Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Şubat '13

 
Kategori
Kitap
 

Songül Dündar'ın "Cezo Gardaş" adlı Kitabı çıktı

Abdullah Çağrı ELGÜN

cagrielgun@hotmail.com

SONGÜL DÜNDAR KİMDİR?

1955 yılında Kars’ın Dikme Köyü’nde doğdu. İlkokulu köyünde, Ortaokulu ve Liseyi şimdiki adı Kazım Karabekir Anadolu Öğretmen Lisesi olan, Cılavuz Öğretmen Okulu'nda bitirdi.

Öğretmen Okulunun son sınıfında iken okuldaki başarısından dolayı Ankara Yüksek Öğretmen Okuluna seçildi. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi; Kimya Lisan Bölümünü bitirdi. Ankara Üniversitesi Yüksek Öğretmen Okulu Lise Öğretmenliği diploması aldı. Daha sonra Ankara Üniversitesi Kimya Yüksek Mühendisliğini bitirdi; fakat mühendislik yapmak yerine öğretmenliği tercih etti.

İlk görev yaptığı yer, Ankara Hasanoğlan Öğretmen Okuludur. Daha sonra Ankara Mustafa Kemâl Lisesi'nde Kimya Öğretmeni olarak çalıştı. Uzun yıllar Ankara Ayrancı Lisesi'nde Kimya öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra, emekli oldu. Halen mesleğine dershane öğretmeni olarak devam etmektedir.

Yazar, kendi branşında sayısız başarılara imza atmanın yanı sıra, çeşitli halk kültürü programları, halk kültürü dergileri ve kitaplarına danışmanlık yapıyor.

Evli ve iki çocuk annesi olan yazarın, eşi de kendisi gibi öğretmendir.

“CEZO GARDAŞ”KİTABI  ve  İÇİNDEKİLER HAKKINDA:

Kitap dökümanlarından yararlandığı eşi ve Halk Ozanı olan Selâhettin DÜNDAR’a ithaf ediliyor. Ön kapak fotoğrafı için Eğitimci yazar Hıdır UĞURSU, arka kapak için de iş adamı Zafer GÜRBÜZ’e sonsuz teşekkür edilerek başlanıyor.

Kitabın yedinci sayfasında, Victor HUGO’nun bir şiiri “DİLENCİ” yer alıyor. İçindekiler blümü ile devam eden kitap, üç bölümden oluşuyor:

Sayfa 11-111 Birinci Bölüm; sayfa 111-181 İkinci Bölüm; sayfa 118-240 kadar da üçüncü Bölüm olarak tasarlanıyor.

İşte o şiirin Metni:

DİLENCİ

Sen her gün köşe başlarında,

Yırtık urbanla, kirli ellerinle,

Avuç açan, sefil insan.

İnan yok farkımız birbirimizden,

Sen belki tüm yaşamın boyunca dilenecek;

Beklediğin beş kuruşu biri vermezse,

Ötekinden isteyeceksin.

Ama ben, tüm yaşamım boyunca,

Tek bir kez dilendim,

Bir acımasız kalbin sevdasıyla alevlendim.

Öylesine boş, öylesine açık kaldı ki elim,

Yemin ettim bir daha dilenmeyeceğim.

Victor Hugo

“CEZO GARDAŞ” ROMANI İÇİNDE GEÇEN KISA BAŞLIKLAR:

Birinci Bölüm:

YER SOFRASI adı ile okuyucuya sunuluyor. Bu bölümde:

 “Ah, İstanbul!”, “Cemal Öğretmenin Dilinden Keban”, “Keban’da Beklenen Bebek”, “Köy Okulu”, “Hayat Bilgisi Dersi”, “Cemo’nun Aşk Umutları Kararıyor”, “Bir Mucize Gerçekleşiyor”, “Anılar”, “Cemo Cemal Öğretmen Olma Yolunda”, “Kan Davası”; “Sevginin Gücü Yetmedi”,  “Sevginin Gücü Yetmedi”, “Karar Çıkıyor”, “Kurye Haydar”, “Aşkın Göğsü Kurşuna Siper”, “Yeni Bir Hayat Başlıyor”.

İkinci Bölüm:

DEMİR KÖPRÜ adı ile devam ediyor. Bu bölümde ise:

“Kuru Dere”, “Köyün ilk Radyosu,”, “Fidan Bilinçleniyor”, “Kaçış”, “Demir Köprü”, Ölüme Kıl Payı”, “Yalnız Yıllar”, “Kaderin Cilvesi”, “Karneler Veriliyor”.

Ücüncü Bölüm:

CİLLİGÖL başlığı il eyer alıyor. Bu bölümde de şu başlıklar yer almaktadır:

“Baskın”, “Ciligöl”, “Bayram Ziyareti”, “O Fotoğraf”, “Afiş”, “Demokratif Tepkiler”, “Son Yolculuk”, “Ölüm Uykusu”, “İnsan Manzaraları”, “Telepati”, “Mektup”,  “Dernek”, son sayfa kitabın adına konu olan “Cezo Gardaş”’ın bir fotoğrafı ve altında geçmiş yıllardan bu zamana yolculuk yapmış Halk Ozanı Selâhettin DÜNDAR’a ait bir dörtlük:

“Görmedim yıllardır sinemde kalsın,

Senin bu hakkını felek mi alsın?

Dündar’ım goy sazın ağlayıp çalsın,

Garip bir insandı bay Cezo Gardaş.

Sanatçı kitabını şu başlıklarla ortaya seriyor; ve yanında bir şiirle görücüye çıkartarak tanıtmaya çalışıyor:

“Zalimlerin mazlumlara zulmünü; Güçlülerin zayıflar hükmünü; Barış kalkanını, savaş okunu; Uygarlıkla, barbarlığın kodunu; İlmin cehalete hükmedişini; İyiyle kötünün çelişkisini; Uygarlıkla medeniyet farkını; Garibanı ezenlerin çarkını; Emekçiyi semirenin fendini; Seven ile sevmeyenin kalbini; Bütün insanlığı, sizi ve bizi; Tezi, anti tezi ve de sentezi; “Cezo Gardaş” Romanında görebileceğimizi kitapta verdiği şiirle de dile getirmektedir.   

Sanatçının bu eseri sadece köy hayatını, şehri, ilçeyi, değil; topyekün Türk halkının yaşadığı macerayı, Cumhuriyet döneminde yaşanan yokluğu ve Köy Enstitüleri kurularak eğitim konusunda o dönem lideri Atatürk’ün verdiği mücadeleyi anlatarak da geçmişten geleceğe ışık tutmaktadır.

Kitaptan Örnek Parçalar:

CEZO GARDAŞ

Köyün Benliahmet Kars’a bağlısan

Aklıma tüşüfsen ay Cezo Gardaş

Dilenip dururdun elinde torban

Yaktın yine beni vay Cezo Gardaş

Ayağında çarık elinde ağaç

Sakalın uzanıp kesilmeyip saç

Üstün başın yırtık demek karnın aç

Görmedin bir bardak çay Cezo Gardaş

Başına yığılır çolu çocuğu

Ekmek gösterirdi kimi boncuğu

Oynatırlar seni gülerdi çoğu

Sebebi bir lokma pay Cezo Gardaş

Hem yazın hem kışın dolanıp durdun

Her bayram olanda boynunu burdun

Kapı kapı gezip kendini yordun

Karşılık kaç para say Cezo Gardaş

Acı gerçeklerden sen bir tekisin

İnanmayan varsa köyüne gelsin

Vicdansızlar garip halin ne bilsin

Bunca hak olursa zay Cezo Gardaş

Görmedim yıllardır sinemde kalsın

Senin bu hakkını felek mi alsın

DÜNDAR’ım koy sazın ağlayıp çalsın

Garip bir insandı Bay Cezo Gardaş;

“AH, İSTANBUL!

İstanbul nere, Kars nere?...

Hem de 1974 yılının ulaşım koşullarında…

“Haydi, canım sen de!” Dense bile, bazı inanılmaz tesadüfler oluyor işte…

Galata Köprüsü’nün üzerinde, çiseleyen yağmurun etkisi ile başlarını öne eğmiş telaşlı telaşlı yürüyorlardı. Biri, yıllarını karatahta başında eğitime vermiş, altmış yaşını geçkin emekli bir öğretmen, diğeri henüz otuzunda genç bir ozan… Biri hala dershanelerde ders vererek geçimini temin için koltuğunda kitapları ve testleri, diğeri elinde umuda yolculuk için plak yapmak amacıyla İstanbul plakçılarına gitmek üzere taşıdığı sazı…

Galata Köprüsü’nün yayalara ait bölümünde çarpıştılar. Öğretmenin kucağındaki kitaplarının ve testlerinin tamamı yürüyen insanların ayaklarının altına saçıldı. Korkuluklara çarpan ozanın sazının da teknesi kırıldı.

Kırılan saza öğretmenin yüreği sızlamıştı. ‘Affedersiniz’ diye omzuna elini uzatmıştı ki; ozanın, ‘Suç bende kusura bakma’ diyerek yerdeki kitapları ve testleri toplamak için eğilmekte ol¬duğunu fark etti. Her ikisi de kendi malına verilen zararı değil, karşı tarafın zararını düşünmekteydi. Bu duygu ve mahcubiyetle bir anda göz göze geldiler. Ozan, çocukluk yıllarındaki öğretmenini tanır gibi olmuştu.

