Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Aralık '15

 
Kategori
Öykü
 

Son yokuş

Son yokuş
 

Yine yenilmiştim. Dört yılın kıskacında terk edilmiş kaderimin bir ömür gebeliğine tanık olacaktım. Belki de bir dört yıl daha. Son yokuşta hep bocalıyordu aşk metaforları bir daha anlamıştım. Sonrasını pek hatırlamamak en iyisiydi. Bir aylık platoniğin belki de en acı yanıydı;  sevdiğini hissettirmeden unutmaya çalışmak…

Son ve en güzel günlerimdi belki de bilemem. Ama bildiğim tek şey uzun bir süre yaşadıklarımın etkisinde kalacağımdı. Her şey normal bir seyir halinde gidiyordu. Mutlu ve huzurlu bir geleceğimin, işimin olacağının düşüncesiyle inanılmaz bir haz alıyordum anlardan. Ta ki onu gördüğüm güne dek, ondan sonrası hep meçhul bir tünelde ilerledi hayatım.

Sabahın naif huzurlu ilk ışıklarıydı. Gözlerime vuran güneş ışığında belki de ilk defa bu kadar haz alıyordum. Normalde rahatsız olur sinirli bir şekilde yorganı kafama geçirir hiç uyanmamak üzere kafamı yastığa gömerdim. O gün bu mutluluğun aslında uzun yıllar bende iz bırakacağı mutsuzluğun belirtileriymiş çok sonradan anlayacaktım.

Penceremden içeri sızmayan çalışan sineklerim vızıltıları bile bende eşsiz müzik havasını yaratıyordu o sabah. Güneşin ağaçlardaki yapraklara vurması soncunda inanılmaz renk cümbüşlerini izlemek ayrı bir keyif veriyordu. Yavaşça doğruldum yataktan. Üzerimdeki yumuşacık yorganı atıp yerdeki terliklerime uzandım. O zaman davetsiz bir misafirinin olduğunu gördüm. Nerden girmişti bu uğur böceği şaşırmıştım. Penceremde teller vardı. Sineklerin bile geçemediği bu kadar ufak deliklerden bu uğur böceği nasıl girmişti? Ben bu sorulara cevap ararken uğur böceği uçup duvardaki Beyoğlu Perra sanat galerisinde aldığım ‘’Doğa ve insan’’ temalı tabloya uçtu.

Kendimce bu böcek bana uğur getirecek diye yordum. Ama odama nasıl girdiğin konusunda hiçbir fikrim yoktu. Terliği giyip mutfağa gittim. Bugün keyfimce bir sucuklu yumurta yapıp yanına memleketten yeni gelen köy peynirimi bırakacaktım. Demli bir çayla bu kahvaltı benim vazgeçilmezim olmuştur her zaman. İnanılmaz bir haz alıyordum. Melih Kibar’ın ‘’Sessiz Veda’’sını açıp kahvaltıya büyük bir iştahla oturdum. Melih kibarı İclal Aydınla tanımıştım kafa dergisindeki yazılarından. O günden sonra vazgeçilmez sanatçılardan biri olmuştu benim için. Tüm parçalarını indirip sık dinlerdim. Bazen de açar, melodilerin inanılmaz ritmine kapılıp birde şiir yazardım.

Kahvaltımı büyük bir iştahla yaptım. Saatime baktığımda kahvaltıda çok oyalandığımı anladım. Hemen kalkıp giyinmem gerekiyordu. İstiklal Caddesi'ndeki Mephısto kitap evindeki randevuma geç kalacaktım yoksa. Masadaki kahvaltı tabaklarını, demliği ve yarısını yediğim ekmeği akşam toplarım düşüncesiyle bırakıp odama doğru hızlıca gittim. Dolapta elime gelen ilk giysiyi giyip aynada kendime çeki düzen verdim. Dişlerimi yıkamak için vaktim yoktu. Koşar adımlarla kapıya yönelip ayakkabılıktan ayakkabılarımı aldım. Peşimde kapıyı kilitleme gereğini duymadım ki her zaman yaptığım şeydi kapıyı açık bırakmak. Tam caddeyi dönerken yolda okuyacağım kitabı çantaya koymadığımı anladım. Kitapsız parka bile gittiğim çok az olurdu. Dönüp tekrar almak zorunda hissetim kendimi. Hemen geri dönüp akşam masada bıraktığım kitabımı aldım. O zaman biran şunu düşündüm; okumak hayatımın en değerli taşları olmuş, ne de çok yer edinmişti bende. Örülmesi güç ama bir o kadar da sağlam bir his duvarıydı sanki. Bir tuğla eksik olmamalıydı.

