Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Temmuz '09

 
Kategori
Öykü
 

Son yalnızlık

Son yalnızlık
 

Otogar/ISPARTA


Yalnızlığın içini dışını sardığı bir akşamüzeri, tüm bedeninde anlatımsız bir halsizlik duyumsamasına karşın, bir anda kalktı masasının başından, çok dinginmişçesine bir devinimle giyindi, odanın dışına hızla attı kendini, loş ve nem kokulu kısa koridoru bir yere yetişecekmişçesine geçti, dört basamaklı merdiveni ikişer atlayıp, dış kapıyı aynı aceleyle açtı, dış merdivenin başındaki sahanlıkta durdu. Demir kapı hareketlerin çabukluğuna inat bir yavaşlıkla, inleye zırlaya kapanırken, merdivenin alt basamağında tek başına oturmakta olan beş altı yaşlarındaki çocuk ansızın beliren hareketlilikten ürkmüş, yavaşça doğrulup uzaklaşmıştı.

Zorla toparladığı enerji konuk evinden uzaklaşırken azalmıştı bile. Yürümesi yavaşladı, kolları omuzlarına ağır geldi, ellerini pantolonunun yan ceplerine soktu, düşündü; kalabalık yerlere gitmeliydi. Kalabalık ve gürültülü ama yakınlarda… Yaşadığını algılatacak, içindeki daralmayı bir yana koyduracak bir yere… ’’Otogar hem yakın, hem kalabalık’’dedi sesli sesli, o tarafa yöneldi. Arkasına baktığında çocuğun hala kendisini gözlediğini gördü, hiç de içinden gelmemesine karşın gülümsedi, aynı yavaşlıkla kaldırımda ilerledi.
Evet, otogar kalabalıktı. Hem de her zamankinden kalabalık. Daha önceleri hiç bu saatlerde gelmemişti. Gece yolculuğu yapacak otobüsler bu sıralar kalkıyor olmalıydı. Yedi sekizi yolcuları binmemiş olmasına karşın çalışıyordu. Bir süre dikildi, peronu izledi; Havada yoğun bir ekzost kokusu vardı. Başka ilden gelip diğer ile gidecek olan yolcular sigaralarını daha bir hırsla emişlerinden, buradan gidecek olanlar üçerli beşerli uğurlamacılarının harıl gürül uyarılarından bunalmışlıkla asılmış suratlarından, sevgililer ise daha ayrılmadan özlemi yaşamaya başlamışçasına, havanın nemli sıcağına aldırmaksızın sarmaş dolaş, hareket zamanının gelmesini istemedikleri besbelli, saatlerine ‘’eyvah’’ dercesine bakışlarından anlaşılıyordu.

Tüm peronu bakışlarıyla taradı, yolcuları gözlemleyebileceği ama hareketliliklerinin dışında bir yer belirledi, gitti, otogarın cam kaplı ön cephesinin oturtulduğu duvarın mermer çıkıntısına ilişti. Şimdi tüm insanları izleyebiliyordu.
Aslında bu otogara haftada iki kez geliyordu. Yaşadığı kentten bu komşu kente atanmış, haksız atamaya karşı idare mahkemesinde dava açmış, atamanın iptal edileceği umuduyla da evini taşımamış, devletin otuz üç yıllık mühendisiydi. Atandığı idarenin küçücük, bakımsız konuk evinde kalıyor, her pazartesi geliyor, her cuma gidiyordu yaşadığı kente. Aylardır süren gidiş gelişlerde bu otogarın devamlı insanlarını artık ayırt edebiliyordu. Şimdi onları izlemiyordu, belleğine yabancı olanlardaydı bakışları ama çok sürmedi…

-Saat 19.00 da hareket edecek otobüslerin sayın kaptan ve yolcuları! Hareket saatiniz gelmiştir, yerlerinizi almanız rica olunur!

