmez, uygulanmaz, gereği yapılmazsa, gerektirdiği cezalar verilmez veya kimine verilir, kimine verilmezse, yine hiçbir işe yaramıyor.

Suçu ve yanlışı, bir defa önce gerçekten doğru-dürüst tespit edip, tam da hakettiği yeterli cezayı mutlaka vermen gerekiyor. Sadece doğruyu takdir, yanlışı ise kesinlikle tekdir etmen, hele ki bunun tersini asla yapmaman gerekiyor! Üstelik bunu yalnızca devletin veya yetkili kurumların değil, toplumun da, dolayısıyla her bir bireyin de aynı şekilde, hakkı araması, “hakka-hakkına-haklıya sahip çıkması”, suçu-yanlışı-sömürüyü “dışlaması-reddi” şeklinde, suça-yanlışa-haksızlıklara “tepkisi” şeklinde bir “toplum dinamiği olarak” da gerçekleşmesi gerekiyor. Dolayısıyla her bir bireyin kendi öz denetiminin de böylece “geçerlilik” ve bir “edim”, bir “değer” teşkil edebilmesinin sağlanması gerekiyor. Yanlışı-suçu-haksızlığı, haksız tasarruf ve haksız-yersiz-gereksiz rekabetleri, sömürüleri vs. hakikaten hiç mi hiç hoş görmemen, telafi edilmedikçe asla affetmemen, aksine cezalandırman gerekiyor. Böyle olması gerekiyor ki, alem sessiz, devlet sessiz-tepkisiz veya yetersiz, ama bireyin herhangi biri bir doğruyu yaptığında, kendini “ulan ben miyim milletin enayisi” gibi hissetmesin, doğruyu yapan-doğruyu diyen, asıl hakçasını gözetebilen ve yapan kişi ya da kişiler, bu toplumda yalnız-yapayalnız ve sanki çaresiz-miş gibi ve dahi kaderi ecele değil de, “kaza”ya teslim kalmasın işte böyle!!

Bunların hepsi bir arada, hep birlikte olmalıdır. Hem bireysel öz denetim, hem toplumsal oto kontrol, hem de yetkili kurumların da denetimi, kontrolu ve gerekiyorsa da eğer yaptırımı, hiç aksamaksızın hep devrede ve yanyana bulunmalıdır. Keza hem eğitim, hem teknoloji, yani gelişmeler paralelinde yenilemeler, modernleşmeler ve hem de hukuk, gerçek bir hukuk, dolayısıyla gerçek bir adaleti tesis edebilecek şekilde bir “uygulama” ve  hem bireysel, hem toplumsal, hem kurumsal dinamikler “kesinlikle” devrede olmalı ve “aynı yönde” birbirini desteklemelidirler. Bunlardan biriyle bir şeyler yapılırken, diğeri atıl kalmamalı veya biri bir tarafa çekerken diğeri tam aksi bir yönde kendine ayrı bir yol tutturmamalıdır.

O yüzden, suçlu tek değildir, yalnızca bir kesim değildir. Böyle bir durumda doğruya doğru-yanlışa yanlış demeyen, haksıza-suçluya-yanlışa ses çıkarmayan, tepki göstermeyen, hak aramayan, hakkı savunmayan bireyin kendisi de suçludur, toplum da suçludur, yönetimler de suçludur, hatta hukuk bile suçludur. Zira hukuk ki eğer “gerçek adaleti” tesis etmiyorsa onun adı zaten hukuk değildir. Keza eğitim de yine öyle! Eğer bir “bilinç”, bir doğru düşünce ve “doğru hareket etme-doğrudan-haktan-haklıdan yana olma, yanlışa-sahteye-yamuğa mutlak surette karşı çıkma” bilinci ve “alışkanlığı” vermemişse-kazandırmamışsa kişiye, onun da adı eğitim ya da eğitimli filan zaten değildir. Kaldı ki böyle bireylerden oluşmuş bir toplum da zaten “toplum” değildir! Olsa olsa “topluluktur”, bir kuru kalabalık, bilinçsiz, hasbel kader bir araya gelmiş belki ilkel bir kabile veya bir sürüdür işte sadece, o kadar.

İşte o yüzdendir ki, bunlar olmadı mı ve asıl önemlisi hepsi birden bir arada olmadı mı, istediğin kadar, istediğin teknolojik gelişmişliğe ulaş, uygula, istediğin rejimi seç, ister özelleştir, ister devletleştir, hiçbir şey farketmez. Hiçbir soruna çare, hiçbir derde bir deva, çözüm getirmez.

