Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mayıs '14

 
Kategori
Güncel
 

Soma son olur mu?

Soma son olur mu?
 

Keşke olmasaydı.

Büyük bir acı. Ölenlere Allah rahmet eylesin. Kalanların başı sağ olsun. Acınızı paylaşıyorum. Acılar paylaşıldıkça azalırmış derler. Doğrudur umarım.

Keşke son olsa!

Bunun son olmadığını, bu ve buna benzer acı olayların başımıza gelmeye devam edeceğini düşünüyorum.

Neden böyle düşündüğümü sıcağı sıcağına paylaşmak istedim.

Belki okunur diye.

Aradan bir kaç gün geçince nasıl olsa bunu da unuturuz. Neleri unutmadık ki?

Söyleyeceklerim spesifik olarak Soma acısına yönelik değildir. Genel olarak toplum yaşamımızdaki düzensizliklere yöneliktir.

Toplumu büyük bir ağaç olarak düşünün. Adalet, eğitim, sağlık, ulaştırma, tarım, sanayi, iş hukuku, iş güvenliği ve bunun gibi ana faaliyet sahaları bu büyük ağacın dallarıdır. Dallar ağacın görünen kısmıdır. Ağacın bir de gözle görünmeyen kısmı, kökleri vardır.

Gövde ve dalların gücü köklerin gücüne bağlıdır. Bir ağacın bütün dalları aşağı yukarı aynı sağlamlıkta veya zayıflıktadır. Çünkü hepsi aynı kökten beslenir.

Dallar bize köklerin gücünü veya güçsüzlüğünü gösterir. Kökler zayıfsa dallar cılızdır ve zamanla kurur. 

Toplumsal yaşam düzeninin şekli toplumun köklerini oluşturur. Toplum demokratikse kökleri güçlüdür, değilse zayıftır.

Toplumumuzun dalları sağlam görünmüyor. Soma bunun son göstergesidir.

Sorunu anlamak için köklere bakalım diyorum.

Öncelikle bu tür acı olayların kader olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. Her kazayı peşinen kader olarak kabul edip geçiştirirsek kendi vicdanımızı rahatlatabiliriz belki ama yeni kazaların olmasına davetiye çıkarmış oluruz.

İş kazalarında Avrupa birincisiymişiz. Utanılacak bu birincilik kötü kaderimizi değil, toplumsal düzenimizin sağlıksızlığını gösterir.

Kaderimiz niye böylesine acılarla dolu yazılmış olsun ki? Ben buna asla inanamam.

Kaderci yaklaşım, sebep-sonuç ilişkisi kurma yeteneği köreltildiği için sorunlarını çözemeyen toplumların kendi yetersizliklerinin üstünü örtmek için kullandıkları bir kolaycılıktır.

Sorumluluktan kaçıştır.

Avunmadır.

Dünya gerçeklerinden kaçıp inanca sığınmadır.

İnançlar tartışılamayacağına göre, her hangi bir dünyevi işi inanca bağladığınızda onu akıl ve mantık yoluyla yapılacak tartışmalara kapatmış olursunuz.

Amaç sorumlulardan hesap sorulmasına engel olmaktır. Kaderden hesap soramayacağımıza göre konu kapanmıştır.

"Kader utansın" der geçeriz.

Bu yaklaşım sorunlara çözüm aranmasını engelleyerek onları çözümsüzlüğe mahkum eder.

Yapanları vebal altına sokar.

Kazaların kader olup olmadığını değerlendirmenin yöntemi, oluşmalarında insan katkısı olup olmadığına, diğer bir deyişle, önlenebilir olup olmadıklarına bakmaktır. Bunun için nedenlerinin doğru belirlenmiş olması gerekir. 

Kazaların üç nedeni olabilir. Genel hatlarıyla; İnsan hatası, idari hata veya teknik problemlerdir.

Kazanın oluşumunda insan hatası varsa eğitim eksikliğini gösterir. İdari hata varsa ilgili organizasyon sağlıksız işliyor demektir. Teknik problem varsa bilim devreye girer.

Uçaklardan örnek verecek olursak;

Havada durup parça değiştirmek veya tamir etmek mümkün olmadığı için, uçağın her aksamı belirlenmiş çalışma şartlarında bilimin kendisine biçtiği süre kadar arızasız çalışacak şekilde dizayn edilir. Öyle de olur. Bilim buna muktedirdir.