Her otogar ya da mola yerinde olduğu gibi, kesinlikle anlaşılamayacak kadar çabuk ve gürültülü olan bu anonsu yolcular doktor reçetesini okuyabilen eczacıların inanılmaz becerisiyle anlamışlar, sigaraların son dumanları ateş filtrelere ulaşana dek ciğerlere çekilmiş, uğurlamacılardan bunalanlar kaçarcasına, özlemi yaşayacak olanlar sevdiklerinden koparcasına ama yerleri kapılacakmış gibi bir evecenlikle, itiş kakış, otobüslere binmişlerdi. Binmişlerdi ama ne muavinlerin acelesi vardı, ne de kaptanların. Kaptanlar yıllarca sürecek bir savaşa gidecek ordunun başına gelmekte olan paşaların gurur ve kasılmasıyla çıkmışlardı yine içeriden, birer elleri ceplerinde, göbekleri bir karış ileride, pantolon kemerleri göbeklerinin ta altındaydı. Tüm muavinler yirmili yaşlarında, çoğu sivilceli, zayıf, saçları günün modasına uygun şekilde diken diken ve jöleden pırıl pırıl, bakışları artistik… Otobüsün arkasına çabuklukla ulaşmışlar, o mağrur, heybetli, deneyimli kaptanlara ’’Gel!.. Sağ yap gel!..’’ diye emir verircesine bağırırlarken uğurlamacılar arasındaki yeni yetme kızlara yan yan bakarak yoksulluk içinde yaşanmış çocukluklarının içlerinde açtığı yaraları biraz daha iyileştirmiş gibiydiler. Ve sanki sözleşmişçesine, hepsi aynı şekilde, otobüs duralayıp ileri hareket başladığında değil de biraz daha hızlandıktan sonra, tehlikeyi umursamaksızın, açık kapıdan kendilerini içeri atmışlardı. Kaptanlık ve muavinliğin özel bir eğitimi vardı sanki, hepsi orada tek tip yetişmişlerdi.

Aslında yine de gürültülüydü ama öncesine göre sessizleşivermişti ortalık.
Otogarın kapalı bölümüne giriş çıkışların yapıldığı iki kapının kenarlarına yerleşik iki simitçi birbirlerinin tablasını kontrol ediyordu yan gözlerle. İkisi de keyifsizdi, umdukları satışı yapamamışlardı. Tablaların başından ayrıldılar. ‘’Taze simiiiiit !..’’ sesleri de kesilmişti ama elli yıldır ayakkabı boyacılığı yaptığını, bunca zamandır da kar kış demeden her sabah kentin ta diğer ucundan sırtında sandığıyla yayan yapıldak gelip akşamında da yürüyerek döndüğünü müşterilerinin tümüne anlatan o yetmiş yaşlarındaki adam hala ‘’Boyayalım abilerrr!..’’ diye elinde bir çift plastik terlikle geziniyor, yine her çağrısının ardından uzun uzun öksürüyordu.

Otobüslerini yola çıkaran yazıhane çalışanlarının bir yükten daha kurtulmanın keyfiyle şakalaşmaları uzayınca, şaklabanlıklarından rahatsız olduğunu belli ederek kalktı, yine acelesiz karşı tarafa doğru yürüdü.

Tek sıra halinde yerleşik yirmi kadar dükkan vardı. Hemen hemen hepsi de aynı şeyleri satıyorlardı; Gül yağı, gül suyu, gül kokulu sabun, sıvı deterjan, güllü krem, güllü şampuan, gül reçeli, gül kokulu lokum… Bu kent gülüyle tanınıyordu ama çevresinde hiç gül tarlası görünmüyordu. Gül tarımının zor yıllarıydı… Belediye yolların kenarlarına gül fidanları dikerek simgesini yaşatmaya çalışıyordu.

Her cuma günü biraz erken gelir, otobüsün kalkış saatine dek bu çay evinde otururdu; Erzurum Çay Evi… Erzurum’a bin kilometre uzaktaydı ama işletmecisi memleket özlemiyle adlandırmış olmalıydı. Otogarda en güzel çay oradaydı.
Yine çay evinin önündeki aynı masaya oturmuş, yine etrafa karşı ilgisizmiş gibi görünen zayıf, uzun boylu ocakçı taa uzaktan gelişini gördüğü için çayı bardağa koyuvermiş, çırağı beklemeden alıp gelmişti. Az sonra boşu almaya gelirken ikinci çayı da getirecekti, yine sessizce çekip gidecekti ocağına. Buraya ikinci ya da üçüncü gelişinden beri bu hep böyle olmuştu ve hiç konuşmamışlardı bunca zamandır. Zaten onu başkasıyla konuşurken de görmemişti ya… Bu kez çayı bırakınca hemen dönüp gitmedi. Düzen bozulmuş gibiydi. Bu saatte hiç gelmemişti çünkü buraya. Başını kaldırdı, yüzüne bakarken belli belirsiz gülümsedi.

- Çayını içmek istedim bugün.