Tekrar çabucak kitabı alıp çıktım evden. Caddeden geçerken müthiş bir kalabalığın ve trafiğin ortasında buldum kendimi. İlk gelen otobüse binip biran önce randevuya yetişmem lazımdı. Kitapçıda başlayacağım ilk işim olacaktı. Bu fırsatı kaçırmak istemiyordum, çünkü hayatımda en büyük zevkim olan kitaplarla iç içe olma hayalini kuruyordum her adımda. Beşeri aşktan kaçıp kitap aşkına sarılmam kolay olmamıştı ama sonunda gerçek aşkın benim için kitaplarla sorunsuz anlaşmamdı, anlamıştım. Dört yıl olmuştu hayatıma kimseyi almadığım. Bazen içimde bir burulma olsa da, geçmişte edindiğim tecrübelerim;  hayatta aşk olamasa da olur dedirtmişti.

Neyse ki otobüse yetişip, kartı bastıktan sonra koridorun ortalarına doğru ilerlemeye çalıştım. Otobüs inanılmaz kalabalıktı. Yanıma aldığım kitabı oturup okumam imkansızdı. Ayakta zor duruyordum. Bu şekilde gitmeye razıydım yeter ki randevuma zamanında yetişiyim, durmadan zamanında varmak için dua ediyordum. Bazen oturma fırsatı da buluyordum, ki bu çoğu zaman hafta sonlarına denk gelirdi. On yedi milyonluk bir şehirde oturup, cama başını yaslayıp ta etrafı izlemek ya da kitap okumak nerdeyse hayal gibi bir şeydi o gün.

Tüm bunları düşünürken Taksim meydanına vardığımın farkına vardım ( Taksim, Şişli oldukça yakın birbirine). İnmek için biraz beklemem gerekiyordu. Son duraktı. Otobüstekilerin nerdeyse tamamı burada inmek için bekliyordu. Zar zor da olsa inip meydana doğru hızlı adımlarla kitap evine doğru yol aldım. Beş dakikayı çoktan gözden çıkartmıştım. Belki vaktinde varmayacaktım ama bir iki dakikayla sorun olacağını sanmıyordum.

Kitap evine yaklaştığımda, ilk defa buluşmak için sözlenen aşıkların heyecanı vardı bende. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. En çok istediğim ortamda işe başlamak için ramak kalmıştı. Ya ben o şekilde kendimi hazırlamıştım. O an olumsuz bir düşünceye esir olmak kendime yapacağım belki de en büyük kötülüktü. Kitap evinin yeni açıldığını, elemanlarını yavaştan bir şeyleri düzeltip temizliğe giriştiklerini gördüm. Rahat bir nefes alıp kasaya doğru ilerledim. İş görüşmesi için geldiğimi bana gönderilen Meail de bugüne dair randevu verdiklerini anlattım. Kasiyer bir dakika diyip telefona sarıldı. Sabah durgunluğunu atlamadığı her halinde beliydi. Ben de tam tersi bir durum mevcuttu; olabildiğince dinç ve de heyecanlıydım. Onu takip etmemi söyledi telefonu bırakırken. Yukarıya çıkan merdivene doğru ilerledik. Kapıda mavi bir tabela da beyaz harflerle yazılan müdür yazısını gördüğümde heyecanım daha da artmaya başladı. Kapıyı çalıp içeri girmemle çalışandan bir çay istemesi nerdeyse aynı zaman diliminde olmuştu. Uzanıp elimi sıktı müdür bey. İsmini naif bir şekilde söylemesinin ardından bende kendimi tanıtıp gösterdiği koltuğa oturdum.