Ozanın kafasında, Cemal Öğretmenin köyde kendisini okuttuğu bir yıllık sınıf hatıralarından belirgin tek anısı dahi yoktu. Ama, öğretmenine ait hafızasından silinmeyen, ezber bozan bir anısı vardı. Zaten, öğretmenini zihninde beliren o anısı sayesinde hatırlamıştı. O da yer sofrasıydı… “Siz Cemal öğretmen değil misiniz?” Dediğinde, birkaç saniye de olsa, gözlerini öğretmenine dikmiş ve çocukluğundaki duyguları bir daha yaşamıştı. Cemal Öğretmenin yüzüne baktıkça, o an film şeridi gibi zihninden geçmişti. Öğretmeninin yer sofrasında bağdaş kurup oturuşu gözünün önünde tekrar canlanmıştı.

O an, çocukken öğretmenini insanüstü bir varlık gibi gör¬düğünü hatırladı. Halk arasındaki öğretmen imajının herkes gibi ona da böyle bir duygu yüklediğini düşündü. O yılların köy çocuğu duygularıyla; “Acaba öğretmen ne yer, ne içer, hangi olağanüstü koşullarda yaşar?!” Diye merak ettiği günler aklına geldi. Bir gün annesinin verdiği köy yoğurdunu, Cemal Öğretmenin evine götürdüğünde, bağdaş kurup yer sofrasında ailesiyle yemek yediğini görünce, elinde yoğurt kabı ile kapının girişinde şaşkınlıktan donup kaldığı gözlerinin önüne geldi. Öğretmeninin de halktan bir insan gibi yaşadığını görünce şaşırdığını anımsadı. Hatırladığı yer sofrasının ezber bozan, unutulmaz şaşkınlık hatırası, yıllar sonra öğretmenini Galata Köprüsü’nün üstünde tanımasına yardımcı olmuştu. Yer sof¬rasını yeniden anımsamış ve o günlere geri dönmüştü. Yıllar önceki şaşkınlığını yeniden yaşıyordu. “Öğretmen de bizim gibi yerde bağdaş kurup oturur mu? Hiç böyle bir şey olur mu?” Diyerek, sorguladığı günler zihninde tekrar canlanmıştı. Aynı duygulardan kendini bir türlü kurtaramıyordu. Hatıralar, geri sarılmış ve yavaşlatılmış bir film şeridi gibiydi. Geçmişe dönük düşüncelerin verdiği durgunlukla olsa gerek, hareketleri de ağır çekim film gibiydi. Ozanın durgunluğunu fark eden Cemal öğretmen, “Neyin var?” Diye sorarak, durgunluğunun sebebini an¬lamaya çalıştı.

Ozan:

“Bir şeyim yok öğretmenim, iyiyim,” dedi. Bir eliyle kırık sazını tutup, diğer eliyle de öğretmeninin yere saçılan kitap¬larını toplamaya çalışıyordu. Öğretmenine olan saygısından, sazının kırıldığını önemsemez gibi bir tavır takınıyordu.

Cemal Öğretmen, yerden topladığı ıslanmış kitaplarını, dergilerini ve testlerini dosyanın arasına geri yerleştirdi. Kol¬tuğunun altına alıp diğer eliyle ozanın koluna girdi.

“Yürü gidiyoruz,” dedi.

Galata Köprüsü’nün üstünden Eminönü tarafına doğru birlikte yürüdüler. Köprünün baş tarafından aşağı doğru, merdiven basamaklarını kol kola indiler. Daha iner inmez, Galata Köprüsü’nün alt bölümü ozana apayrı bir dünya gibi gelmişti. Ozanı, tarihi balıkçı lokantalarından birine götürme¬yi düşünen öğretmeni, “Beni takip et,” dedi ve önüne düşüp yürümeye devam etti.

Köprünün altından ağır ağır yürüyerek, yıllara meydan okuyan emektar tahta döşemeleri adımladılar ve balıkçı lokan¬tasından içeri girdiler. Ozan, içeri adımını atar atmaz durdu ve etrafa şöyle bir göz gezdirdi.

Balıkçı lokantası iki katlı, Galata Köprüsü’nün altında boylu boyunca uzanıyordu. Merdivenlerden iner inmez girdikleri lo¬kanta, köprü altındaki sıralı balıkçı lokantalarından ilkiydi. Bir ilerideki lokantadan ahşap bölme ile ayrılmıştı. Denize bakan iki yanında insanlar geçecek kadar yol bırakılmıştı ve her iki tarafı büyük çerçeveli camlarla kaplıydı. İki tarafa da kapı açı¬lıyordu. Giriş kapısı ve diğer tarafa açılan kapı boydan boya ve tamamen camdı. Denize bakan her iki tarafta camların önüne masalar diziliydi. Köprünün altından ve balık lokantalarının iki tarafından yürüyen insanlar, bir taraftan denizi, diğer taraf¬tan da lokantada oturan insanları izleme zevkini tadıyorlardı. Yirmi beş otuz metre uzunluğundaki lokantanın başında balık pişirilen mutfak kısmı vardı. Sonunda ise bölünmüş ahşap bölme ve bir köşesinde müdüriyet yazan, aynı zamanda hesap ödenen açık bir banko vardı. Cam önüne iki taraflı boydan boya dizilen ahşap masalar, dört kişilik küçük piknik masaları türündendi. Ahşap lambrilerin üzerine atılmış olan verniklerin oluşturduğu doğal kızarıklık uzun yılları belgeliyordu. Otur¬malıklar tren kompartımanındaki uzun koltuklara benzeyen türdendi. Bu koltuklar, iki taraftaki camlara dik ve masaların iki tarafına düzenli bir şekilde yerleştirilmişlerdi. Masaların iki tarafına dörder kişinin oturabileceği şekilde ve sırt sırta dizilmiş olan koltuklar oldukça rahattı. Renkleri iddialı anlam taşıyan kırmızıydı. Camlara dik konumdaki koltuklara oturan herkes, lokantanın iki tarafından yabancıların altın boynuz de¬dikleri Haliç’i ve deniz manzarasını rahatlıkla izleyebiliyordu. Lokantanın önünden geçen insanları seyretmek ise apayrı bir zevkti. Her iki taraftaki kapı camının üstünde, yaldızlı yazı ile lokantanın adı yazılıydı. Cam pencerelere ise lokantada pişen balık çeşitleri yazılmıştı.

Ozan, iki tarafta dizili masaların arasından ilerlerken, ba¬lık lokantasının tüm bu güzelliklerini zihnine yazdı. Köşede bulunan masaya geçip, tüm lokanta müşterilerini görecek şekilde oturdu. Cemal Öğretmen de tam karşısına geçti ve koltuğunun altındaki kitaplarla test dosyasını yanındaki boş koltuğa koydu. Ozan’a “Hoş geldin,” diyerek ev sahipliğini pekiştirdikten sonra sazı istedi ve çatlayan teknesini üzgün gözlerle inceledi. Tanıdığı çok iyi bir saz ustası olduğunu ve yaptırabileceğini, hatta gerekirse bu sazı verip, yerine yenisini bile alabileceğini söyledi. Sazı ozana geri uzattı. Kitaplara, der¬gilere bir şey olmamıştı. Zaten dershanedeki dersini bitirip eve gidiyordu. Yere düşüp ıslanan testler için de bir sorun yoktu. Ama, kırılan sazın üzüntüsü ozanı, mahcubiyeti de Cemal Öğretmeni etkilemişti. İkisinin de hüzünlü duygular içinde olduğu her hallerinden belliydi. Duygusal ortam nedeniyle, bir iki defa karşılıklı, “Eeee, daha daha nasılsın?” Demekten

başka bir konuya girememişlerdi. Ozan, başını çevirip Haliç’in masmavi sularını dalgın dalgın seyre daldı. Birkaç dakika bir¬birleriyle tek kelime konuşmadan, ikisi de İstanbul Boğazı’nın ferahlatıcı ve gökyüzüyle bütünleşen manzarasını, her iki yana bakınarak boy camlardan seyrettiler.

Manzara çok güzeldi. Yaz yağmuru çisil çisil yağıyordu. Gökyüzünü bir tablo gibi kaplayan beyaz ve gri bulutların arasından belli belirsiz güneşin yusyuvarlak görüntüsü fark ediliyordu. İkindi güneşinin altın sarısı ışınları rengârenk gökkuşağı oluşturmuştu. Arka arkaya dizilen yağmur damla¬ları, gökyüzünden yere doğru sarkan ince sicim görüntüsünü andırıyordu. Denize çarpan yağmur taneleri her dalganın üzerinde boncuk boncuk görüntüler oluşturuyordu. Hafif esen poyrazın oluşturduğu tatlı dalgalar, kovalamaca oynar gibi arka arkaya koşuyorlardı. Galata Köprüsü’nün ayaklarına çarpan dalgaların çıkardığı sesler müzik nağmeleri gibiydi. Uçuşan martıların ötüşleri insanın ruhunu okşuyordu. Dalgaların etki¬siyle salınan köprü, dev bir salıncak hissi veriyordu. Köprünün ahşap yapılı alt bölümünün salınım gıcırtıları, ister istemez in¬sanın aklına köydeki kağnı arabalarını getiriyordu. Uzaklardan gözüken kocaman gemilerin düdük sesleri, yüreklere gariplik hissi verse de, köprünün altından geçen boyalı kayıkların sey¬rine doyulmuyordu. Boğaziçi sahillerinin görüntüsü bir tablo gibiydi. İstanbul’un mağrur duruşu insanın aklına Fatih Sultan Mehmet’in fetih becerisini getiriyor ve hayranlık duygularını kabartıyordu. Duygu karmaşasıyla karşılıklı oturan Cemal öğretmen ve ozanın masalarındaki sessizliği, genç garsonun “Hocam ne arzu edersiniz?” Sorusu bozdu.

