Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Ekim '07

 
Kategori
Anılar
 

Son yörükler

Son yörükler
 

Taçlı, taçsız rengârenk dağ laleleri bürümüş çamların dibini. Adamotları mor mor çiçeklerini açar da emzikler takmaz mı beyaz, kırmızı, mor küpelerini. Yörük Tepe’ye varıyoruz. Çan sesleri, köpek havlamaları, karışıyor arabamızın motor hırıltısına.

Aracımızı yolun kenarına bırakıp dalıyoruz ormana. Az aşağıda, kocaman kara bir kıl çadır; önünde telle çevrili bir kuzluk, içerisinde siyah, beyaz, kahverengi oğlaklar. Sağda solda plastik leğenler, bidonlar. Bir delikanlı, elinde kara kalın hortumla su boşaltıyor metal teknelere. Genç bir kadının sürüp getirdiği keçiler koşuyor su içmeye. Delikanlı açıyor kuzluğun ağaç kapısını. Minnacık oğlaklar boşalıyor, toz bulutları içinde, anaları bulabilmek için. Melemeler yankılanıyor uzun süre ormanda. Anasını bulan emmeye başlıyor. Oğlak sesi azalıyor gitgide.

Konargöçer yaşam tarzını sürdüren son Yörük Sarkeçililere konuk oluyoruz. Develeri, atları, eşekleri ve keçileriyle sahilden yaylaya, yayladan sahile göçen, çekik gözlü, yağız Sarıkeçililer, yılın üç ayını yolda, üç ayını yazın yaylada ve altı ayını da kışın sahilde geçirirler.

Yurtları, Orta Toroslar. Aydıncık ile Karaman-Konya yaylaları arasında tüketirler ömürlerini. Göç sırasında eşyalarını taşımak için kimi deve, kimi traktör kullanır. Sadece üç beş aile kalmış, deveyle göçen. Oğlakları traktör römorkunda, sürüleri önlerinde, sıcaklar iyice bastırmadan yaylaya doğru yollara düşerler yeni yerlerde eski çileli yaşamları sürdürmek için. Yaşlılık, hastalık, hamilelik engel olamaz göçe. Göç sırasında aralarından biri hastalanırsa, hastaneye yetiştirebilirlerse, ne iyi. Yoksa kader, der geçerler. Ölülerini en yakın mezarlığa götürüp gömer sonra yola devam ederler. Göçün gereği bu. “Develer, keçiler bizim cenazemizle ilgilenmez” diyorlar.

Gülnar, Mut, Kırkkavak Köprüsü, Mağras Dağı, Kıravga, Güneysınır, Akisse yoluyla Kisecik’e kadar giderler, koşullar el verdiği sürece. Meşakkatlidir yolculukları: Tarım sahaları genişlediği ve ormanlık alanlarda gençleştirme çalışmaları yapıldığı için, yaşam alanları ve geçiş yolları daralmış. Baskı altında kalmışlar. Hemen hemen konuştuğumuz her Sarıkeçili, köy muhtarlarına “otlakiye” parası ödediklerini iddia ediyor. “Yeri geliyor, ormancıları da memnun ediyoruz” diyor, Yörük kardeşler. Eskiden kene ve zehirli ot yüzünden aynı yerde konaklamazlarken, şimdi zorunlu olarak geçen kışı geçirdikleri yere kuruyorlar kara kıl çadırlarını.

Sadece yolculukları değil, yaşantıları da çok çetindir Sarıkeçililerin: Kışın yağmur altında, çamur içinde. Yazınsa güneşte, sarı sıcak yakıp kavuruyor onları. Suyu tanklarla getiriyorlar. Plastik bidonlar, leğenler de girmiş yaşamlarına. Banyoları çalı arkaları, helaları çalı dipleri. Çocuklarının eğitimi ise ayrı bir sorun. “Çocuklarımızın cahil kalmasını istemiyoruz. Çocuklarımızın okumasını, bir meslek sahibi olmasını istiyoruz. Bir mesleği olursa, belki onlar bırakabilir bu göçerliği, ” diyenlerin sayısı oldukça fazla.

