Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ekim '12

 
Kategori
Öykü
 

Sonbahar güneşi

Sonbahar güneşi
 

Ağlıyordum…  Gözlerime adeta hücum eden gözyaşlarıma daha fazla dayanamamıştım… Ağlıyordum, hıçkıra hıçkıra…

Sonbahara inat güneşli bir gündü. Yaz aylarında kaçmak için mekân mekân dolaştığımız, o herhangi bir gün gibi güneşli bir gündü… Fakat sonbahar da gelip sizi bulunca kıymetli oluyor, insanın dışarı çıkası geliyordu. Sanki aylarca eve tıkılıp kalmış gibi.

Dışarı çıkmak yerine bu güzel havayı alt kattaki çalışma odamda kalemimle geçirmeye karar vermiştim. Ertelediğim o kadar çok şey vardı ki… Artık düzenleme zamanı gelmişti…

Neredeyse bir ay olmuştu. Sadece yazılarıma değil, gelen mektup ve dergilere bakmayı da ihmal etmiştim. Okunmamış, zarfı dahi açılmamış; mektuplar, ambalajlı dergiler… Hepsi bir kenara atılmış olmalıydı…

Odaya girmemle birlikle o alışıla gelmiş ancak hiç bıkmadığım koku; kitap ve mürekkep kokusu… Odanın içerisinde yavaş yavaş ilerlerken masanın yanında ki pencereden vuran sabah güneşi, odanın manevi havasını aydınlatmıştı…  Bir an bu havayı ve mekânı ne kadar özlediğimi fark ettim. Öyle ki gözüme daha bir güzel gözükmüştü; ahşap parkeler, krem koltuklar ve onu tamamlayan muazzam kitaplık. Bir kaç minik sehpa ve tablolar… Evet, özlemiştim burayı. Belki de gelmeyi bıraktığım için ertelemiştim yazılarımı. Çünkü bu mabede kim girerse girsin odanın efsunlu havasına kapılır, kendisini kitapların arasından alamazdı.

Masa da ne var ne yok diye bakınırken mektupları aldım elime. O kadar çok birikmişti ki önem sırasına göre okumak en mantıklısı diye düşünmüştüm. Gönderen isimlerine hızlıca bakarken tanıdık ama beklenmedik bir isimle karşılaşmıştım… Aslında uzun zamandır beklenen bir isimdi fakat bekleyiş cevapsız kalınca umudumu kesmiştim. Ve şimdi o isim elimdeydi… Lise de ki öğrencim Burcu!

Kalınca bir zarftı. İçi duygu yüklü ağır bir zarf. Zarfı açtım. Göndereli tam sekiz gün olmuştu. Nasıl da bu kadar sorumsuz olabiliyordum! Neden savurmuştum bu mektupları, onların suçu neydi? Okumaya başladım. Benim biricik kızım, halimi hatırımı soruyor. Fakat o da ne… Sadece ışığı vuran o güneş yakmaya başlamıştı… Soğuk soğuk terliyordum… Burcu’nun hastalığı ilerlemişti. Hayalini kurduğu romanını yazmış ancak hastalığından ötürü yayınlama konusunda kararsız kaldığını dile getiriyordu… Yayın evinden on gün mühlet istemiş ve karar vermek için bana soruyordu… Yani iki gün kalmıştı. Telefon numarası, e-mail, açık adres… Burcu bana tüm ulaşım imkânlarını sunmuştu. Ve ben buna rağmen bu mektubu okuma nezaketini bile gösteremeyip bir köşe de çürümeye terk etmiştim..utanmıştım…

Henüz geç değildi. Telefona sarıldım. Ne cevap vereceğimi zaten biliyordu sormasına bile gerek yoktu. Telefon çalmaya başladı. Çaldı, çaldı, çaldı… Ama cevap veren olmadı. Ah Burcu! Nerdesin? Adrese baktım. Yapacak başka bir şey yoktu. Saate baktım;11.10…

Öğlen güneşi Bursa’yı da sarmıştı. Saat ikiye geliyordu… Adresi bulmak zor olmamıştı. Kapıyı çaldım. Hiç bir ses yoktu. Tekrar çaldım. Yine bir değişiklik olmadı… Korkmaya başlamıştım. Çevredekiler halimi anlamış olacaktı ki yan evdeki bir bayan yetişti imdadıma… Hastane demişti… Tek anladığım buydu… Başımdan aşağı soğuk sular boşalıyordu. Burcu evin tek çocuğuydu ve eğer hastaneye götürülen evin kızıysa bu kesinlikle burcu olmalıydı… Astımı vardı ve mektubunda durumunun kötüye gittiğini söylemişti. İhtimalleri düşünmek bile istemiyordum. Arabayı direk hastaneye sürdüm.