Hükümetten sorumlu en üstteki yetkili ve bütün bu işlerden “sorumlu” baş zat diyor ki  “iş kazası”, ne kazası be muhterem, olsa olsa “bile bile ladestir” bunun adı… Öyle “fıtrat” filan da değil… hiç kendini kandırma, alemi de kandırmaya çalışma!  Üstelik bir de bunu bile 19 Mayıs bayramına bağladı ya “yine”… ne diyeyim? 3 günlük yas ilan ettin, çok üzgünsün, güya bunda da hayli samimisin değil mi, ama yas 16 Mayıs’da bitiyor, 19 Mayıs teee ondan bile 3 gün sonra! Üstelik bu felaketin 19 Mayıs ile alakası ne? Çünkü ayırca 19 Mayıs zaten bir “şenlik!” filan da değildir, sadece resmi tören ve resmi geçit bazında ve gençliğin de işte bir anlamda gücünü, kuvvetini, kudretini, dirayetini, sağlığını pekiştiren ve temsil eden bir miktar spor etkinliklerinden oluşan bir anmadır, bu tarz bir kutlamadır, asla bir eğlence, hoppala yandan yandan, çalgı çengi vur patlasın çal oynasın tarzı bir eğlenme, eğlence zaten değildir!  Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur ya hani, o bakımdan... ne o işine mi gelmedi?

Hani dedim ya işte yazımın daha en başında “samimiyet”… en has samimiyet bile olsa ateş düştüğü yeri yakar filan, ve dahi yine dedim ya “kimse üstüne düşeni tam da layığı ile tam da doğru-düzgün-dürüst yapmıyor” diye… söyleyin işte şimdi bîtaraf bir şekilde, haksız mıyım? Bir felaketi bile “yine” fırsat bilip böyle bir milli bayrama ve evet “yine!” bağladı ya… hangi samimiyet, nerde samimiyet?! Üstelik bu facia nedeniyle halkın ve bir takım kuruluşların en doğal tepkisel yürüyüşlerini fırsatçılık olarak açıklayıp, aynen “kişi herkesi kendi gibi bilirmiş” hesabına asıl kendinde zaten mevcut olan bu ahvali bir de CHP’ye veya halka, şuna, buna mal etmek? Evet işte hak nerede, düzgünlük nerede, haklı kim, hak kimde? Hukuk-adalet, kendini bilmek ve samimiyet, üstüne düşeni gerçekten de layığıyla ve hakkıyla doğru dürüst yerine getirebilmek, nerede?!

Ayrıca, felaketin yaşandığı o özelleştirilen şirketin sahibi ve yönetim kurulu başkanı olan kişinin de söylemlerinde şu hakikaten çok dikkatimi de çekti: Soruluyor şahısa o felaketle ilgili bir takım ayrıntılar… “şurda bir ihmal mi vardı, denetleme mi yoktu, çocuk işçi mi çalıştırılıyor, taşeron vs… nasıl olmuş olabilir, yangın neden çıkmıştır, trafoda kalitesiz malzeme mi kullanıldı” vb sorular… adamın verdiği yanıtlar ise “Merzifon’da da şunu yapacağız, orada da bu teknolojiyi kullanacağız; Şu kadar dolarlık üretim hedefledik…  burdaki teknoloji en yeni teknolojidir, bunu ilk biz uyguladık, bütün girişimlerimizde bunu uygulayacağız… şurada şu  projemiz var, burada  bu girişimimiz var,  filanca ihaleyi de biz kazandık. Zonguldak’taki gibi eski teknoloji filan bizim işimiz olmaz, bu çok emniyetli ve özel, sırf bize özel bir projedir… Göçük olmaz, yangın çıkmaz, çıksa da söndürülür, metan patlamaz, işçiler 25-26 saat yaşamını rahatça sürdürür”... böyle diyor adam, bir reklam-bir reklam, bir maddiyat, bir ego… E ama sürdüremedi işte, hiç de öyle olmadı.. olan ortada..! Ağzımız açık biz ne soruyoruz, bu adam böyle ne diyor kel alaka diye bakakalıyoruz öyle..!

Hani sanırsınız sanki Soma’da böyle bir facia falan hiç olmamış da, veya tam aksine bir aksilik olmuş ama müthiş de bir başarı sanki elde edilmiş gibi, hiç kimse ölmemiş, işçiler kurtulmuş, hiçbir felaket filan olmamış gibi bir takım cevaplar… Çok ilginç bir durum hakikaten, adamın fikri-zikri direkt yatırım, iş, kazanç, para, maddiyat, işimi nasıl daha büyütürüm, nasıl daha fazla kazanırım, nasıl daha çabuk zengin olurum.. direkt buna odaklı bir şeyler, ihalaler, yeni projeler, hedeflerini filan anlatmakla meşgul o… Hiç o kadar kişi ölmüş, o kadar can yanmış, yuvalara, yüreklere ateş düşmüş, hakikaten sanki sanırsınız ortada bir facia filan zaten yok veya olan facia adamın umuru bile değil ya da duymamış hiç haberi bile yok..! Sanki ona bu felaket, böyle bir facia ve bunun olası nedenleri sorulmuyor da, başka bir şey soruluyor gibi o onları anlatıyor, apayrı bir kulvarda, apayrı bir dünyada… siz neredeee, o nerede, o zaten sizden apayrı, bambaşka bir yerlerde!! Hani şunu demek içinse bütün bu dedikleri, bu çok emniyetli bir proje hiç böyle “olmaması gerekirdi”, lakin olmuş zaten işte. O yüzden böyle demenin de yine bir anlamı kalmıyor-olmuyor. Ne yani, yoksa böyle demekle, bu bir “sabotaj” mı demeye getiriyorsun, bir madende yani, orada bile!? Daha neler…!!

