Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Şubat '09

 
Kategori
Siyaset
 

Somut durumun somut tahlili!

Somut durumun somut tahlili!
 

Pratik Ahlak başlıklı blog ile geçtiğimiz hafta “demokrat” ve “liberal demokratlar” arasında gelişen bir diyalogu paylaşmıştım, diyalog yoğunlaşarak devam ediyor. O güne değin Ümit Kıvanç ve Gökhan Özgün’de köşelerinde tartışmaya ilişkin düşüncelerini aktarmışlardı. Önceki gün Rasim Ozan Kütahyalı, dün Etyen Mahçupyan, bugün de tekrar Rasim Ozan diyalogu devam ettirdi.

Önceki yazıda diyaloga yorumları ile sevgili Ali Nail, sevgili Yapukay, sevgili DG, Sevgili Moonlight1 katkıda bulundu. Ben de sevgili DG gibi bu diyalogun genişleyerek devamını diliyorum; diyaloga ilişkin yeni görüşleri de taşıyarak kendi yaklaşımımı açmaya çalışacağım.

Gökhan Özgün 24 Şubat tarihli yazısında hukukun, Hrant’ın bilirkişi raporuna rağmen 4/3 kaybettirilerek sokakta infaz edilmesi gibi AKP’ye verilen mahkumiyet kararı ile de bittiğini, kendi demokratlığı içinde dananın kuyruğunun o günler itibariyle koptuğunu; ifade ederek konuya ilişkin köşesinde aşağıdaki düşüncelere yer verdi.

“Ergenekon pozisyonunda serbest oynayan medya, o zamanlar kapatma davasını hazmedemeyenlere karşı hukukun üstünlüğünü savunuyordu. Ben ve benim gibiler ise ‘can çekişen hukukun ‘alenen’ bittiğini’.

Bir demokrat ‘hukukun üstünlüğünü’ kabul eder mi?

Bu sorunun cevabı bir sorudur. ‘Hangi hukukun üstünlüğü’ sorusudur. Demokrat, demokrat bir hukukun üstünlüğünü kabul eder. Bu da şu demektir. Demokrat, demokrat bir hukukun mahkûm ettiğini vicdanen de mahkûm eder.”

“Bir ‘demokrat’, bir kraliyet hukukunun üstünlüğünü kabul eder mi? Hayır etmez. Ederse, demokrat olmaz. Kraliyet hukukunun mahkûm ettiğini, bir demokrat, vicdanen mahkûm eder, ya da etmeyebilir. Vicdanen mahkûm edip etmeme tamamıyla kendi seçimine kalmıştır.”

“Bir demokratın ‘militan’ olmaması, yani ‘sivil’ olması için, ‘kanunlara saygılı’ olması, ya da daha doğrusu, ‘kanunları tanıması’ yeterlidir. Hukuk ve kanun aynı şey değildir. Hukuk ortak bir bünyenin, yani bir ‘constitution’un mahsulüdür. Kanunlar ise Hammurabi’den beri vardır ve gayet keyfî olabilirler. Kanunun amacı ‘adalet’ değil, düzendir. Düzeni sağlamak, tesis etmektir.”

Gökhan Özgün Ergenekon meselesinde hukukun üstünlüğü konusunda görüşlerini ise şöyle ifade ediyor: “Daha sonra Ergenekon meselesi patlayınca, bu kez, Ergenekon avukatları hemen ‘yakalayıverdi’ demokratları.

Hani bu ülkede ‘hukuk’ yoktu, dediler. Sıra Ergenekon’a gelince, şimdi siz savunmuyor musunuz ‘hukukun üstünlüğünü’. Yerden göğe kadar haklıydılar. İlk ve son defa haklıydılar. Fena halde haklıydılar.