Galata Köprüsü’nün altındaki balık lokantası Cemal Öğret¬menin uğrak yeri olduğu için garson onu iyi tanıyordu. Hatta ne yiyip ne içtiğini bile ezbere biliyordu. Cemal öğretmen başını kaldırıp garsonun yüzüne baktı ve “Her zamankilerin¬den, bir bana bir de misafirime…” dedi. Garson, “Başüstüne…” deyip ayrıldıktan sonra, hüzün ve mahcubiyet ortamının de¬ğişmiş olmasından yararlanan Cemal öğretmen, havayı iyice değiştirmek ve ozanın aklını kırılan sazından uzaklaştırmak için, köprünün iki tarafına dizilmiş oltalarıyla balık tutan insanları anlatmaya başladı.

“Galata Köprüsü’nde balık tutanları seyretmeyi herkes gibi ben de çok severim. Kimi emekli, kimi işsiz, sabahın erken sa¬atlerinde ellerinde oltaları ile köprüdeki yerlerini alan insanlar, öğleye doğru köprü altının her iki tarafını doldurmuş olurlar. Hiçbiri profesyonel değildir ama; her cins balığı yakalama ko¬nusunda bir uzman gibi beceriklidirler. Hemen yanı başlarında yem ve olta iğnesi satan satıcılar için onlar iyi bir müşteridir. Uzun kamış ve makineli olta almak isteyenler ise, Karaköy çıkışındaki sol tarafta bulunan dükkânlara kadar gidip, alacak¬larını alıp gelirler. Balık tutma zevkini kafaya koymuş olanlar, bu kadar yolu severek kat ederler. Çünkü orada her bütçeye uygun ve her çeşit olta bulmak mümkündür. Oltalarına takmak için, ak yem adını verdikleri balık parçaları, karides, midye ve ekmek kırıntılarını da buradan temin edebilirler.

Balık tutanların bazıları gıda ihtiyacını denizden çıkar¬tırken, bir kısmı da tuttukları balıkları satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Köprünün altında balık hayli bol ve cinsi oldukça çeşitlidir. En çok tercih edilenleri istavrit, kefal, lüfer, zargana ve izmarittir,” dedi ve “Ben istavriti çok severim. Senin de seveceğine eminim,” diyerek, emrivaki yaptığı balık siparişinin cinsini ve nedenini de açıklamış oldu.

Öğretmeninin, Galata Köprüsü’nde olta ile balık tutanlar hakkında etkileyici anlatımını ilgiyle dinleyen ozan, “Benim için hangi balık olsa fark etmez, siz anlatmaya devam edin,” diyerek, dinlediği bilgilerden ötürü memnuniyetini bildirdi. Ozanın ilgisine mutlu olan Cemal öğretmen, “Sana biraz da altımızda denizin beşik gibi salladığı, üstümüzde de arabaların ve insanların geçtiği Galata Köprüsü hakkında bilgi vereyim,” diyerek anlatmaya devam etti.

“İstanbul’un orta yerinde bulunan iki katlı Galata Köprü¬sü, yalnız Haliç üzerindeki iki yakayı birbirine bağlayan bir bağlantı yeri değildir. Burası ayrıca kentin önemli bir yaşam merkezidir. Balık tutanlar, balık lokantaları, ekmek arası balık pişirenler, her çeşit seyyar satıcılar, vapur iskeleleri, köprünün altından işleyen motorlar, üstümüzdeki köprüden karşılıklı geçen çeşitli araçlar, koşuşan insanlar, dinlenmek için denizi ve sahilleri seyredenlerle apayrı bir dünya gibidir. Köprünün iki başındaki iş yerleri, ayrı bir İstanbul oluştururlar,” diyerek yutkundu ve beşik gibi sallanan köprünün gıcırtılarına karışan yumuşak ses tonuyla ve öğretmenliğin verdiği tatlı anlatım üslubuyla devam etti.

“Ayrı bir İstanbul kültürünün oluşmasını sağlayan Galata Köprüsü; Eminönü ile Karaköy’ü birbirine bağlamaktadır. İlk yapıldığı gün, Galata’ya geçmek amacıyla Haliç’in iki tarafının birleştirilmesi amaçlandığından, adına ‘Galata’ denmiş ve o günden beri de adı hiç bir zaman değişmemiştir,” diyerek, önündeki kadehi ozanın kadehine dokundurup, “Haydi şe¬refe,” dedi…

Önce bir yudum su aldı, sonra buzlu rakısını yudumladı. Öğretmeni kadehini yudumlarken, artık kendisine de izin verdiğini düşünen ozan da “Şerefe,” deyip kadehini kaldırdı.

Sofralarında mütevazı bir görüntü hâkimdi. Üzerinde Kütahya yazısı bulunan servis tabaklarının içinde birer dilim beyaz peynir, masanın ortasında ise tere ve roka vardı. Cemal öğretmen, vazgeçilmez mezesi olan rokayı eliyle yerken, ozan aldığı iki yudum rakının üstüne bir yudum su yudumladıktan sonra yutkundu ve Galata Köprüsü’nün tarihçesini sordu.

Cemal Öğretmen;

“Haliç’te köprü yapma fikri çok eskiden beri varmış. On beşinci yüzyılda yaşamış olan Leonardo da Vinci’nin bile Haliç Köprüsü için eskizler çizdiği bilinmektedir,” dedi ve anlatmaya başladı. Sınıfta tarih dersi anlatıyor edasıyla ozanın dinlemek¬ten zevk alan gözlerinin içine bakarak sözlerine devam etti.

“İlk Galata Köprüsü Sultan Abdülmecid’in annesi Valide Sultan tarafından 1845 yılında ahşap olarak yapıldı. Defalarca yenilenen ve değişen bu köprüler arasında İstanbul halkının en fazla yakınlık duyduğu, hayatının bir parçası saydığı 1912 yılında ahşaptan yapılan iki katlı Galata Köprüsü’dür. Köprü¬nün altındaki balık lokantaları, kahveleri, balık tutanları ve birçok halk kültürü özellikleri ile bu köprü, başlı başına bir kişilik olarak o günden bugüne var olmuştur,” diyen Cemal öğretmen, sözünü bitirmişti ki garson porselen tabaktaki ço¬ban salatasını ahşap masanın ortasına yerleştirdi. İstavritleri de herkesin önündeki servis tabağına koydu.

Mangalda kızarmış taze balıklar, porselen tabaklar içinde ‘beni ye’ diye bağırıyor gibiydi! Sohbeti bıraktılar ve balıkları ayıklayıp afiyetle yemeye başladılar. Açlıklarını bastırıncaya kadar konuşmaya ara vermişlerdi. Çatal kaşık sesleri, martı sesleri ve dalgaların salladığı köprü gıcırtısından başka masa¬larında çıt yoktu. Bu sessizliği bir süre sonra Cemal öğretmen bozdu ve anlatmaya devam etti.

“Modern çağın ulaşım koşullarında köprü gibi araçlar, öncelikle işlevsellikleriyle var olurlar. Ancak Galata Köprüsü, sadece üstünden geçilen bir köprü olmayıp İstanbul’da yaşayan insanların evi gibidir. Hani köylerde Köy Odası olur ya! İşte ona benzer bir mekân… Şehir özelliği ile donanmıştır ve halk kültürünün bir parçasıdır. Galata Köprüsü’nün altında yıllar boyunca çok farklı bir yaşam hüküm sürmüş ve çok farklı bir kültür oluşmuştur. Birçok dostluklar pekişmiş, hoş sohbetler olmuştur. Muhabbetli, müzikli, şiirli hoş sohbetler… Kubbe¬de kalan hoş seda sözü sanki burası için söylenmiş gibidir. Çalınan sazlar, çığırılan türküler, söylenen şarkılar, okunan ve yazılan şiirler dünya durdukça unutulmayacaktır. Hatta burası için yazılmış şiir bile var. İşte Orhan Veli KANIK’tan, unutulmayan Galata Köprüsü şiiri.” Dedi ve Orhan Veli Kanık imzasını taşıyan ‘Galata Köprüsü’ adlı şiiri harfi harfine aynen okumaya başladı.