“Hoş geldiniz” diyor Yörük delikanlısı ve bizleri çadıra davet ediyor. Girişteyiz. Ateş yanıyor çadırın içinde. Dumanlar yükseliyor, gözeneklerden dışarı çıkmaya çalışıyor. Sacayağının üstünde kapkara bir çaydanlık. Yerde beyaz bir keçe serili. Yanlardaki çuvalların üzerinde, kilimle örtülmüş yorgan ve minderler. Ayakkabılarımızı çıkarıp giriyoruz. Bir genç kız, yer minderi seriyor nakışlı çuvalların önüne. Birkaç da yastık dayıyor.

Kendileriyle barışık insanlardır Yörükler. İçleri temiz. Art niyetsiz, yüreğinden geçeni çekinmeden dille getirir.

“Okumuş insanlarsınız. Üçünüze bir sorum olacak, bakalım bilebilecek misiniz, ” diyerek başlıyor, Musa Gök sözüne: “Bizde iki hayvan var; birinin ödü, diğerinin götü yok. Bilin bakalım, bu nedir?”

Diğer delikanlı, yineletiyor soruyu. “ İki hayvan var bizim Yörüklerde; birinin ödü, ötekinin götü yok.” Beklemedikleri bir sözcüğü duyan kızlar, başlıyor kıkır kıkır gülmeye. Biz üç konuk, birbirimize bakıyor; yanıt arıyoruz soruya. Yörüklerde ödsüz hayvan? Buldum, diyorum. Deve, Musa. Yörük oğlu gülerek yanıtlıyor: “ Ayıp olmuyor mu, Hocam?”

Çocukluğumda sıkça kullanılırdık, deve yürekli ya da deve gibi ödlek sözlerini. Birinci soruyu bilmiştim. Yörüklük sınavında, on üzerinden beş alarak başarılı olabilirdim. Denizde yaşayan bir hayvan olur mu, dedim Musa’ya. “ Olmaz. Yörüklerde yaşayan bir hayvan olacak.”

Deniz canlısını kabul etseydi, kayaya tutunarak yaşayan, çok sayıda uzun dokunaçlı, suya düşmüş kırmızı domatesi andıran denizşakayığını söyleyecektim. Bu canlı, uyuşturucu dokunaçları sayesinde yakaladığını indirir midesine. İşine yarayanları alır, yaramayanları yine ağız yoluyla dışarı atar. Onun ağzı da anüsü de aynı yer. Böyle bir hayvan bulmak gerekir ama bulamıyorum.

“ Haydi, Davulcu Tepesi senin olsun” deyince yanıtını veriyor, Musa. Keneymiş meğer söz konusu yaratık.

Çaylarımızı yudumlarken, Sarıkeçililer üzerine konuşuyoruz. Eskilerden, yenilerden, umutlardan, umutsuzluklardan. Yörükler, son yıllarda yerleşik düzene geçmeye zorlanıyormuş. Devlet, Karaman’da Sarıkeçililer için iki katlı, dört ailenin oturabileceği türden ev yaptırmış. Evli olanlara dağıtılmış, bu konutlar. Malını satan oraya yerleşmiş. Meslekleri olmayınca, onlara iş veren de olmamış. İşsiz ne yapsınlar? Bir süre sonra orayı da terk edip tekrar malcılığa başlayanları olmuş. Şehir hayatı kolay değil ki! Yepyeni bir yaşam biçimi bu; dağların özgür çocuklarına bu hayat tarzı, dar biçilmiş bir elbise gibi gelir kuşkusuz.

Kasım 2004’te, Sarıkeçililer Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Pervin Çoban, “Bize kış ve yaz aylarında yaşayacağımız yerler gösterilsin, bedeli neyse devlete ödeyelim. Kimse bize dokunmasın. Biz para, gıda, giyecek yardımı, saray ya da köşk istemiyoruz. Çadır kuracak yer arıyoruz. Yerleşik düzene geçmemiz yolunda baskılar artar, bize çıkış yolu bulunmazsa, develerimizle Çankaya’ya yürüyeceğiz” diye beyanat vermişti. Sorunlarını dile getirmek, seslerini duyurmak amacıyla, Sarıkeçililer 18 Aralık 2004 Cumartesi günü Aydıncık Ay-Tur tesislerinde bir de şölen düzenlemişti. Aradan üç yıl geçti. Sarıkeçili yaşamında değişen hiçbir şey olmadı.