Ben bir yazıda onların ‘haklarını’ teslim ettim. Ve Ergenekon soruşturmasının bir ‘hukuk devletinde’ yürütülmediğini kabul ettim. Zaten ‘vicdan’ meselesine takıklığım bundandır. Yoksa ‘yüce bir hümanist’ oluşumdan değil. Ergenekon davası bir ‘hukuk devletinin’ yürüttüğü bir dava değildir. ‘Vicdanlara’, tam da bu yüzden, çok ama çok fazla iş düşmektedir. Fazla mesai yapan vicdanlar, bu yüzden bitkin düşmektedir. Demokrat bir hukuk, vicdanların üzerinden iş yükü alır. Öncelikle bu işe yarar.

Zaten benim anlamakta çok ama çok güçlük çektiğim bir şey var. Bu anayasayla, bu kanunlarla, Ergenekon’un neresine kadar gidilebilir? Eğer gidilebiliyorsa, bu anayasanın sorunu ne?

Bütün bir ‘hukuk’ sistemi, zaten bu ve bunun gibi şeylerin üzerine gidilemesin, diye tasarlanmış. Bu yüzden, halkın vicdanının izin verdiği yere kadar gidilebilir. AKP’nin vicdanının izin verdiği yere kadar gidilebilir. Ergenekon medyasının vicdansızlığının izin verdiği yere kadar gidilebilir.

Ama evet, kabul etmek gerekiyor ki, bir iki ucu boklu değnek durumu söz konusu. Ergenekon’un üzerine gidilmeden, yeni demokrat bir anayasa mümkün değil. Yeni demokrat bir anayasa olmadan da, Ergenekon’un tam olarak üzerine gitmek. İşte size Ergenekon kurdunun kapanı.

Sonuçta demokrasinin olmadığı bir ülkede de, gazeteciliğin rehberi de, maalesef yine vicdandır, çerçevesi kanunlardır. Olmayan ‘demokrasi’ ve ‘hukuk’ değil. Farz edin, zinanın ölümle cezalandırıldığı demokrasiden uzak bir ülkede, bir zina haberi yepyeni bir ‘cunta girişimiyle’ ilgili büyük bir sırrı ortaya çıkarıyor. Ne yapar böyle bir durumda gazeteci? Oturur kara kara düşünür. Vicdanını yer bitirir.

Çünkü demokrasi bizim içimizde değil, dışımızda olması gereken bir şeydir. Yoksa bu mücadele niye? Demokrasinin içimizdeki halinin adına vicdan deniyor. İçimizde müphemleşiyor. Şahsileşiyor. Zaman zaman çaresizleşiyor. Militan demokratlığa tıpkı Ahmet Altan gibi ben de inanmıyorum. Ama demokrasinden nasibini zerre almamış bir bünyede, demokratlığın nasıl ‘zorla’ militanlaştırıldığını biliyorum, görüyorum ve yaşıyorum.

Çünkü ‘milita’, yani askerî olan, karşısındakini bir tehdit olarak görüyorsa, karşısındakinin ‘askerî’, yani ‘militan’ bir yanı olduğunu düşünmek, buna inanmak, ve herkesi buna inandırmak ister. Demokrat istemese bile, onu militanlaştırır.

Ahmet Altan’ın hassasiyetini çok iyi anlıyorum. Ama Yıldıray Oğur’un vicdanının sıkıştığı noktayı da, ciğerimin ta en orta yerinde hissediyorum.

İkisi de aynı şeye işaret ediyor sonuçta. Hukuk yok bu memlekette, kanunlar var. Bu memlekette hukuk olsaydı, ne Yıldıray Oğur’un yazdığını yazardı, ne de Ahmet Altan‘ın o yazının üzerine yazdığını.

Ve evet, maalesef hukukun olmadığı yerde, benim savcım, senin savcın var. Yalan mı? Yok mu? Söyleyin. Var tabii. Bunu bir cumhurbaşkanı, bir başbakan söyleyemez, söylememeli de zaten. Ama ben niye söyleyemeyecekmişim?

Ee ne yapıcağız şimdi? Vaz mı geçeceğiz yani her şeyden?