Kitap evinin işleyişi hakkında bilgi vermesinin ardında neler yaptığımı, daha önce ne işler de çalıştığımı sordu. Öğrenci olduğumu, yaz tatilinde çalışmak isteğimi, kısa ve öz bir şekilde anlatmaya çalıştım. Ben anlatırken kapının çaldığını elinde iki çayla bana eşlik eden kasiyer içeri girdi. Masaya bırakıp afiyet olsun diyip çıktı.

Çayımdan bir yudum alıp tekrar müdür beyin bana soracağı sorulara kendimi hazırladım. Müdür bey da çayından bir yudum aldıktan sonra kusura bakmasanız özel hayatınızla ilgili bir soru soracağını tamamen iş ile alakalı alınan bir önlem olduğu sakin ve mahcup bir edayla dille getirdi. Merak etmiştim doğrusu. Özel hayatımla ilgili ne sorabilirdi ki? diye düşünürken Müdür bey kız arkadaşımın olup olmadığını sordu daha fazla beklemeden. Her halinde mahcup olduğu belliydi. Ben acaba soruyu yanlış mı duydum? Efendim anlamadım diyip tekrar sormasını rica edip, sorunun doğruluğunu merak ediyordum. Bugüne kadar gittiğim hiçbir iş görüşmesinde bana böyle saçma bir soru sorulmamıştı. Duymamıştım da. Müdür bey soruyu tekrar edince yanlış duymadığımın, gerçekten bu soruyu sorduğunu anladım. Sorunun manasızlığını üstümden atlatmadan hayır dedim. Konuyu daha ileri götürüp dört yıldır hayatımda kimsenin olmadığını tüm vaktimi okula, kütüphaneye ve yazmaya çalıştığım kitaba verdiğim sakince anlattım. Bu söylediklerim müdür beyin hoşuna gitmiş olacak ki yüzündeki mahcubiyet yerine memnun olmuş bir ifadeye yer verdi. Özel hayatıma dair müdür beyin sorduğu soruya kafamı takarken çok sonranda çok özel ve değerli bir ilişki kuracağım çalışma arkadaşım Cansu dan öğrenecektim. .( Daha önce çalışanlarda, bazen telefonla uğraşmaları sonucunda müşterilere gereken önemin verilmediği, ilgisizlikten şikayet ettikleri olurmuş. Belki olması durumunda müdür beyin bu konuda ilk uyarısını daha işe başlamadan işitecektim).

Müdür beyin son sorularını da sormasını beklerken aslında işe alındığımı muhasebeye uğrayıp kaydımı yapmamı istemesiyle şanslı hissettim bir an kendimi. Sonunda istediğim olmuştu. Büyülendiğim, aşık olduğum ahşap kokusunu içime büyük bir aşkla çektiğim kitaplarla beraber olacaktım. Tüm günümü, dakikamı, saniyemi vermeye hazırdım. İlk defa sarsılan hislerime yenik düşüp ağlamak istiyordum. Allah’ım ne olur rüya olmasın diye içten içe dua ediyordum. Rüya olsa bile ne olur hiç uyanmayayım. Sonsuza kadar ve soluksuz yatmak istiyordum. Müdür bey buyurun demesiyle daldığım hayalden sıçradım.

Müdür beyin odasından ayrılır ayrılmaz muhasebede kaydımı yapıp biran önce işe başlamak için can atıyordum. Sonunda kaydım bitmişti çalışmaya başlayabilirdim artık. Yanıma birini verip işe alışma sürem başlayacaktı.