“Bu işin tadı iyice kaçtı. Davar sattığımız kişilerden de zamanında paramızı alamıyoruz. Peşin veren olsa, davarların tümünü satıp kendimize yeni bir yol çizeceğiz” diyen çok. “Göçerliği bıraksak, ne yapacağız? Biz sadece hayvancılıktan anlarız. Başka ne yapabiliriz? Bugüne kadar bir tek soğan bile dikmedik” diyenlerin sayısı da az değil. Bu çağda, bu zor koşullarda yaşayan insanlar bizim insanlarımız. Sıcak bir evi, evinde suyu, elektriği kim istemez?

Dışarıya çıkıyoruz bir süre sonra. Notlar alınıyor, çekimler ve röportajlar yapılıyor. Herkesin elinde ya bir kamera ya da bir fotoğraf makinesi. Kimi develeri çekiyor, kimi oğlakları, kimi de Yörük eşyalarını.

Telle çevrili yerde, birkaç damperlik davar gübresi var. “Develer içine gidiverip de dağıtmasın diye telledik” diyor Yörük delikanlısı.

Gübre yığınına bakarken çocukluk yıllarıma gidiyorum. Babam gübre alırdı. Cumaya gelen köylüler, heybenin iki gözünü doldurup atardı eşeğine, üstüne de bir çuval dolusu gübre. Evimizin yakınlarında küçük bir alan vardı, ben orada beklerdim. Tüm sorumluluk bendeydi. Gelen gübreleri teneke teneke ölçer ve imzalı bir yazı tutuşturuverirdim satıcının eline. O da gidip parasını alırdı babamdan. Büyük keyif alırdım bu işten.

“Hayrola, Hoca! Bakacak başka bir şey bulamadın mı” diyor arkadaşım. Bir zamanlar gübre ticareti yaptığımızdan söz ediyorum. Bu arada Musa geliyor yanımıza ve “Mal para etmedi bu sene. Masrafımız çok. Sattığımızın parasını da tam alamıyoruz. İşimiz çok zor bizim. İyi ki gübre var! Yoksa büsbütün harçlıksız kalacaktı, millet” diyor.

Yıllardır tanırım Sarıkeçilileri. Yaşamlarında değişen tek şey, cep telefonu oldu. Onun sayesinde haberleşme sorunlarını çözüyorlar. Bunun dışında Yörük kardeşlerin geçim şartları daha da zorlaşmış. Girdiler artmış, davar fiyatı aynı kalmış. Kazandıkları paraların da hayvanlarına yem parası olarak gitmesinden yakınıyorlar.

Musa’ya yanıt veriyorum: Gübre para eder etmesine de alıcılar yanlış saymasa bari. Bir de fıkra anlatıyorum yanımdakilere.

Bir gün Yörük çadırına doğru bir traktör yaklaşır römorkuyla. Aracı gören köpekler başlar koşmaya, havlamaya. Bu köpeklere de n’oldu, neden havlar bunlar, diyerek yaşlı bir Yörük anası çıkar çadırından.

—Teyze! Gübre varsa, almaya geldik.

—Var, yavrım var.

—Geçen seneki fiyattan olursa, alırız. Ne dersin?

—Tamam da geçen seneki gibi olmasın?

—N’olmuştu ki, geçen sene?

—N’olacağıdı, ben sayı saymasını bilmiyom diye kaç teneke bokumu yemiştiniz. Adam gibi sayacaksanız, haydi başlayın.

Kahkahalarla gülüyoruz.

Dönme zamanı yaklaşıyor. Sarıkeçili dostlarımızı çileli yaşamlarıyla baş başa bırakarak ayrılıyoruz oradan. Gördüklerimiz, yaşadıklarımız ve onların anlattıklarıyla dağlanıyor yüreğimiz. Konuşacak durumda değiliz. Başımız eğik, geliyoruz arabanın yanına. Biniyoruz aracımıza ve ancak motorun çalışmasıyla bozuluyor sessizliğimiz...

 
Toplam blog
: 95
: 1738
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

Emekli öğretim görevlisi, çevirmen, öykü yazarı, kültür ve düşün dergisi Gerçemek'in sahibi ve ge..