- …

Her zaman olduğu gibi konuşmadan çekip gitti içeri.

Bir sigara yaktı, etrafı izlemeye başladı.

Sekiz masa vardı çay evinin önünde, her masaya bir su, bir kola, bir meyveli, bir sade gazoz şişesi aynı biçimde konmuştu. Şimdiye dek onlardan birisini açıp içen de görmemişti ama uzaktan insanları çağıran simge işlevi görüyor olmalıydılar ki her zaman oradaydılar.

Kendisinden başka dışarıda oturan yoktu önce. İçerden sesler geliyordu. ‘’Kalabalık içerisi. Yine saatçiler olmalı…’’ diye düşündü dimdik yürüyerek, oturacağı yeri uzaktan belirlemişçesine duralamasız gelip, bir sandalyeyi gürültüyle çektikten sonra oturan kadına öfkeyle bakmadan önce.

İri kıyımdı. Oturduğu sandalye eziyet çekiyor gibi kadınla birlikte dalgalanıyor, sanki dağılıp yere serilivermek, kadından kurtulmak istiyordu. Yerleşebildi. Sonra parlak satenden yapılmış, üzerinde doğu motifleri işli çantasını çapraz asılı göğsünden saçlarının düzenini bozarak çıkardı, masaya koyar koymaz içine daldırdı sağ elini, pahalı olduğu belli iki cep telefonunu bir seferde buldu, masaya atıverirken arkasına dönüp kalın, erkeksi sesiyle çay söyledi. Sigarasını yakarken gelen çay bardağı da elinde gürültü makinesine dönüşmüştü…

Ağırlığına karşın biçimli bedeni, abartılı makyajı, dimdik, güvenli oturuşu kaba sabalığını gizleyemiyordu.

Dikkatini kadından ayırmaya çalıştı.

Servi ağacının dibindeki çimlerin arasında birer avuçluk dört beş parça açıklık serçelerin debelenme yeriydi. Yine her birinde yumak gibi olmuşlar çırpına çırpına eşeleniyorlar, bir kıpırtı ya da umulmadık ses duyduklarında hep birlikte kaçıyorlar, ortalığın dinginleşmesinden sonra ağaçtan düşercesine gelip yer kapıyorlardı. Bazen didişiveriyorlardı da.

Düşüncelerini herşeyden arıtıp tümüyle onlara yoğunlaştırmışken otuz metre kadar ileride, otogarın girişindeki araç kapanı tabanca atılırmışçasına peş peşe patladı, serçeler saçılırcasına dağıldılar, sarı renkli bir otobüs tıslaya tıslaya geçti, ilerdeki perona süzülürken kadın telefonlardan birini aceleyle eline aldı, tek tuşa bastı, uzun saçlarını yana savurarak açtığı kulağına götürdü, ‘’ Geldi.’’ dedi. Bir yolcu bekliyordu demek ki. Ama kalkmadı. Hiç tasası yokmuşçasına telefonu bıraktı, çay bardağını alıp gürültüyle yudumunu çekti. O anda da çay evinin içinden evecen adımlarla altı adam kollarına yatırdıkları küçücük tablalardaki onlarca kol saatini dökmemeye çalışarak çıktı, otobüse doğru uzaklaştı. Aradaki meydanı geçerken birbirlerinden uzaklaşmışlardı da…

Onları izlemeye başlamıştı işte yine; Hepsini ezberlemişti. Hangisi hangi yöne gidecek, hangi yöne ilerleyip gelen geçene ‘’Saat verelim…’’ diye yaklaşacak, ‘’istemem’’ yanıtını alınca ‘’canın isterse…’’ anlamında hangi kaşı havaya kalkacak…

Altısı da tertemiz giyimliydi. Derilerinin rengini koyulaştıran sık sakalları her zaman tıraşlıydı. Esmer tenlerinden, birbiriyle birleşmiş kalın kaşları, derin göz çukurları ve kendi aralarında konuştukları yabancı dilden yerli olmadıkları anlaşılıyordu. Onları gözlerken hep kafası takılıyordu; Altı tane aslan gibi delikanlı küçücük bir otogarda sabahtan akşama dek kaç tane saat satardı ki? Her gün tümünü satsalar bile ne kalırdı ellerinde kar adına? Bu özenli giysiler, içilen yabancı sigaralar, çaylar nasıl karşılanırdı? Altı genç adam… Ellerindeki tablalarda neredeyse aynı tip saatler ve daracık alanda peş peşeler…