İstisnalar olmaz mı? Olur. Bin saat arızasız uçacak şekilde dizayn edilmiş bir uçak parçası onuncu uçuş saatinde havada dağılabilir.

Buna kaptanın şanssızlığı veya kaderi denilebilir. Önlenebilir olmadığı ortadadır.

Nasıl isterseniz öyle adlandırın.

Kim sorumlu.

Soma ve benzer acı olayların sorumlusu kimdir diye bana sorarsanız, cevabım sizi üzebilir. Sorumlu biziz.

Ben, sen, o, biz, siz, onlar.

Neden mi?

Demokrasi için çaba göstermiyoruz da ondan.

Demokrasiyle yönetiliyoruz diyoruz değil mi?

Acaba öyle mi?

En genel tanımıyla demokrasi insanların kendi kendini yönetmesidir.

Yönetiyor muyuz kendimizi?

Bana sorarsanız hayır.

Seçim propagandalarına bakın partilerin. Her hangi bir konuda fikrimiz soruluyor mu?

Neler konuşuluyor o süreçlerde?

Ülkenin sorunlarına partilerin çözüm önerileri mi?

Anayasa mı?

Parça parça olmuş toplumun birliğinin nasıl sağlanacağı mı?

Eğitim mi?

Güneydoğu Anadolu'daki kanayan yaramız mı?

İş hukuku mu?

Özelleştirmelerin genel stratejisinin ne olması gerektiği mi?

İşsizliğin nasıl önleneceği mi?

Yüzde 3-4 büyüyen bir ekonominin yılda en fazla kaç kişiye yeni iş sahası yaratabileceği mi?

Bu durumda mevcut işsizlere her sene kaç kişinin ekleneceği mi?

İşsizliği bugünkü düzeyde tutabilmek için yılda en az yüzde kaç büyümemiz gerektiği mi?

Cari açık gibi cafcaflı bir ekonomik terimle kamufle edilen borç batağından nasıl çıkacağımız mı?

Doğru cevap "e" şıkkı. Yani hiçbiri.

Peki ne konuşuluyor?

Boy-pos, soy-sop, alevi-sünni, kasettekiler özel mi- genel mi, şerefli-şerefsiz gibi; ipe sapa gelmeyen, yakışıksız ve hepsinden önemlisi siyasetle uzaktan yakından ilgisi olmayan konular konuşuluyor.

Ne cesaretle?

Bizden aldıkları cesaretle.

Sorgulamıyoruz ki...

Bize deniyor ki; "oyunuzu  bize verin, neyi nasıl yapacağımıza karışmayın, siz anlamazsınız."

Biz de peki diyoruz.

Al oyumu.

Kime neden oy verdiğimizi veya vermediğimizi biliyor muyuz?

Yeni mi böyle olduk? Hayır. Demokrasi sürecinin başından beri hep böyleydik.

Bu nedenle ben sistemimize "Halksız Demokrasi Denemesi" diyorum.

Demokrasilerde seçimlerin amacı, halktan toplanan kaynakların kullanım öncelikleri konusunda halka önerilerde bulunup onay almaktır.

Bu konularda konuşan, size danışan bir siyasi parti gördünüz mü?

Ben görmedim.

Demokrasilerde seçilenlerin yönetimdeki başarısızlığı seçenlerin omuzlarındadır.

Sözlerim sadece bu günkü yönetime yönelik değildir. Demokrasi için çaba göstermeyen gelmiş geçmiş tüm yönetimleredir.

Hepsini biz seçmedik mi?

Yani suç bizde. Mazeret üretmeye çalışmayın. Kaçacak yerimiz yok.

Onun için suçlu biziz, hepimiziz diyorum.

Ne yapalım?

Önce bir örnek vereyim.

Bir Avrupa ülkesindeydim. Seçim dönemiydi. Bölgenin iki adayı televizyonda otoyollarda olan kazalarda ilk yardımın olay yerine ulaşma süresini tartışıyorlardı. Birisi iki, diğeri dört dakika olması gerektiğini savunuyordu.

Herkes kendi görüşünü somut verilerle destekliyordu. Temel konu maliyetti. Süreyi kısaltmak mümkündü ama bir maliyeti vardı.