Üstelik evet işte, hala daha bu facianın “asıl nedeni” tam belli değil!.  Öyle bir "hava" söz konusu atmosferde, öyle bir hava yaratılıyor sanki. Ama demek ki işte, öyle dahi olsa, bir kurtarma, bir hazırlık planı, herhangi bir terslik vukuunda böyle bir projede işçinin de, arama kurtarmacıların da ne yapması gerektiğine dair bir “acil durum” planı, yönetmeliği  ve eğitimi dahi verilmemiş. Bir hizmet içi acil durum eğitimini bırakın, planı dahi yok. Yapılmamış, hazırlanmamış. Bir pratiği, tatbikatı filan da yapılmamış… Ve bir “maden”bu! Her an her tehlikeye ve zaten normalde de 1. derecede ölümcül de bir tehlikeye fazlasıyla açık bir iş kolu!  Maden gibi bir gerçeklikte olabilecek, olabilesi bir şey midir peki sırf bu bile? Buna “kaza”, “iş kazası”, buna “fıtrat”, buna hatta “olmaması gerekirdi” bile denebilir mi bu durumda?! Aksine, buyur gel, gel felaket, gel facia, gel ölüm, denmemiş midir sizce de?!

Bakınız, 2. gündeyiz ve bazı galerilerde yangın bile hala daha söndürülememiş durumda! Yangın sürüyor, halâ!!

Yani işte… dedim ya mecburum tekrar hatırlatmaya,  hangi samimiyet, nerde samimiyet? 1 Mayıs (üzerine tıklarsanız ulaşabilirsiniz) başlıklı yazım ve yorum yanıtlarımda da belirttiğim gibi nerede, hani, hangi “dayanışma”, hangi emek, hani emeğin, insanın, canın değeri, emeğin, canın hakkını vermek? Ve "sorumluluk" duygusu da tabii! Hani nerde, herkesin üstüne düşeni hakikaten layığıyla, hakkınca, doğru düzgün yapması?  Evet ve üstelik halâ aynı minval, halâ üstelik nerde işte? Bu mu, bu mudur? Maden ocaklarının fıtratıymış bu, iş kazasıymış bu! Sen kendin söyle kendin dinle, kendin inan kendini kandır anacım, bizi katma kamuflajlarına!

Heee ama hükümetin organları, başı, kurumları, bakanları filan ile o  işveren işte mesela, hakikaten de bir “dayanışma!” içinde de yani… şimdiii yiğidi öldür ama hakkını yeme demişler, onun için orda da bir duralım, kimsenin hakkını da yemeyelim, dayanışmaysa hakikaten onların arasındaki tam da bir dayanışma, aksini deyip de haksızlık etmiş olmayalım, hakkını teslim edelim yani!!

Onun için sen ey iktidar, daha kimse bir şey bilmiyorken ilk elden sana direkt gelen malûmat gereği baktın ki zayiat kabarık, “hemen” istediğin kadar yas ilan et, istediğin kadar indir bayrakları da yarıya, işi gücü, gezilerini de derhal iptal et ve koş oraya, bu arada sakın fırsatı da kaçırma “yine!”, hemen bir sonraki  ilk milli bayramı da iğdiş et ve kendini istediğin kadar hemen at Soma’ya, halkının arasına, cismin hiç olmazsa ahaliyle bir arada olacak ya, (o bile ordu kadar kalabalık korumalar eşliğinde yine üstelik!) milletinin acısını güya “paylaşmaya”, halkınla-işçinle “dayanışmaya”! Ama boş işte kardeşim, boş..! Halk ve emeğin sahibi, o canların sahibi ve asıl o ateşin-odun düştüğü acı sahipleri senden içi dolu dolu iş bekliyor iş, dolu dolu iş; lâfı güzaf ve gövde gösterisi değil, gerçek adalet bekliyor, “gerçek samimiyet”, başka yaslar yaşanmasın diye bi zahmet!

Filiz Alev

14.05.”14

Bu blog Milliyet.com.tr sitesinden 321 kez görüntülenmiştir

 
Toplam blog
: 157
: 3152
Kayıt tarihi
: 03.03.11
 
 

Ekonomistim, emekliyim. İki evlat annesiyim. Müzikle ilgilenirim, bestelerim vardır. Düşünürüm, a..