Burcu’nun kaldığı odayı öğrenerek yukarı koştum. Orada idi. Kalabalığın arasında solgun bedeni ile yataktaydı. Öksürmeleri çok şiddetliydi. Evet, benim biricik kızım, çok kötüydü. Beni görmesiyle o bal rengi gözleri parladı. Sevinci tüm çehresine yayılmıştı. Onu zorlamamak için konuşma taraftarı değildim ancak o çok istekliydi. Selam vererek oturacak yer gösterdi. Yanına yaklaştım. Her zaman ki gibi alnından öptüm. Buz gibiydi. EKG monitöründe zayıfta olsa nabzının attığını görmesem yaşadığına ihtimal veremezdim. Adeta çekilmişti kan vücudundan…

“geleceğinizi biliyordum…”diyerek başlamıştı sözlerine… Gülümsemiştim. Onu son defa görebilmenin rahatlığıyla karışmış acı bir gülümsemeyle gülümsedim… Kendimi toparlayarak “ tabii ki gelecektim, imzalı kitabını almadan peşini bırakacağımı mı sanıyordun.” Başını öne eğdi..”hocam……” cümlesini tamamlamasına bile fırsat vermeden onu susturdum ne demek istediğimi anlamıştı zaten. Çaresiz kabul etti. Sonra birden o kısık sesiyle konuşmaya başladı… “hala eksik bir bölüm var.” Şaşırmıştım bana bittiğini söylemişti. Şaşkınlığımı fark ederek devam etti; “benim yapmam gereken kısım tamamlandı ancak sözünüz vardı. Önsüzümü siz yazacaktınız öyle söylemiştiniz 6 yıl önce…” bu sefer acımı biraz daha indirgeyerek gülümsemiştim. Yayın evine doğru yola çıktım. Bir zamanlar ortağı olduğum bu yayın evinde şimdi bir misafirdim. Romanı bırakıp hastaneye geri döndüm. Burcu ile uzun uzun muhabbet ettik. Gözlerinde uyku akıyordu ama paylaşmak istediği o kadar çok vardı ki… Karşısında kahvelerle ayakta duruyorduk. Ve nihayetinde uykuya daldı. O uyurken bayan olmanın da verdiği bir içgüdüyle annesi ile birlikte ben de uyuyamıyor başında bekliyordum. Derken gözlerim sonunda kapanmış…

Sabah olmuş gün aydınlanmıştı. O yorucu güne dayanamayıp uykuya teslim olmuştum anlaşılan… Kendime geldiğimde başucumdaki kitabı fark ettim. Üzerinde bir de not vardı. Burcu’nun babasının el yazısıyla…”hocam, böyle olmasını burcu istemişti, öğle vakti sizi almaya geleceğim merak etmeyin…” bu da neydi şimdi? Ya burcu neredeydi? Yatağında yoktu. Yoksa eve mi götürmüşlerdi. Kitabı açtım. İçerisinde bir zarf. Burcu’dan. Zarfı açtım. Dokuz gün önce yazılmıştı…

“Öğretmenim, sizden çok özür diliyorum. Biliyorum, bana çok kızacaksınız ama hatırlatırım ki vedaları hiçbir zaman sevemediniz. Bursa’dan ayrılırken sizde böyle yapmıştınız. Tek tek mektuplar bırakmıştınız her birimize…

Size mektubu gönderdikten sonra çetin hoca ile görüşüp kitaptan her ihtimale karşı bastırmalarını rica ettim. Size vermiş olduğum bir söz vardı ve bunu gerçekleştirmeden gidemezdim… Zaten sizin de kitabı baskıya vermemi söyleyeceğinizi biliyorum ancak sizi son defa görmeliydim ve Bursa’ya yeniden adım atmanız için en masum yalan buydu… Aslında yalan değildi sadece hafifletilmiş ve bazı gerçekler saklanmıştı…

Kitabı incelediğiniz de fark etmeniz gereken bir nokta olacak. Evet, kitabın ön sözü yok. İşte size kusurlu bir yazı…6 yıl önce kültür edebiyat yarışmasına göndereceğim yazıyı eleştirmeniz için getirdiğim de “git, eleştirebileceğim kusurlu bir yazıyla gel!”diyerek memnuniyetinizi dile getirdiğinizde bir çocuk gibi alınmış çok sonradan anlamıştım aslında ne kadar çok beğendiğinizi. Ve işte o gün söz vermiştiniz. Bir gün yazar olursam beni eleştirecek kişinin ilk siz olacağınıza ve bu yolda ki ilk kitabıma önsöz yazacağınıza… Sakin sözünüzden dönmeye kalkmayın…

Sizi bekliyor olacağım. Ben gitmeden yetişeceğinize inanıyorum ama takdir-i ilahi..yarına ne olur kimse bilemez.aynı havayı son defa teneffüs etmek dileğiyle, hakkınızı helal edin öğretmenim. Allaha emanet olun!

Burcu…”

Ağlıyordum…  Gözlerime adeta hücum eden gözyaşlarıma daha fazla dayanamamıştım… Ağlıyordum, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum…

Ah benim biricik kızım… Düşünceli kızım… Ben uykumdayken o sözünü tutmanın huzuru ve rahatlığıyla çoktan ebediyete ulaşmıştı. Sanki son nefeslerini hesaplayarak kullanmış ve her şeyi bitirip öyle gitmişti… Sonbahara inat bir güneş misali parlayarak gitmişti…

Gözyaşlarım bulandırırken gözlerimi, hala yazdıklarını tekrarlar durur zihnim; “Sizi bekliyor olacağım. Ben gitmeden yetişeceğinize inanıyorum ama takdir-i ilahi.. yarına ne olur kimse bilemez. Aynı havayı son defa teneffüs etmek dileğiyle, hakkınızı helal edin öğretmenim. Allaha emanet olun!

                                                                                                                                                      Burcu…”

Mekânın cennet olsun biricik kızım. Bıraktığın emanet şimdi 3. Baskı yolunda…

 

 
Toplam blog
: 35
: 225
Kayıt tarihi
: 21.05.11
 
 

Henüz hayatının "öğrenme" aşamasında olmakla birlikte  yıllardır yazmak ve yazdıklarımı paylaşmak..