Cansu. Evet iş arkadaşımın adı Cansu’ydu. Ondan işi öğrenecektim. Cansu olabildiğince güzel ve masum bir çehreye sahipti. Çehresinde çocuksu bir gülümsemeydi ilk göze çarpan. İlk gördüğümde bu güzelliğin altında yatan mağrur bir kişilik saklı diye kendimce söylendim. Belki de yanılmak bir kişinin hakkındaki önyargıya karşı en güzel savunmadır. Cansu hakkında yanıldığımı kabul etmeliyim, aslında güzelliğin ona has bir sevecenlik masum ve oturtulmuş bir kişilik kazandırmıştı. İlk hafta pek konuşmasak da ilerleyen zamanda hem iş önerecek hem de kendisi hakkında biraz daha bilgi sahibi olacaktım. Aslen Adanalı olduğu şuan Atatürk Üniversitesi'nde tıp okuduğunu öğrenmiştim. Cansu’yu tanıdıkça aslında narsist bir kişiliğe ve bir nebzede insanlardan uzak kalmayı yeğleyen bir yapıya sahipti. Halk arasında soğuk diye bilinene tiplerdendi. Her şeye rağmen ilerleyen zamanlarda kendisini sevmiş, şahsına saygı duymuştum. Yetenekliydi. Yeteneğinin hakkını iş öğreterek, güzelliğinin hakkını da tevazu yapısıyla veriyordu. Samimi olduğu insanlara cana yakın, olabildiğince sevence bir tavır takınırdı.

Kitap evine girmeme Cansu ile tanışmanın ilk ayını doldurmuş oluyordum temmuzun on beşinde. İşimden memnun sevecen bir iş dostum olduğu için belki de şanslıydım. O gün ta ki o gün onu gördüğüm ana kadar. İnanılmaz bir şeydi, vurulmuş bedenlerin dinmeyen ağrısını yaşamak gibi bir şeydi ilk hislerim. İliklerime kadar titriyordum. Tüm dengem, edilmiş yeminleri beynimi kemirip duruyordu. Saçma sapan dizilerdeki aşklarının belki de en canlı ve tek örneğiydim. Uzun siyah saçların, insanı mayıştıran gözleri, belki de tüm seslere hakaret edilecek kadar etkili ve sarhoş bedeni diriltecek kadar etkili sesi(o sıra Kenan abiden Orhan Pamuk’un yeni kitabını istiyordu). Hayır olamazdı! Dört yıllık bir süreden sonra kimseye bu kadar beni etkilemesine izin veremezdim. Sarhoş değildim uykulu hiç değil. Neydi o zaman? Ne olmuştu bana. Aşık mı oluyordum? Evet bir insan aşık olunca anca bu kadar şaşırabilir, yeniden doğmuş gibi hissedebilirdi. O bir müşteriydi sadece. Kim olduğunu, nerde yaşadığını, hayatında biri olup olmadığını henüz bilmiyordum. Belki de İstanbul’a tatile gelmiş sonradan dönecekti. Tüm iyi ve kötü olasılıkları düşündüm o an. Eminim çoğu insana abartılı gelecek o beş dakikayı yaşıyordum, birilerinin yaşayıp beni anlamsının bir önemi yoktu o an. Siz pembe yalanda diyebilirsiniz buna.