Galata Köprüsü

Dikilir köprü üzerine

Keyifle seyrederim hepinizi,

Kiminiz kürek çeker siya siya,

Kiminiz midye çıkarır dubalardan,

Kiminiz dümen tutar mavnalarda,

Kiminiz çımacıdır halat başında,

Kiminiz kuştur, uçar, şairane;

Kiminiz balıktır pırıl pırıl,

Kiminiz vapur, kiminiz şamandıra,

Kiminiz bulut havalarda,

Kiminiz çatanadır, kırdığı gibi bacayı,

Şıp diye geçer köprünün altından,

Kiminiz düdüktür öter,

Kiminiz dumandır tüter

Ama hepiniz, hepiniz…

Hepiniz geçim derdinde,

Bir ben miyim keyif ehli içinizde?

Bakmayın, gün olur, ben de

Bir şiir söylerim belki sizlere dair,

Elime üç beş kuruş geçer,

Karnım doyar benim de.

Cemal öğretmen, Orhan Veli’nin bu şiirini okumakla ozanı havaya sokmuştu.

“Şimdi sıra sende, muhabbetin müzik kısmını da senden dinleyelim. Televizyonda çalıp söylediğin deyişi dinlemek is¬tiyorum. Sazının teknesi çatlamış olsa da çalıp söyleyebilirsen memnun olurum. Saz bizim her şeyimizdir,” dedi ve “Haydi öğretmenini kırma,” diyerek üsteledi.

Ozan, sazını eline aldı. Evirdi çevirdi, teknesindeki çatlağın çalınmasına engel teşkil etmediğini görünce göğsüne bastı ve tellere dokundu. Sazının sesi yüreğini ferahlatmıştı. Ancak, diğer masalarda oturanları rahatsız etmenin tedirginliği ile etrafa göz gezdirdi ve öğretmeniyle göz göze geldi. Ozanın tedirginliğini anlayan Cemal öğretmen,

“Galata Köprüsü bu tür muhabbetlere alışıktır. Buralar ade¬ta bu tür muhabbetler için yapılmıştır. Müzik de bu mekânların bir parçasıdır. Kimse rahatsız olmaz, tedirgin olma,” dedi. “Üstelik buraya takılanların çoğu biri birini tanır. Şu gördüğün masalardaki simaların hepsi tanıdıktır. Memnun bile olurlar. Hatta iştirak edenler bile olur. Görürsün, bak! Haydi, durma dokun tellerine…” diye tekrar üsteledi.

Ozan, Cemal Öğretmen’in bu sözleri üzerine, çevrenin rahatsız olma tedirginliğini üzerinden attı. Üstelik, çatladık¬tan sonra sazının ses özelliklerinin bozulup bozulmadığını merak ediyordu. Ama, çevresini rahatsız etmekten çekindiği için sazını kucağına alıp da kontrol edememişti. Böylece, sazı ile ilgili endişesini de gidermiş olacaktı.

Özlemle dokundu tellerine… Gözlerini kapadı ve yıllarca hasret çeken aşığın sevgilisine kavuştuğu gibi, parmakları perdelerde dolaşmaya başladı. Sazından yükselen ezginin ritmi ile başını salladıkça, günün modası uzun siyah saçları at yelesi gibi sallanıyordu. Parmakları perdelerde epey dolaş¬tıktan sonra, insanın yüreğini ezen deyişini, yanık sesiyle ve Terekeme havasıyla söylemeye başladı.

Cezo Gardaş

Köyün Benliahmet Kars’a bağlısan

Aklıma tüşüfsen ay Cezo Gardaş

Dilenip dururdun elinde torban

Yaktın yine beni vay Cezo Gardaş

Ayağında çarık elinde ağaç

Sakalın uzanıp kesilmiyip saç

Üstün başın yırtık demek karnın aç

Görmedin bir bardak çay Cezo Gardaş

Başına yığılır çolu çocuğu

Ekmek gösterirdi kimi boncuğu

Oynatırlar seni gülerdi çoğu

Sebebi bir lokma pay Cezo Gardaş

Hem yazın hem kışın dolanıp durdun

Her bayram olanda boynunu burdun

Kapı kapı gezip kendini yordun

Karşılık kaç para say Cezo Gardaş

Acı gerçeklerden sen bir tekisin

İnanmayan varsa köyüne gelsin

Vicdansızlar garip halin ne bilsin

Bunca hak olursa zay Cezo Gardaş

Görmedim yıllardır sinemde kalsın

Senin bu hakkını felek mi alsın

Dündar’ım koy sazın ağlayıp çalsın

Garip bir insandı Bay Cezo Gardaş

Köy ozanı deyişi okumaya başladığı andan itibaren Cezo Gardaş, Cemal Öğretmenin gözlerinin önünde canlanmaya başladı.

Ayağında çarığı elinde ağacıyla, uzanmış sakalı kesilmemiş saçıyla gözlerinin önüne geldi Cezo Gardaş. Zihninde tasvir etmeye başladı Cezo Gardaşı… Orta boylu, toparlak cüsseliydi. Omuzları geniş, pazıları güçlüydü. Elleri kocaman, parmakları uzundu. Şakak kemikleri çıkık, yüzü dolgun, iri burunluydu. Karakaş, kahverengi gözlüydü. Uzamış ve hafif kırlaşmış saçı, yıllarca kesilmemiş derviş sakalı ile sempatik bir hali vardı. Yaz aylarında başına, sağa doğru hafif yan eğdiği bir kasket takar, kış aylarında ise derviş papağı örterdi. İlkokul üçüncü sınıfta iken aile dramı nedeniyle geçirdiği bir travma sonucunda sağ tarafına inen felçten ötürü ve tedavisi yapılamadığından, yüzü¬nün sağ tarafı hafif eğilmiş gibiydi. Yüzüyle birlikte dudağının sağ tarafı sarkık duruyordu. Dudağının bu bölümüne biriken tükürüğünü toplamakta zorlanıyordu. Ama bu haliyle çirkin değil, sempatikti. Yine felçten ötürü sağ ayağını hafif sürükleye¬rek yürüyordu. Yaz aylarında ayakları sürekli yalındı. Ayağının altında bir parmak kalınlığında nasır vardı. İki ayağının altını boydan boya kaplayan bu kalın deri, kış aylarında giydiği çarığın derisinden daha kalındı. Bir eliyle taşıdığı büyükçe, Amerikan bezinden yapılmış beyaz bir dilenci torbası vardı. Diğer elinde it korumak için bir değneği vardı. Yürürken torbasını sırtına alıyordu. Durduğu zaman torbasını sırtından indirip iki eliyle tutarak göğsüne çekiyor ve it koruma değneğini sağ koltuğu¬nun altına alıyordu. Geçirdiği hastalıktan dolayı akıl sağlığı iyi değildi. Ama öyle deli filan da değildi. Saf ve gariban bir hali vardı. İşte bütün bu kişilik özellikleriyle Cezo Gardaş, Cemal Öğretmenin zihninde canlandı.

Ozanın türkü sözleri Cemal Öğretmenin kulağına değdik¬çe; Cezo Gardaş’ın son hali, net çekilmiş bir film şeridi gibi gözlerinin önünden gelip geçmişti. Velhasıl ozanın söylediği bu deyiş, Cemal Öğretmeni çok etkilemişti. O kadar ki, gözlerini kapatıp çalıp söyleyen ozan, son mızrabını vurup, son dizeyi bitirdikten sonra gözlerini açtığında, gördüğü manzara karşısında şaşkına dönmüştü. Koca cüsseli Cemal Öğretmeninin ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü ve hala ağlıyordu. Sebebini anlamak mümkün değildi ama, yüreğinde unutulmaz acılar olduğu belliydi.

Neydi o acılar? Sadece Cezo Gardaş’ın gariban yaşantısı mı? Yoksa daha fazlası mı? Cezo Gardaş’ın onun yaşamında nasıl bir yeri vardı? Bir çınar misali yılların emektar öğretmeninin gözyaşlarına boğulmasının gerçek sebebi neydi acaba? Bu so¬rular kafasına takıldı ozanın. Takıldı takılmasına da, sormaya tereddüt etti bir an. Zaten sormasına da gerek kalmadı.

Cemal Öğretmen anlatmaya, içini dökmeye başladı. Galata Köprüsü’nün altındaki iki kişilik masada akşamüstü başlayıp gün ağarıncaya kadar anlattığına bakılırsa, kendi yaşamındaki sıkıntı dolu olaylar ve Cezo Gardaş’ın dramatik yaşam öyküsü, gerçekten de insanın yüreğini parçalayacak ve gözlerini yaşar¬tacak kadar vardı. Akıp giden bu hüzünlü anlatım ve yaşanmış iki gerçek hayat öyküsü geceyi bitirmişti de ne ozan, ne de öğretmen farkına varmıştı.

Balıkçı lokantasında masalar boşalmış, birkaç masa kalmıştı. Tan ağarmak üzereydi. Şehrin ışıkları birer birer sönüyordu.

“Haydi toparlanalım artık,” dedi Cemal öğretmen.

Ozan, “peki” anlamına gelecek şekilde sazını kılıfına soktu ve kılıfın bağcıklarını bağladı. “Ben hazırım” diyecekti ki; İki masa öteden yanık ve gür bir ses seherin alacakaranlığını yırtarcasına yükselmeye başladı:

Şu Fırat’ın suyu akar serindir

Yârimi götürdü kanlı zalimdir

Daha gün görmemiş taze gelindir

Söyletmeyin beni yaram derindir.