Hukuka kavuşana kadar vicdanlarımızın üstünlüğüyle idare edeceğiz.

Benim kafam başka türlüsünü almıyor.

Vicdanı çok şahsi bir hakikat olmaktan çıkarıp toplumsal bir mesele haline getirenler utansın.”

Ümit Kıvanç ise 24 Şubat tarihli yazısında konunun doğrudan siyasetten öte gündelik hayatta var olma ile ilgili en temel meseleye dokunduğunu; belirterek şöyle devam ediyor” Bu, aslında hem gün boyu pek çok değişik somut düzlemde hem de siyasetti, teoriydi, felsefeydi birtakım kallavî alanlarda hep karşımıza çıkan, azıcık erdem sahibi, dürüst her insanı her zaman zorlayan bir problemin başka denklem içerisinde ifadesi.

Evet, insan öldürmek yanlış, ama o beni öldürecekti, ne yapsaydım? Evet, demokrasi iyidir ve herkese eşit hakları tanımak gerekir, ama onlara da bu hakları tanırsak demokrasiyi yok edecekler; ne yapmalı? Kitlesel örgütlenme dediğin, demokratik olmalı, taban inisiyatifine dayanmalıdır. Ama belirli bir anda bütün örgüt bütün hedef ve temel görüşleri henüz benimsemiş olamayacağı için, herkese inisiyatif tanınırsa yolumuzdan sapabiliriz; ne yapmalı?

Bunlar böyle, pek mühim meselelerden, ‘tuttuğum takım haksız penaltıyla kazandı, sevinmeli miyim?’e kadar gider, hayatta sahiden dürüstlük diye bir derdi olan insanlar için.

Toplumlar içinse söz konusu olan sadece bir dürüstlük meselesi değil. Herkesin tek merkezden ilelebet yönetilemeyeceğini ve ne yaparsan yap mutlaka farklı düşünen birilerinin çıkacağını hazmetmiş, aslında toplum dediğin şeyi farklı kökenlerden insanların oluşturduğunu içine sindirmiş bir insan kalabalığına toplum diyoruz esasen.

“İlkelilik” meselesi, toplum için, bir arada yaşamanın hem herkesi mutlu edecek hem güvenilir, kalıcı ortamını yaratma meselesidir. Çünkü bunun temel şartı, ister istemez, ortak ilke ve kuralların var olması. Bir yerde ilke ya da kural varsa, otomatikman, bunların nasıl, ne koşullarda çiğneneceği soruları, tartışmaları doğar. Elbette daha önce, bunları kimlerin hangi koşullarda nasıl belirleyeceği sorunu gelir ve orada da aynı konu (“dağdaki çobanla bir miyim?”) karşımıza çıkar.

Siyasî hareketler, örgütler, partiler vesaire için, konmuş hedefler, bunlara göre benimsenmiş ilkeler, bunlar doğrultusunda yapabilecekleri/ yapamayacaklarının sınırları vardır. Yani... olur... yani... olmalıdır... olsa ne güzel olur...

Ve hayat, doğal olarak, sizin ilkelerinize göre işlemez. Siz her an, birtakım somut adımlar atabilmek için birtakım ilkelerinizle boğuşmak zorunda kalırsınız.

Pek allâme sayılmam ama insanlığın vardığı aşamada siyaset felsefesinin formüle edebileceği ve uğraşması gereken en baba soru budur sanırım. Çünkü yüz-yüz elli senedir bunu çözememiş.”

Gökhan Özgün adalet açısından duruma dikkat çekerek konuyu açarken, Ümit Kıvanç ilkeler ve toplum olmaya ilişkin görüşleriyle açıklamış.