Saatçilerden ikisi ülkenin taa öbür ucundan gelen otobüsün açılan ön kapısına karşı dikilmişler, yorgun oldukları kendilerini basamaktan aşağı bırakıverişlerinden belli olan yolculara saat gösterme ya da satma deviniminde olmaksızın bekliyorlardı. Yine esmer, kuru yüzlü, genç bir adam indi otobüsten, gerindi, etrafına öylesine bakındı, hiçbir amacı yokmuşçasına yürüdü, iki saatçinin de tablasına bakıp, alacaklı gibi karıştırırken diğer elindeki gazeteyi saatçinin birisinin boştaki eline tutuşturdu. Hiçbir olağanüstülük yoktu. hiç kimsenin dikkatini çekmemişti. O da önemsememişti aslında; Yolda okuduğu gazete artık işine yaramazdı, saatçi istemiş olabilirdi okumak için, vermişti…

Kalındı ama çok gazete olabilirdi iç içe…

Dumanı burkularak yükselen dolu çay bardağını masaya yavaşça bırakan ocakçının koluna dokundu, sordu,

- Altı tane adam daracık alanda saat satmaya çalışıyor. Kazanıyorlar mıdır sence? Başka yere de gitmiyorlar. Hep buradalar…

- Satıyorlar bazen. Bilmem ki…

Aralarındaki ilk karşılıklı konuşmaydı bu.

Yan masada oturan kadın diğer telefonu aldı eline, aynı şekilde saçını savurdu, tek tuşuna bastıktan sonra kulağına götürdü ‘’ Piçi bana gönder! ‘’ dedi. Duymuş, bir şey anlamamıştı. Merak ta etmedi. Ocakçıyla konuşurken de kısacık bir süreliğine göz göze gelmişlerdi, şimdi de ama ikisinin bakışlarında da hiçbir anlam yoktu. Herşey sıradandı…

Yine serçelerin çırpınışlarına daldı…

Hava kararıyordu kalktığında. Düşünmeksizin kalabalığı gözlemek, serçelerin bitmez tükenmez kıpırdanışlarındaki enerjiyi algılamak ona iyi gelmiş olmalıydı ki, yürüyüşünde gelişindeki miskinliğin kalmadığını ayırt edebildi, gülümsedi…
Otogardan ayrılıp konuk evine giden kaldırıma ulaştığında oradayken rahatsız olmadığı uğultudan aslında yorulmuş olduğunu anladı.

Kavşaktan elli metre kadar ötedeki otobüs durağında ikisi erkek, üçü kız, beş öğrenci coşkuyla şakalaşıyorlardı. ‘’Banka oturup onları biraz dinlesem mi ki? ‘’ diye düşündü, duraladı ama vazgeçti…

Durağı otuz kırk metre geçince bir başka yan yol ağzı vardı. Araç gelmiyordu. Kara kuru, on dört on beş yaşında, sıska bir çocuk ıslık çalarak ana yola çıkmak üzere yaklaşıyordu yalnızca… İlerledi, çocuğun hizasını geçti, adımını kaldırımdan yola doğru tam atmıştı ki arkasında, sol kürek kemiğinin altında bir yanma duyumsadı. İçine doğru hızla ilerleyen bir sıcaklık… Sarsıldı, bacaklarından güç çekildi, dizleri büküldü, öylece yere kapaklandı… Hiçbir düşünce kalmamıştı kafasında. Ne olduğunu da anlamamıştı aslında… Gözleri kapanırken duraktaki genç kızlardan birisinin ‘’ Aaa! Adam düştü ! ‘’ diye bağıran sesini belli belirsiz duyabildi…

Hava kararmıştı. O kadın hala Erzurum Çay Evi’ndeydi. Telefonu titreşince saçını yine savurarak aldı kulağına götürdü.

- Ana! P.ç işi bitirdi.

- Ödüllendirin, memlekete paketleyin.

Ertesi günün yerel gazetesinde sürmanşet, ulusal gazetelerin bazılarında kısacık bir üçüncü sayfa haberi olmuştu ‘’ Sürgündeki mühendisin sır ölümü…’’

 
Toplam blog
: 237
: 361
Kayıt tarihi
: 22.11.06
 
 

1949 Antalya doğumlu, ANSAN üyesi Orman Yüksek Mühendisi, ressam ve öykü yazarıyım. KAKTÜS MEDYA ..