Kömürhan köprüsü Harput’a bakar

Körolası Fırat ocaklar yıkar

Ahbaplar oturmuş ağıtlar yakar

Söyletmeyin beni yaram derindir

Fırat türküsünün insanın yüreğini dağladığı bir İstanbul seherinde, Cemal Öğretmen’le Cezo Gardaş’ın yaşam öyküsü, ozanın beynine taş plağa kaydedilmiş ses kaydı gibi derin ve silinmeyecek şekilde kazınmıştı. Cemal öğretmen akşamdan sabaha kadar hiç durmadan anlatmıştı kendi hayatını ve Cezo Gardaş’ı.

Ozan o gece hem öğretmeninin yaşam öyküsünden, hem de Cezo Gardaş’a ait olup da, o güne kadar hiç duymadıkla¬rından çok etkilenmişti. Yoğun duygularla masadan kalktı ve kalacağı otelin yolunu tuttu. Yol boyunca Cemal öğretmen İstanbul’un şafak güzelliğine dikkat çekmeye çalışırken, o hiç oralı değildi. Zihninde hep masada anlatılanlar vardı.

Karaköy’deki halk tipi otele geldiğinde güneş doğmak üzereydi. Uyku gözlerinden akıyordu. Odasına çıktı, elbi¬selerini çıkardı. Elini, yüzünü, ayaklarını yıkadı, dişlerini fırçaladı. Çantasından çıkardığı pijamalarını giydi. Yatağına uzandı ve üstüne yazlık çarşafı çekip gözlerini yumdu. He¬men uyuyacağını sanıyordu fakat uyku tutmadı. Dinledikleri gözünün önünden gitmiyordu. Dağı dağın üstüne taşıdı, yolu yolun ucuna ekledi! Zihninde belirmedik ne Elazığ kaldı, ne de Kars… Kulağında çınlamayan ne Fırat türküsü kaldı, ne de Galata Köprüsü şiiri… Gözünün önüne gelmeyen ne Sarıkamış kaldı, ne de Keban…

Cemal Öğretmenin anlattıkları beyninde sırayla resmi¬geçit yapar gibiydi. Aklından süzülen hayal sürüsünü engel¬lemeye çalıştı ama beceremedi. İstanbul’un yaz sıcağında, zihninden akıp giden görüntüler ve cümleler dur durak bilmiyordu.

“Şu zihnimden geçenleri kâğıda dökebilsem roman olur,” diye aklından geçirdi. Sonra da kendi kendine söylendi.

“Zaten roman dediğin de böyle bir şey değil mi?”

Oflayarak, pamuk döşeğin pot pot olmuş sert tüyçelerinin üstünde sırtüstü uzandı. Yastığın orta çukuruna başını koydu. Yazlık pikeyi başına kadar çekip gözlerini kapadı. Uzun met¬rajlı filme benzeyen düşüncelerinin akışını engellememeye karar verdi. Cemal Öğretmeninden dinlediklerini başından itibaren noktasına virgülüne kadar düşünmeye ve hayalinden geçirmeye başladı…

ANILAR

Cemo, öğretmenlik kapısını araladığı yıllarda ne yasaların altında Mustafa öğretmenin imzasının olduğundan haberdar¬dı, ne de ülkenin eğitimini şekillendiren süreçleri biliyordu. Bu süreçleri yıllar sonra, Mustafa öğretmenin bir dergide çıkan anılarından öğrenecekti.

Cemo, Cemal öğretmen olduğu yıllardan itibaren özenle sakladığı ve öğrencilerine okutmak için yanında götürürken, ozanla çarpışma sonucu Galata Köprüsü’nün üstüne saçılan, 1950’li yıllara ait dergilerin eğitim ve kültür sayfalarındaki makalelerde Mustafa öğretmen şöyle yazıyordu:

“Atatürk döneminde öğretmen yetiştirmek için, medrese¬lerden farklı olarak kurulan Batı tipi okullara öğretmen yetiş¬tirmek üzere çağdaş projeler uygulanmaktaydı.

Cumhuriyet’in kurulmasından önce, Osmanlı Devleti’nin son yıllardaki eğitim sisteminde Darülmuallim adı verilen öğretmen okulları vardı. Ama savaş yıllarında bu okullardaki öğretim kalitesi oldukça düşmüş, hatta bazıları da kapanmıştı. Ama, milli mücadele önemli ölçüde öğretmenlerin halkı davaya inandırmalarına ve Ankara hükümetinin yanında görev almalarına dayandığı için, savaş yılları içinde bile Mustafa Kemal, öğretmenlere ve öğretmen yetiştiren kurumlara büyük önem vermişti.

Anadolu’daki sert savaş şartlarına rağmen, 1921 yılında Malatya, Burdur, Diyarbakır, Çorum illerine yeni Öğretmen Okulları açılırken, 1922’lerde öğretmen yetiştirmek için yeni düzenlemeler yapılması ve ‘Mıntıka Öğretmen Okulları’ ku¬rulması planlanıyordu. 1923 yılında bazı Öğretmen Okulları yeniden açılmış, öğretim kadroları yeniden gözden geçirilmiş, maaşları düzenlenmişti.

Türkiye’de köye uygun öğretmen yetiştirme fikri Meşrutiyet yıllarına kadar uzanmaktadır. İkinci Meşrutiyet yıllarında ilk öğretmen okullarının yoğun çabaları sonucu Üsküp’te, Edirne’de Manastır’da ve İstanbul’da çıkan eğitim dergilerinde, köye uygun öğretmen yetiştirme fikri, aydınlar tarafından makaleler şeklinde işlenmiştir.

Cumhuriyet döneminde de bu fikir devamlı canlı tutulmuş, Üniversitelerin Deneysel Psikoloji Öğretim Üyesi Ali Haydar (Taner) 1924 sonlarında verdiği bir konferansta, köylere öğretmen yetiştirmek üzere daha basit öğretmen okulları kurulmasını öneriyordu. Ali Haydar’a göre Türkiye’de köy ve şehir hayatları birbirinden çok farklı idi. Şehirde yetişmiş kişilerin köylerde öğretmenlik yapmaları çok zordu. İlkokul çıkışlı köy çocuklarının alınacağı üç yıllık ‘Köy Öğretmen Okulları’nda, çocuklar köy hayatına yakın bir biçimde ya¬şamalıydı. Ali Haydar Bey’in program taslağını hazırladığı bu okullar, 1925’te Konya’da toplanan Maarif Müfettişleri Kongresi’nin gündeminde de yer aldı. Bakanlıkta bir ‘Köy Mektebi’ dairesinin kurulmasını isteyenler köylüyü köyden ayırmayacak, üretimden koparmadan çağdaşlaştıracak bir okul istiyorlardı. Bu arada Maarif Vekâleti’nin daveti üzerine Türkiye’ye gelip oldukça önemli bir rapor veren John Dewey, köy okullarına öğretmen yetiştirecek tipte öğretmen okulları kurulmasını öneriyordu.

1926 yılında çıkan Maarif Teşkilatı Kanunu’nda, ilköğretim okullarının yanı sıra bir de ‘Köy Öğretmen Okulları’ kabul

edilmişti. 1927-1928 öğretim yılında da Kayseri Zencidere’de bir ‘Köy Öğretmen Okulu’ kuruluyor, Denizli Erkek Öğret¬men Okulu da bu amaç için düzenleniyordu. Diğer öğretmen okulları beş yıl iken, bu okullar üç yıllıktı. Buradan mezun olanlara köydeki okulun yanında bir ev, üretimi kendine ait olmak üzere bir bahçelik veya hayvan yetiştireceği bir ahırlık verilecekti. Öğrenciyi köy hayatına hazırlamak için, üretime yönelik bu tür yan kuruluşları da vardı. Bu okullar için köy öğretmeni yetiştirmeye yönelik bir program hazırlanmıştı.

Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey hem öğretmen¬lere çok değer vermiş, hem de öğretmen okullarının yeniden düzenlenmesi ve yeni öğretmen okulları açılması yönünde büyük çalışmalar yapmıştır.

1930’ların ortalarına gelindiğinde, ülkedeki yaklaşık 40.000 köyün 35.000’inde okul yoktu. Nüfusunun %80’den fazlası köylerde yaşayan bir ülke için bu durum oldukça dramatik bir tablo idi. Bu tablo, Cumhuriyet hükümetlerini, ağırlıklı olarak ‘Köy Eğitmen Kursları’ gibi kısa vadeli, fakat köylüye yönelik öğretmen yetiştirme fikrine yöneltti.