Etyen Mahçupyan ise adalet meselesinin liberalliğin yumuşak karnı olduğunu; liberalliğin hem diğer ideolojiler gibi adaleti sağlamakla yükümlü, hem de yaşanmakta olan adaletsizliklere fazla müdahale edilmesine razı olmadığını belirterek, liberal anlayışın hukuk tasavvurunun hem var olan güç dengesini veri almak, hem de doğal dengeyi bozmaya yeltenen her adımı engelleyebilmek şeklinde olduğunu: “Öyle bir hukuk ki, içinde olunan düzeni doğallaştırırken, aynı zamanda bunu kabul edilebilir de kılsın... Kimseye ait olmayan, ama herkesin paylaştığı bir hukuk... Kısacası ‘evrensel’ bir hukuk...” şeklinde ifade ederken liberalizmin soyut birey soyut hukuk anlayışının eleştirisini haklı olarak şu cümlelerle yapıyor, “Sanki her şeyin ideolojik olarak tanımlandığı ve belirlendiği bu dünyada, görecelilik taşımayan, insanlığın birikimini taşıyan, güvenilir bir adalet geleneği varmış gibi....”

“Bu anlayış demokrasi tanımının da içsel bir parçasıdır. Kuvvetler ayrılığı ilkesi ve dolayısıyla yargının bağımsızlığı, söz konusu evrensel hukukun yürütme ve yasamanın etkisinde kalmadan işlevsel olacağı varsayımına dayanır. Liberaller için hukuk, demokrasinin yaşayabilmesi için tek olası dayanaktır. Demokrasinin nereye gideceği bilinmeyen yönünü dizginlemek de hukuka düşer. Dayandığı epistemoloji itibariyle her şeyi göreceli kılan liberalizm, iş hukuka geldiğinde bir anda ihtiyacı olan sabiteye kavuşur...


Ama bu durum ipin üzerinde durmayı iyice zorlaştırmaktadır. Evrensel bir hukukun varlığını savunmak, aslında elinizdeki hukukun ‘evrenselliğini’ savunmaktır. Ne var ki o hukuk belirli bir güç dengesinden ve ideolojiden bağımsız değildir. Diğer bir deyişle yasama ve yürütmeden bağımsız olma, hukuku siyaset üstü kılmaya yeterli olmaz. Hukuk da diğer her kurum gibi, belirli bir zihniyeti yansıtır ve dolayısıyla da ‘yanlıdır’. Çünkü herkesin aynı zihniyette olduğunu varsayamayacağımıza göre, hiçbir hukuk sisteminin ‘tarafsız’ olmayacağı da açıktır. Ne var ki liberalizm bu gerçekliğe gözlerini kapamayı tercih eder. Var olan hukukun içinde kalmak gerektiğini söylerken, o hukuku yaratan sistemin kemikleşmesine yönelik siyasi girişimlere karşı çaresiz kalır. Tam da bu nedenle liberalizm bir ‘değişim’ değil ‘adaptasyon’ ideolojisidir...

Tartışmayı başlatan örnek, darbe yapmak üzere komplo kuran birilerinin telefonun yasal olmayan bir biçimde dinlenip yayımlanmasının ne derece ‘doğru’ olduğu sorusuydu. -Sevgili DG’nın da belirttiği paragraf sevgili Ali Nail’inde çok net bir şekilde ifade ettiği benim açımdan da tartışmanın en önemli vurgusu- Demokratlar için hukuk, ‘benim’ ve ‘herkesin’ katıldığı, ikna olduğu ve sahiplendiği hukuktur. Evrensellikle kategorik anlamda ilgisi olmayan, ‘bize ait’ olan ve bizlerin taşıyıp anlamlandırdığı insani birikimin niteliğine bağlı olarak evrensellik atfedilecek bir hukuk... Hasbelkader var olan hukuk değil...


Tartışılan örneğe dönersek, demokrat bir hukuk sistemi örnek olarak alınan ikilemin tartışılmasını ve kararın içselleşmesini gerektirir. Çıkacak sonuç ise özneldir... Bazı toplumlar darbecileri afişe eden eylemleri suç olarak tanımlarken, bazıları da –örneğin özel hayat gibi - belirli sınırlamalar altında afişe olmayı suç saymayabilirler. Hatta şeffaflığı öne alacakları için demokrat bir toplumda ikinci eğilimin baskın çıkma ihtimali muhtemelen daha çoktur.