Neden maliyeti halkın önüne getiriyorlardı dersiniz? Harcanacak kaynak halkındı da onun için. Halka, "karar sizin çünkü kaynak da sizin can da sizin, siz seçin" diyorlardı.

Ne kadar garip değil mi?

Dünyanın hiç bir ülkesinde politikacılar hizmet üretirken kendi ceplerindeki parayı harcamazlar. Halkın kaynaklarını kullanırlar.

Kaynak bizim olduğuna göre kullanım önceliklerini belirleme hakkı da bizimdir.

O zaman, kendimizi yönetiyoruz, sistemimiz demokratiktir diyebiliriz.

O halde bizim de yapacağımız belli.

Demokratik ülkelerde yaşayan halk ne yapıyorsa onu yapacağız.

Öncelikle nasıl yönetilmek istediğimize karar vereceğiz. Herkes kendisiyle ilgili her alanda nelere önem ve öncelik verdiğini belirlemeli. Kendisine bir liste yapmalı. Sonra siyasi partilerden hangisinin program ve söyleminin kendi önceliklerini en çok karşıladığına bakmalı.

Oyunu ona göre kullanmalı.

Siyaseti yaşam tarzı mücadelesi olmaktan çıkarmak zorundayız.

Siyasi partilerin hiçbirinin programı listemize yanıt vermiyorsa ne yapalım? Sivil toplum kuruluşlarına katılalım. Demokratik baskı üretelim.

Unutmayın demokratik, demokratik, demokratik.

Kızmadan, bağırıp çağırmadan, vakurla, azimli ve kararlı bir şekilde mesajlarımızı verelim.

Bizde böyle şeyler olumlu sonuç vermez demeyin. Verir ama zamanla. Hiç bir medeniyet bir günde kurulmadı ki.

Bugün başlarsak iki-üç nesil sonra (elli-yüz sene sonra) torunlarımız medeni ve demokratik bir ortamda yaşıyor olabilirler.

Madencilerimiz de maden ocaklarında güvenlik içinde çalışırlar.

Bizleri de hayırla yad ederler.

Başlamazsak her şey olduğu şekliyle sürer. Her felakette, resmin bütünün görmeyip sadece o felaketi tartışmaya devam ederiz.

Ta ki yeni bir felakete kadar. Eh o da bizi fazla bekletmez zaten.

Siyasetin mevcut şekliyle; akıl ve mantık yerine milli ve/veya dini duygular üzerinden yürütülmesinden şikayetim yok, böylesi daha iyi, gururum okşanıyor, diyorsanız ona da saygı duyarım.

O zaman siz tam da bu günkü siyasal sistemimizin istediği ideal vatandaşsınız.

Gelin, dallardaki sararıp solmanın köklerden kaynaklandığını, köklerin toplum düzenimiz anlamına geldiğini ve o düzenin demokratik olmadığını, bu niteliğiyle de tüm toplumsal sorunlarımızın kaynağı olduğunu görelim artık.

Son söz.

Soma acısı içimize oturdu. Çok kahırlandık. Hiç kalmadı ağzımızın tadı.

Umarım yarattığı şok etkisiyle; başta maden ocakları olmak üzere, iş yaşamımızdaki sorunların ve bu bağlamda iş güvenliğinin, iş güvencesinin, taşeron sisteminin, sendikacılığın, iş hukukunun olumlu yönde gelişmesine vesile olur.

Maden ocakları başta olmak üzere tüm iş kollarında insanca ve emniyetli bir çalışma düzenini hemen kurmak hepimizin ortak sorumluluğudur.

Bunun yanı sıra; toplumsal yaşam düzenimizi, yani kökleri, yani demokrasimizi geliştirme ihtiyacımız olduğu konusunda ufacık da olsa bir bilinç uyanmasına da vesile olmasını dilerim.

Kaybettiğimiz madencilerimizin yakınları için artık hiç bir şeyin eskisi gibi olamayacağını biliyorum.

Milletçe onları emanet kabul edelim ve yeniden hayata tutunmalarını sağlamak için ne gerekiyorsa yapalım.

Acılarını paylaşalım ki azalsın. 

 
Toplam blog
: 82
: 1739
Kayıt tarihi
: 04.05.13
 
 

Emekli pilotum. 1950 yılında Polatlı Çekirdeksiz köyünde doğdum. İlkokulu köyde ve Polatlı'da, li..