Gerek 1932 yılında Halkevleri’nin kurulması ve güçlü bir şekilde köycülük çalışmalarının başlaması, gerekse yıllarca Türk Ocakları’nda ‘Köycü Doktor’ olarak çalışan Reşit Galip’in Maarif Vekili olması, Türkiye’de tekrar köye yönelik başka bir hareketi doğurdu. O zamana kadar köylerde açılan okullara da, şehir¬lerdeki öğretmen okullarından yetişen gençler gönderiliyordu. Hatta bunlar 20. yüzyılın başlarından beri Türk gençliğinde görülen yüksek idealist fikirlerle köye seve seve gidiyorlardı. Ama köyde hayal kırıklığına uğruyorlar ve maddi manevi bir yalnızlık içinde karamsarlığa düşüyorlar, köy hayatını yadırga¬yıp, insanın doğası gereği, çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği şehir hayatına özlem duyuyorlardı. Böyle bir durumda öğret¬menler, köyden bir an önce kurtulmak için çeşitli yollar arıyorlar, çevresine uyum sağlamayı ve faydalı olmayı düşünemiyorlardı. Köylüler de aynı şekilde, kendileri gibi yaşamayan, giyinmeyen, yemeyen, içmeyen, öğretmeni benimsemiyorlardı. Öğretmenler en küçük bir tatilde şehirlere kaçıyorlardı. Bunda öğretmen okullarının eğitim şeklinin de rolü vardı. Orada gençler köy gerçeğinden tamamen uzak, teorik olarak yetiştiriliyorlardı. Bu durum, Türk eğitiminde uzun zamandan beri gözlemlendiği için, 1908 yılında ilan edilen ikinci meşrutiyet döneminden beri köy gerçeğine uygun öğretmen yetiştirmek için ayrı öğretmen okulları kurulması öneriliyordu.

Reşit Galip, Maarif Vekili olduktan sonra, Bakanlıkta bir ‘Köy İşleri Komisyonu’ kurarak, ‘Devletin Köydeki Adamı’, köyün en aydını olan öğretmenin hangi özelliklere ve görevlere sahip olması gerektiğini araştırdı. Komisyon, köy öğretmenlerinde şu özelliklerin bulunmasını istiyordu. ‘Köylüyü devrimci, laik ve cumhuriyetçi inançlarla yetiştirmek ve bunları köylüye benimsetmek, köylünün sosyal hayatında etkili olabilmek, Türkiye Cumhuriyeti Medeni Kanunu’nun hükümlerini köyde anlatmak ve hakim kılmak, modern görgü kurallarını köylüye öğretmek, köyün ekonomik hayatını etkileyebilmek, ileri tarım yöntemlerini, pazar ilişkilerini onlara anlatmak, köyün aydını olmak, öğretmenliğin bütün özelliklerine sahip olup, bunları göstermek.’

Bir köy öğretmeninin bunları başarabilmesi için, kendine yol gösterecek rehberlere ve bunları başarabilecek yetenekleri kazandırabilen bir eğitime gereksinim vardı. Yoksa köyde ken¬disinden beklenen düşünüş ve devrimleri gerçekleştiremezdi.

1929’dan sonra başlayan kültür devrimleri döneminde Anadolu insanının dil yönünden, tarih yönünden, ideoloji yönünden Atatürk’ün gösterdiği ilkelere, yeni devletin ana prensiplerine göre eğitilmesi, bütün devrimlerin köylerde de uygulanması isteniyordu. Ancak köycülük çalışmaları da Anadolu köylerinin yer¬leşme özelliklerini ve çeşitli büyüklüklerde 40.000’den fazla

köysel yerleşme biriminin varlığını ortaya çıkarıyordu. Bu kadar dağınık birimlere devlet hizmetinin götürülmesi çok zor olacaktı. Türk köylerinin bu durumu, Tarım ve Sağlık Bakanlıkları’nda sık sık söz konusu ediliyordu. Türkiye bu kadar çok köye devlet hizmeti götürmek için yeni bir yol bulmalıydı.

Köycülük çalışmalarının yanı sıra, bu sorunla ilgilenen Türk düşünürleri ve bilge insanları da yeni yollar aramaya devam ediyorlardı. O yıllarda Hıfzırrahman Raşit, köy yüksek okullarının açılması ve üniversite öğrencilerinin köylere gön¬derilmesi gibi fikirleri; Nusret Köymen, Meksika Köy Rehber¬leri Okulu Projesini; Kazım Nami, Lehistan ve Cezayir’deki köy öğretmeni yetiştirme projelerini örnek olarak gösteriyorlardı.

Vedat Nedim (Tör) de kooperatifçilikten yararlanılmasını istiyordu. Bedii Ziya (Egemen), köy eğitmeninin Türkiye için önemini vurguluyor, Yunus Nadi, köy ilköğretiminin ilkelerini ve köy öğretmeninin özelliklerini araştırıyordu. Halil Fikret (Kanad) da ne yayın organlarının, ne memurların ne de mev¬cut öğretmen okulu çıkışlı öğretmenlerin devrimleri köylere yerleştirebileceğini, köye yeni tip öğretmenler yetiştirilmesi gerektiğini bildirerek, şu modeli öneriyordu: ‘Şehirlerden uzak¬taki geri kalmış köylerde, hatta bataklık kenarlarında yeni tip okullar kurulmalıdır. Geniş topraklar üzerinde her türlü tarım çalışması, kooperatifçilik ve kültür dersleri verilerek köylü çocukları buralarda altı yıl okutulmalı ve buradan çıkanlar köye gönderilmelidir. Köyde ancak bunlar başarılı olurlar.’

1934 yılında Cumhurbaşkanlığı Muhafız Kıtası’nda İs¬mail Hakkı Tekçe Paşa’nın, erlere okuma yazma öğretmedeki gayretleri ve buradan terhis olanların köylerde okuma yazma öğretmeye başlamaları ve bir zamanlar Prusya ordusunda da, eğitilen askerlerden terhis olduktan sonra öğretmen olarak yararlanma uygulamasının başarılı olduğu düşüncesi üzerine Atatürk, Saffet Bey’e, ordunun zeki ve çalışkanlarının kısa süreli kurslardan geçirildikten sonra köylere ‘eğitmen’ olarak atanmalarını teklif etti.

Atatürk’ün bu önerisinin uygulamasına 1936 yılında baş¬landı. Ankara Mürtet Ovası köylerinden, askerliklerini yapan 80 genç, o sıralarda yedek subay olarak askerliğini yapan Emin Soysal’ın idaresinde Eskişehir Çifteler Harası’nda sekiz aylık bir ‘Eğitmenler Kursu’na alındı. Bu kursun yarısında çalışmaları basına ve kamuoyuna tanıtmak için bir deneme dersi gösterisi düzenlendi. Buradaki proje ve uygulaması çok beğenildi. Hem de ekonomik bulundu. Yazar Falih Rıfkı Atay, bu deneme dersinden sonra şunları yazıyordu.

 ‘Garplı Türk köylüsü köyünde, köyünün içinde, eğitimcileri tarafından yetiştirilecektir. Cumhuriyetin bu rehberi eski köy imamının yerini tutacak, demokrasinin ve hükümetin halkası olacaktır. Halkın kalkınmasına hizmet edecek, her şey onlar vasıtası ile kolaylıkla Türkiye ölçüsünde tatbik edilecektir.’

1935 yılında Saffet Arıkan, Kültür Bakanı olunca İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne vekâleten İsmail Hakkı Tonguç’u getirdi. Bakan, mecliste bütçe dolayısıyla eğitimin genel durumunu izah ederken, köy çocuklarının ancak % 25’inin okullaşabil¬diğini, eğer böyle gidilirse, her köye bir öğretmen yetiştirmek için yüz yıl beklemek gerektiğini açıklıyordu.

1937 yılında Bakanlığın ilköğretim dairesinde bakana su¬nulmak üzere hazırladığı bir raporda, yeni tip köy öğretmeni yetiştirmek için, yeni tip köy öğretmen okulları kurulmasını öneriyordu. O zamanlar her köyden bir genç erkeğin eğitim için, bir genç kızın da sağlık hizmetleri için seçilip yetiştirilme¬si düşünülüyordu. Altı aylık kurslar sonunda başarılı olanların diplomaları Ankara Gazi İstasyon İlkokulu’nda bakanların katıldığı bir törende, bir örnek ders denemesinden sonra, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından verildi. Bakan Şükrü Kaya, ‘Kolomb’un yumurtasını bulup yerine oturtmuş olduk’ diyordu. Falih Rıfkı ve diğerleri, bu törenin ertesi gününde

yazdıkları yazılarda, hareketin ilk başarılarını coşkuyla ilan ediyorlardı. Eğitmen adaylarına; okuma, yazma, faiz de dahil basit hesaplar, Türk tarihi, coğrafya ve diğer branşlarda temel bilgilerin yanı sıra, köy hayatında köylüye lazım olan temel bilgiler de öğretiliyordu. Bunun yanı sıra, Kültür Bakanlığı, eğitmenlerini istihdam edeceği köy okullarında eğitimin niteliğini artırabilmek için, her eğitmenli okul için, bir gezici başöğretmen atamayı kararlaştırmıştı. Bunların görevleri her gün eğitmenli bir köye giderek, eğitmenlerin yetersiz kalabi¬leceği konuları öğretmekti.