Oysa liberal bakış iki düzlemi ayırt etmekte zorlanır. Yani hukukun niteliği ve nasıl saptanması gerektiği sorusu ile hukukun işlevselliği ve saygınlığı birbirine karışır. Böylece aslında toplumsal açıdan gayrimeşru olan bir hukuk sistemi bile, ‘hukuk’ olarak korunmak zorunda kalınabilir. Çünkü hukuk liberaller için kerteriz alınabilecek tek referanstır ve ona zarar vermek istenmez. Bunun da nedeni liberal ideolojinin zihniyeti yok sayan, onu aşan bir ‘doğal duruma’ yaslanması ve evrenselliği de buradan türetmesidir.”

Rasim Ozan Kütahyalı ise bugünkü köşe yazısında açıkçası demokrat zihniyetin hukuka ilişkin duruşunu “ilerlemeci” olarak eleştirirken beni geçmiş çatışmaları götürdü, başka bir eksende yıllar önce yine olması gerekene yönelik açılımlara ilişkin“ilerlemeci” tanımları yapılırdı. Rasim Ozan Kütahyalı tartışmayı daha teorik bir zemine çekerek liberal-demokratlar açısından konuyu şöyle açıyor: “liberal demokratlar açısından “doğru” olana yönelik insanlığın ilerlemesi inancından uzak; farklı olanların birbirinden beslenerek ortak bir bir modus vivendi kurabilmesinin arayışındadır Hume ve Smith’in çizgilerinden süzülen liberal demokrat anlayış.. Isaiah Berlin’in 20. Yüzyılda yetkin biçimde dokrine ettiği bir liberal-demokrat tasavvurdur bu..”

Benim bildiğim “demokrat” zihniyetin en önemli düşünürü Etyen Mahçupyan’dır; ve bu konuda kurduğu cümle çok net; somut durumun somut tahlili… “Demokratlar için hukuk, ‘benim’ ve ‘herkesin’ katıldığı, ikna olduğu ve sahiplendiği hukuktur. Evrensellikle kategorik anlamda ilgisi olmayan, ‘bize ait’ olan ve bizlerin taşıyıp anlamlandırdığı insani birikimin niteliğine bağlı olarak evrensellik atfedilecek bir hukuk... Hasbelkader var olan hukuk değil...”

Ahlakı sadece özel alanda tanımlayan liberalizm, başkalarına zarar verici eğilimlerin ise tamamen hukukla ve polisiye tedbirlerle çözümünü öngörür. Ancak geldiğimiz teknolojik düzeyde sadece totaliter bir devlet olup tepkileri yer altına itmedikçe kamu sahasını “temiz” tutmak mümkün değildir. Sistem ahlaki normları toplumsal düzeyde üretmekten acizdir, kendi ahlak yoksunudur.

Ülkemiz bir arınma sürecinden geçiyor ve her birimiz ahlaki ve vicdani tercihlerimizle elimizi taşın altına koymalıyız çünkü hiçbir şey kendiliğinden “doğru” yönde ilerlemez, ancak “gerçek veya doğru dediğimiz şeyler bizim inşa ettiğimiz yapay dünyanın parçaları ise onları kendimiz için anlamlı kılmamız veya bazı değerleri tercih edilir bulmamız onları evrensel kılmaz.

Bu değerlendirme bilgilerimizin ve ahlaki tercihlerimizin önemini azaltmaz çünkü insan olarak bu göreceli konuma mahkûmuz. Aksi şekilde davranarak fikir ve tercihlerimize evrensellik yüklememiz haddimizi aşmak; kendimize ait olan değer yargılarını dışımızdaki maddi ve toplumsal gerçekliğe dayatmak anlamına gelir.

Kendi sınırımızı çizerek ve deklare ederek pozisyon almak gerekir.