Dalmıştım. Daldığımı Cansu da görmüş olmalı ki yanıma gelip “iyi misin” demesiyle irkildim. “evet iyiyim” diyip lavaboya doğru ilerledim. Cansu’ya kızdan çok etkilendiğimi, dalmamın nedeni o olduğunu söyleyemezdim. Saçma gelebilirdi. Lavabodan yüzümü yıkarken aslında bana da saçma gelmişti. Bu kadar çabuk etkilenmek sadece filmlerde olur dedim kendi kendime. Ama emindim hislerim beni yanıltmış olamazdı. Dört yıl aradan sonra ilk defa bu duyguya kapılıyordum ilk defa birine bakarken içimden bir şeylerin kayıp gittiğini hissediyordum. Tüm hafta boyunca onu düşündüm ve her gün kitap evine gelmesini bekledim. Gelen her müşteriye bakar, gözüm sürekli kapıda olurdu. Cansu bir hafta içinde bendeki değişimi görmüş, belki de anlamıştı. En yakın dostum olmuştu çalışma süresince, ama ona bile anlatamadım durumu. Belki de inanmayacaktı. Ama olsun her şeye rağmen Cansu’ya söylemeye karar verdim. Belki da tanıyordu.(Aslında Kenan abiye kitabı sormadan önce “ Cansu nerde ‘’ deyişini duymuş gibiydim). Hakkında bir şeyler öğrenebilirdim. Cansu ile daha önce sözleştiğimiz Eminönü'de o akşam yemek yiyecektik. Benim için iyi bir fırsattı. İçimde bir ses o gün bir şeyler öğreneceğimi söylüyordu. Kötü şeyler düşünmek istemiyordum. Kesinlikle hayatında biri olamayan İstanbul'da oturan biri olacaktı. Kendimi inandırmıştım. O akşam Cansu yemeğimizde olanları anlattım neler hissettiğimi sanki yanımda tam karşımdaymış gibi anlattım. Cansu ses çıkarmadan beni dinliyordu. Bir yandan dua ediyor, bir yandan Cansu’nun diyeceklerini merak ediyordum.

Hislerim beni yanıltmamıştı. Cansu beni kilitleyen, soluk alışlarımı kalp ritimlerimi alt üst eden bahsettiğim kişiyi tanıyordu. İsmi Zeynep’ti. İstanbul Teknik Üniversitesi'nden matematik okuyup mastır için Boğaziçi Üniversitesi'ne başvurduğunu söylemiş konuşmalarında. Kesinlikle hayatı anlamsızlaştıran kelimelerin en çirkefiydi o kelimeler. Belki de duymak isteyeceğim son şeydi. Cansu’ya odaklanmış ağzından çıkan her kelime sanki meydan okuyup, sessizce işliyordu hislerimin en derin yerlerine. Kader bir oyun daha oynayabilirdi bana. Şimdiye kadar hep döküntülerini toplamak için yaşamıştım sanki. Hep son vazgeçişler. Bırakıp gitmeler. Tam da meydan okurken yazgıma, boğazıma düğümlenen hayırlısı içi boş cümleler. Evet! bu da hayırlısıydı anlaşılan. Zeynep nişanlıydı. Kitap evinin daimi müşterisiymiş. Cansu tüm bunları anlatırken sadece nişanlı kelimesinde beynim zonkluyordu. Yine yenilmiştim. Dört yılın kıskacında terk edilmiş kaderimin bir ömür gebeliğine tanık olacaktım. Belki de bir dört yıl daha. Son yokuşta hep bocalıyordu aşk metaforları bir daha anlamıştım. Sonrasını pek hatırlamamak en iyisiydi. Bir aylık platoniğin belki de en acı yanıydı;  sevdiğini hissettirmeden unutmaya çalışmak.

İlk ve son tecrübem olmuştu, sevdiğim kokuları ciğerime çekişimin. Bir daha Mephisto kitapevinde çalışmak istemeyişim, boğazımda düğümlenen mutluluk, hevesim beynime saldıran sevgi haramileriydi orda bıraktığım. Hayalimdeki işe ve iş yerine veda ederken sonraki haftalarda geride bıraktığım; ilk hislerimi, ahşap kokusunu ve dostum Cansu’yu bırakmıştım.

Onlardan kopamazdım. Tekrar gelip son yokuşa tırmanmak için, umuda tekrar göz kırpmak için. Orada olmalıydım. Belki de son yokuşun da bir çıkışının alternatif yollarını keşfetmek için. Ama zaman size bir fırsat vermeyecek kadar acımasız unutturmayacak kadar da inatçı.

 
Toplam blog
: 6
: 125
Kayıt tarihi
: 26.11.15
 
 

 Edebiyata olan ilgim yaklaşık sekiz sene önce başladı. Bu zaman zarfı içerisinde önce Dünya Klas..