Altı aylık eğitmen kursları, köyleri yüzyılların karanlığın¬dan kurtarmak için bir ümit, eğitmenler de ‘köye ışık taşıyacak köylüler’ olarak görülüyordu. Bu kurslarda 1936–1946 yılları arasında binlerce eğitmen yetiştirilecek ve bunlar dağ yamaç¬larında, derin vadilerde ve yüksek ovalarda bulunan az nüfuslu köylere on yıllar boyunca eğitim meşalesi götüreceklerdi.

Köyler için yetiştirilen bu eğitmenler, bizzat bakan ve müfettişler tarafından sürekli denetleniyorlar ve kursta ta¬mamlayamadıkları eksiklerini kendi kendilerine çalışarak telafi ediyorlardı. Bakanlık bu eğitmenleri biraz da iş başında eğitmek için, gezici başöğretmenleri devreye sokuyor ve seminerlerden yararlanıyordu.

Daha sonraları ise, bu kursların ders kitapları ve ders prog¬ramları meydana gelmiş; Emin Soysal, Hıfzırrahman Raşit, Mehmet Tuğrul gibi yazarlar tarafından kitaplar hazırlanıp dağıtılmış ve eğitmenli köylerde, okul, işlik ve köy konağında sürdürülen projeler hazırlanıp uygulanmıştı. Daha sonra, bu projeleri kapsayan bir ‘Köy Eğitmenlik Kanunu’ çıkartılmıştı.

Bu yasaya göre eğitmenler; nüfusları öğretmen gönderilmeye elverişli olmayan köylerin eğitiminin ve öğretiminin yanı sıra, tarım işlerinde de köylülere rehberlik etmeleri için yetiştiriliyor¬du. Eğitmenleri yetiştiren kurslar; ‘Maarif ve Ziraat vekâletleri’ tarafından, tarım işleri yaptırmaya elverişli okul ve çiftliklerde açılıyor, bu kursların bütün harcamaları da bu iki bakanlık bütçesinden karşılanıyordu. Bu kursların öğretmenleri ilkokul öğretmenleri ile ilköğretim müfettişleri arasından seçiliyordu.

Eğitmenlere verilen kurslarda okuma, yazma, aritmetik, ge¬ometri, yurt bilgisi, hayat bilgisi gibi kültür derslerinin yanı sıra tarla ve bahçe tarımı, bahçıvanlık, bağcılık, hayvancılık, arıcılık gibi tarım dersleri de veriliyordu. Altı aylık köy eğitmeni yetiş¬tirme kursları, 1946 yılına kadar çeşitli yerlerde devam etmiş 8.675 eğitmen yetiştirmiştir.

Eğitmen gönderilemeyecek derecede büyük nüfuslu, yani nüfusu 400’ün üstünde olan köyler için öğretmen yetiştirmek üzere; yine Saffet Arıkan’ın fikri ve önerisiyle, İzmir/Kızılçullu ve Eskişehir/Mahmudiye hara binasında iki adet ‘Köy Öğretmen Okulu’ açıldı.

Maarif Bakanı, buradan çıkanların yalnız öğretmen yetiş¬meyeceğini, başarılı olanların, devlet liselerinde üniversiteye hazırlanacağını, hatta yurt dışı üniversitelerine bile gidebile-ceklerini söylüyordu.

Köy Öğretmen Okulları’nın ilk adı ‘Köy Eğitim Yurdu’ idi. Üç yıllık köy ilkokullarından çıkanlar alınıyor, buralarda iki yıl daha eğitim verilerek, beş yıllık ilkokul öğrenimi tamam¬landıktan sonra, üç yıllık bir orta öğretime tabi tutuluyordu. Bu öğretimde genel derslerin yanında bazı zanaatlar ve tarım işleri, uygulama şeklinde öğretiliyordu. Bu okulların ‘Eğitmen Yetiştirme’ bölümleri de vardı. İlerleyen yıllarda bu bölümlere kızlar ve kadınlar da alınmaya başlandı.” diye biten Mustafa öğretmene ait makalenin son cümlelerinde şöyle diyordu:

 “Köy Öğretmen Okulları daha sonra ‘Köy Enstitüleri’ adı altında geliştirildi. Çünkü Eğitmen Kursları’nın başarılı olma¬sı üzerine, bu kursların bulunduğu yerlerde ‘Köy Öğretmen Okulları’ açıldı. Daha sonraları, Köy Öğretmen Okulları, ‘Köy Enstitüleri’ne dönüştürüldü.”

Mustafa öğretmen derginin başka bir sayısında, Köy Ensti¬tüleri ile ilgili şu bilgileri vermişti:

 

 “Türkiye’nin dört ayrı ilinde program olarak fiilen uygulanmakta olan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta çıkan yasa ile resmen yasalaşmıştır. Bu tarihte uygulamaya giren Köy Enstitüleri, yurdun 21 ilinde vücut bulmuş ve resmiyet kazanmıştır. Bu eğitim projesi tamamen Türkiye’nin koşullarına uygun ve Türkiye’ye özgü bir projedir.

Köy Enstitüleri yurdun neredeyse tamamının öğretmensiz olduğu gerçeği göz önüne alınarak, Atatürk’ün görüşleri ve uy¬gulamaları doğrultusunda, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından ve İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra köylere gidip öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle kuruldular.

1940 yılının ilk günlerinden başlanarak, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında Köy Enstitüleri açıldı. Seçilen şehirlerin biraz uzağında, tren yollarına yakın, tarıma elverişli 21 şehirde, köy okullarına öğretmen yetiştirmek üzere açılan Köy Enstitüleri, büyük bir inançla eğitim öğretime başladı.

Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenler, köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma yazma ve temel bilgileri kazandıracak, hem de tarımın modern ve bilimsel tekniklerini öğretecekti. Bu öğretmenler, gittikleri yerlerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğretecekti. Kitaba deftere dayalı öğretim yerine iş için, iş içinde eğitim ilkesi uygulandı. Her köy enstitüsünün kendisine ait tarlaları, bağları, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeleri vardı. Derslerin yarısı kitaba dayalı teorik eğitim, diğer yarısı ise uygulamalıydı.

Köy Enstitülerinde, sabahın erken saatinde uyanan öğren¬ciler kızlı erkekli halk oyunları oynayarak sabah sporlarını da yapmış oluyorlardı. Daha sonra, kendilerinden önce kalkıp fırında ekmek pişiren nöbetçi arkadaşlarının hazırladıkları kahvaltıya oturuyorlardı. Kahvaltıdan hemen sonra zorunlu okuma saati vardı.

Köy Enstitüsü öğrencileri, her sene en az 25 tane dünya klasiği okumakla yükümlüydü. Bu sayede zeki köy çocukla¬rından engin entelektüel birikimleri olan aydınlar oluşuyordu. Bu aydın köy öğretmenleri aynı zamanda en az bir tane müzik aleti çalmak zorundaydı.

Köy Enstitülerinin varlığını sürdürdüğü zaman diliminde 15.000 dönüm elverişsiz tarla ve arazi tarıma elverişli hale getiril¬miş ve üretim yapılmıştır. O yıllarda 750.000 yeni fidan dikilmiş, 1.200 dönüm bağ oluşturulmuştur. Yine 21 Köy Enstitüsünün öğrencileri tarafından 60 tane işlik, 210 tane öğretmenevi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık,12 elektrik santralı,16 su deposu, 3 balıkhane, 100 kilometre yol yapılmıştır. Ayrıca yüzlerce kilometrelik su kanalları yapılarak, Köy Enstitüsü öğrencilerinin eğitim gördükleri çiftliklere su¬lama suyu getirilmiştir.

Köy Enstitülerinin kapatıldığı 1954 yılına kadar 1308 kız ve 15.943 erkek olmak üzere toplam 17.341 köy öğretmeni yetiştirilmiştir. Bu öğrencilerin yetiştikleri 21 Köy Enstitüsünü, kuruluş yıllarına göre 3 grupta toplamak mümkündür.

Köy Enstitüleri yasasının çıktığı 17 Nisan 1940 öncesi fiilen var olanlar: Çifteler/Eskişehir, Gölköy/Kastamonu, Kepirtepe/Kırklareli, Kızılçullu/İzmir, 1940 yılında açılan Köy Enstitüleri; Akçadağ/Malatya, Akpınar/Samsun, Aksu/Antalya, Arifiye/ Sa¬karya, Beşikdüzü/Trabzon, Cılavuz/Kars, Düziçi/Adana, Gönen/Isparta, Pazarören/Kayseri, Savaştepe/Balıkesir, 1940 yılından sonra açılan Köy Enstitüleri ise; Dicle/Diyarbakır, Erciş/Van, Hasanoğlan/Ankara, İvriz/Konya, Ortaklar/Aydın, Pamukpınar/Sivas, Pulur/Erzurum.”

Mustafa Öğretmen son dergide Köy Enstitülerinde okutu¬lan derslerin konularını ve amaçlarını da anlatmıştı. Oldukça etkileyici olan bu bölümde şöyle diyordu:

 “Köy Enstitüleri, tarıma elverişli arazisi olan köylerin ya¬kınlarında kuruldu. Amaçlarından biri de köylülere alternatif tarım tekniklerini öğretmekti. Arıcılık bilmeyen köylerde arıcılık, bağcılık olmayan köylerde bağcılık, malcılık olmayan köylerde malcılık, marangozluk olmayan köylerde marangozluk konularında uygulamalı öğretim yapmaktı. Köy Enstitülerinin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Bu saye¬de öğretmenler, görev için gittikleri köyde, köylülerle işbirliği yaparak okullarını kendileri yapıyor, eski köy binalarını onarıp okula dönüştürüyor, devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu. Ankara-Hasanoğlan Köy Enstitüsü 1941 yılında kurulurken; tiyatro salonu da dâhil tüm üniteleri ile, diğer Köy Enstitüsü öğrencileri tarafından inşa edilmiştir.