Doğruları bildiğimizi varsayarız ama hakikati bilemeyiz onu ararız, bugün doğru saydığımız yarın değişebilir.

Dolayısıyla "doğru" kimsenin tekelinde soyut bir şey olarak tasarlanamaz.

Bu nedenle hiçbir konuda belirli bir görüşe "bilimsel güven duymak" için neden yoktur.

Sorunun ölçeğinde bir durumu veri alıp, bilgiyi ve doğruyu mümkün olduğunca çeşitlendirerek derinleştirmektir “bilinemezci” (/demokrat) için yapılması gereken.

Daha iyi bir toplumsal yaşam için aklımızı kullanma cesaretini gösterirken kendimiz için istediğimizi başkaları içinde istiyor olmamız gerekir.

Konuya ilişkin son yazı:

İstisnanın kuralı
Etyen Mahçupyan - 13.03.2009

Araçlarla amaçlar arasındaki meşhur ikilemin yeniden canlandığı ve bu kez ideolojik konumları mukayese etme fırsatı veren bir tartışma yaşanıyor... Olay Yıldıray Oğur’un telefon dinlemelerini onaylayan tavrı ile başladı. Bazıları için mesele bir hukuk düzenini oluşturmak üzere hukuk dışı davranmanın ne denli meşru olduğu sorusu etrafında anlam kazanmaktaydı. Diğerleri için ise her hukuk düzeni kabullenilmesi gereken bir düzeni ifade etmiyordu. Dolayısıyla onlar da soruyu ‘demokrat bir düzen’ açısından sordular... Birinciler açısından, var olan hukukun kabulü meşruiyet açısından zorunluydu. Oysa ikinci grup zaten meşru olmayan bir hukukun böylece meşru kılınmasından rahatsızdılar ve kendi tutumlarının bir tür direniş olduğunu düşünmekteydiler.

Bu ilginç tartışmaya bir katkı da Orhan Gazi Ertekin’den geldi. ‘Demokratların istisnası’ başlıklı yazısında Ertekin haklı olarak istisna üretmenin tehlikesine değiniyor, herhangi bir istisnanın ne denli öznel olduğunu anlatıyordu. Gerçekten de kurallar, yaşanacakların tümüyle bilinmediği, hayata ilkesel bakıldığı izlenimini verirken, istisnalar genellikle ne yaşanacağının tahmin edilmesine ve bazı eylemlerin kural dışına çıkarılmasına hizmet eder. Dolayısıyla aslında istisnalar çoğu zaman keyfiliği, bir iktidar tercihini yansıtır. Bu açıdan istisnaların çokluğu hukukun da anlamsızlaşması ve otoriteye mahkûm olmasıdır. Ne var ki otoriteye mahkûmiyet tam aksi yönde de gerçekleşebilir. İktidarın mutlaklaştığı noktada egemen gücün hiçbir istisnaya ihtiyacı kalmaz, çünkü zaten kuralın kendisi keyfidir.

Demek ki istisnaya itiraz edebilmenin meşruiyeti ve mantığı, kuralın meşru olup olmamasıyla bağlantılı... Eğer kural gayrımeşru ise, o zaman istisna bir direniş aracı olmak durumunda kalırken, var olan nizam açısından da hukuk dışı kılınabilir. Kısacası istisnayı tartışmak, öncelikle kuralın zihniyetini tartışmayı gerektiriyor. Ertekin, bazı filozofların istisnadan her bahsettiğimizde kuraldan söz ettiğimizi bize gösterdiğini söylüyor. Tabii ki öyle ama daha fazlası da var... İstisna bir zihniyetin açık taşıyıcısıdır. Kuralları ‘evrensel’ yaftası ardına gizlemek kolaydır ama istisnaları gizleyemezsiniz. Kısacası istisna talebi bir zihniyeti ima eder ve bu zihniyet kaçınılmaz olarak kuralın arka planındaki zihniyetten farklıdır.

Bu çerçeve modern ideolojiler olarak sosyalizm ve liberalizmin ne denli benzer olduğunu da ortaya koyar. Ertekin sosyalistlerin ‘herkesin demokrasisine’ ulaşmak uğruna proletarya diktatörlüğüne, liberallerin ise ‘yakın tehlikeler’ karşısında olağanüstü hal uygulamasına razı geldiğini belirtmiş. Yani bu iki ideoloji de daha özgürlükçü hayalleri gerçekleşene kadar özgürlükleri sınırlamaya yeltenmişler. Her ikisi de çareyi otoriter zihniyete kapılanmakta bulmuş... Bu durum modernliğin temel ikilemini yansıtıyor. İdealist beyannamelerle eşitlik ve özgürlük vadeden, ama hayatı yönetirken otoriteyi ele alan bir iktidar anlayışı.

Ertekin demokrat tutumu eleştirirken onların da aynı şeyi yapacaklarını varsayıyor. Kimin dinlenip kimin dinlenmeyeceğine iktidar gücünün karar vereceğini ve bunun ne denli tehlikeli olduğunu söylüyor. Tabii eğer demokratlar da sosyalistler ve liberaller gibi davranırlarsa Ertekin haklı çıkar. Ama o zaman da ‘demokratlar’ demokratça davranmış olmazlar... Çünkü demokratlık meşruiyetin belirli bir iktidar yapısından veya olanağından neşet etmesini ‘anlayamaz’. Demokratlığın zemini konuşma, tartışma ve ikna yoluyla derinleşmedir. Böylece bizzat ‘istisnanın kuralı’ da tartışmaya açılabilir. Diğer bir deyişle demokratlık, kuralın istisnaları ile birlikte ele alınmasını, böylece liberalleri paniğe sevk eden ‘tehlikelerin’ de toplumsal olarak tanımlanmasını ima eder. Örneğin demokrasiyi sekteye uğratacak bir darbe girişiminin böylesi bir istisna teşkil etme ihtimali muhtemelen çok yüksek olacaktır. Ama demokratlığın ‘ironisi’ şu ki, bunu bile kesin bir öngörü olarak öne süremeyiz, çünkü toplumun nasıl karar alacağını bilemeyiz...

Ertekin’in işaret ettiği üzere istisnalar aslında kuralı tanımlarlar, çünkü kuralın ardına gizlenmiş olan zihniyeti açığa çıkarırlar. Sosyalistler ve liberaller kuralı önemsedikleri ölçüde istisnanın ima ettiği zihniyeti gizlediler ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde otoriter zihniyete yanaştılar. Ertekin belki de başka türlü bir tutumu hayal edemediği için, demokratların da onlar gibi davranacaklarını varsaymış. Demokratlığın farkını irdelemeden demokrat tutumun önündeki olası tehlikeye işaret etmeye çalışmış.

Günümüzün meselesine dönersek, elimizde demokrat olmayan bir rejim ve hukuk düzeni var. İstisnalar ise zaten otoriter zihniyete işaret ediyor... Bu durumda demokrat siyasetin sınırları nasıl çizilebilir? Bizzat kuralın kendisini olası istisnaları ile birlikte tartışmaya açmak bir çıkış noktası sağlayacaktır. Ya telefon dinlemeleri? Demokrat tutum, kamusal bilgiyi demokrasiyi güçlendirme yönünde besleyecek olan bir uygulamayı desteklerken, kendi yaptığını da şeffaflaştırmayı gerektirir. Yani gerektiğinde ‘kanunsuz’ dinlemeyi yapan ve bunu niçin yaptığını topluma anlatarak meşruiyet talep eden bir tutum... İstisnanın kuralını toplumsal kabulde arayan bir yaklaşım...

 
Toplam blog
: 444
: 1284
Kayıt tarihi
: 13.09.07
 
 

MB zengin kültürel bir eksen; düşüncelerimizin buluştuğu, tartıştığımız, birbirimizi etkilediğimi..