Köy Enstitülerinden mezun olan öğretmenlere, yetiştirildik¬leri branş ve gittikleri köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Bu alet ve edevat okulun demirbaşı, üretilen mahsul ise öğretmene ait oluyordu. Bu alet ve edevat ile hem yeni okul inşa ediliyor, okul binası varsa eksikleri onarılıyor, hem de köylülere modern tarım teknikleri tanıtılıyordu.

Öğretmenler, köylülere bu uygulamaları yaptırırken, bir taraftan da okuma yazma öğretiyor ve hatta müzik aleti çalmayı dahi öğretiyorlardı. Halkla bu denli yakın ve iç içe olmayı hem yasalar emrediyordu, hem de öğretmenlerin yetişme tarzı bunu gerektiriyordu. Okul saatlerinde öğrenciler ile ilgileniyor, okul saatlerinin dışında ise köylünün okuma yazma öğrenmesi ve üretimini daha bilinçli yapması için uğraş veriyorlardı.

Bu bakımlardan Köy Enstitüleri uygulamalı öğrenim konu¬sunda dünyada benzeri görülmemiş bir eğitim örneği oluştur¬muş ve dünyanın dikkatini üzerinde toplamıştır.”

Mustafa öğretmenin bu cümlelerle bitirdiği makalesinde, baştan beri anlatmış olduğu altı aylık kurslar ve Köy Enstitüle¬rinin eğitim süreci hem genç Türkiye Cumhuriyeti’nin aydın¬lanmasında büyük rol oynamış, hem birçok gencin hayatında aydınlık ufuklar açmış, hem de Cemo’yu potasında yoğurarak, “Köy Enstitüsü” özelliklerine sahip Cemal öğretmen yapmıştı.

MEKTUP

Ertesi gün yola koyuldu bütün köylü. Ellerinde kazma kürek… Cezo Gardaş’ın gömdüğü hazineyi bulmak için! Civar köylerden de meraklı ve hazine olduğuna inanan bazı kişiler, pay almak için toplanıyordu. Hazine söylentisinin yalan olduğunu bilen çoğunluk da sırf gezi olsun diye gidiyorlardı. Havanın güneşli olması, kalabalığın artmasına neden olmuş-tu. Cezo Gardaş’ı donduran havadan eser yoktu. Güneşli kış gününde, gacur gucur adımlarla Cilligöl’e ulaşıldı. Vardılar Cezo Gardaş’ın kulübesine. Torbası, kulübenin yanında, düş¬tüğü yerde duruyordu. Değneği hemen torbasının dibindeydi. Önce torbanın içine baktılar. Ekmek, peynir ve bir kaç kuruş bozuk paradan başka hiçbir şey yoktu. Sonra sıra kulübeye geldi. Çerçöpten ve çaput parçalarından oluşan kulübeyi söküp kaldırdılar. Kazmaya başladılar kulübenin oturduğu alanı. Kaz¬manın sivri ucuyla vurdu kazmacı. Bir, iki, üç,.., beş… derken kazmanın ucuna bir şey takıldı. “Ahha!” dedi kazmacı adam. “Vallaha buldum!” diye bağırdı. Heyecanlandı, gözleri irileşti. Kazmayı tekrar vurmadan etrafa şöyle bir bakındı. “Payın çoğu benimdir,” der gibi… Tekrar başladı kazmaya… İlk darbede kazmanın ucuna takılan cisim çıkmaya başladı. Önce bir köşesi gözüktü… Gümüş veya mücevher gibi bir şeydi! Kaz¬macı tüh dedi avucunun içine… Dikkatlice sapladı kazmanın ucunu toprağa. Sonra, ileri geri hareketle, taa metal kutunun altına kadar soktu kazmanın sivri ucunu. Daha sonra sapını kaldıraç gibi büktü kazmanın. Umutla gözlenen potansiyel hazine gözükmeye başladı. O anda, “Ben dememiş miydim?” gibi, umutları artırıcı sesler duyuldu etraftan. Bu bir kutuydu. “Hazine bu kutunun içinde olsa gerek,” diye düşündü kazmacı. Eğildi ve zarar vermemek için itinalı bir şekilde eliyle kutunun etrafındaki toprağı iyice genişletti. İki eliyle tutup çıkardı. İki kiloluk, dikdörtgen şeklinde teneke bir kutuydu. Üstündeki toz toprağı, çal çamuru iyice temizlediler yardımlaşa. Kutunun üzerinde “Bozkurt Tahin Helvası/ İSTANBUL” diye yazıyordu. Önce herkes şok oldu. Sonra sesler yükselmeye başladı. “Altın¬lar bu kutunun içinde olmalı!” Herkesin gözünün önünde 20 x 20 x 25cm ebadındaki iki kiloluk helva kutusunun kapağı açıldı. İçi çakıl taşları doluydu. Altına, mücevhere, paraya, pula benzeyen bir şey yoktu. Çakıl taşları boşaltıldı ve altından bir zarf çıktı. Bu sefer, kendini hazine avcısı olarak lanse eden çokbilmişin biri bağırdı. “O zarfın içinde kesinlikle hazinenin haritası var!” Heyecan doruğa çıktı. Zarfı çıkarıp kalabalığın gerilerinde duran Cemal öğretmene uzattılar. Zarfın üzerin¬deki yazıyı tanıdı Cemal öğretmen. Cezo Gardaş’ın el yazısı idi. Ama, ilkokul ikinci sınıftan beri onun yazı yazdığını hiç görmemişti. Hiç kimse de böyle bir şeye tanık olmamıştı. Her¬kese sürpriz oldu, Cemal öğretmene de… Büyük bir şaşkınlık ve heyecanla mektubu açtı Cemal öğretmen.

Yüksek sesle okumaya başladı. Mektupta şunlar yazıyordu.

“Öldüm değil mi? Gömdünüz beni… Dönerken iyi insandı rahmetli dediniz değil mi? Tıpkı ölen herkese dediğiniz gibi… Yani lafın gelişi… Aslında, ‘O bir dilenciydi’ diye düşündünüz.

Beni dilenmeye sizin mecbur ettiğiniz hiç aklınıza gelmedi değil mi? Verdiğiniz bir lokma ekmeğe de göz koydunuz. Bu kulübede servetim olduğunu sandınız. Şimdi kulübem sizin olsun. Servet yerine işte bu mektubu bırakıyorum. Okuyun da ne kadar yanıldığınızı anlayın. Cezo Gardaş, yığdığı pa¬raları bu kulübenin altında saklıyor sandınız. Cezo Gardaş, dilendiği yiyeceklerden bir karın tokluğunu yedikten sonra kalanını kokutup döküyor sandınız. Topladığım yiyecekleri kurtla, kuşla paylaşabileceğim hiç aklınıza gelmedi değil mi? Topladığım paraları yoksullara dağıttığımı hiç düşünmediniz değil mi? Benim de yardımsever olabileceğime hiç ihtimal vermediniz değil mi? O bir dilencidir dediniz. Önyargılı dav¬randınız… Şimdi dökülün yollara ve anlatın… Cezo Gardaş’ı anlatın… Çok yanılmışız diye anlatın. Toplum olarak heba ettiğiniz, Cezo Gardaş’a ait koskoca bir hayatı anlatın. O da yardımsevermiş diye anlatın... Hayvan severmiş diye anlatın... Çevreye zarar vermedi diye anlatın… Çevreyi kirletmedi diye anlatın… Kalp kırmadı, karıncayı dahi incitmedi diye anlatın… Hayatı ve insanları çok sevdi diye anlatın… Cezo Gardaş’ı hor gördüğünüzü anlatın. Önyargılı olduğunuzu anlatın. Elbet bir gün anlarsınız; önyargıyı yıkmanın atomu parçalamaktan zor olduğunu!...”

DERNEK…

Cemal öğretmen, mektubu okuduktan sonra kalabalık da¬ğıldı. Herkes gibi o da evinin yolunu tuttu. Boğaziçi Ekspresi ile Kars’tan İstanbul’a hareket etti. Cezo Gardaş’ın mektubundan çok etkilenmiş olmalı ki, İstanbul’a gelir gelmez bir dernek kurmak için hazırlıklara başladı. “Düşkünleri Koruma Der¬neği…” Bu dernek düşkünleri korumak, kollamak, kol kanat germek ve dilenmelerine gerek kalmadan onların geçimini sağlamak amaçlıydı. Aslında sosyal devletin yapması gereken görevi, “Düşkünleri Koruma Derneği” yapacaktı. Hani, Cezo Gardaş vasiyet mektubunda yazmıştı ya; “Beni dilenmeye siz mecbur ettiniz.” Haklıydı diye düşündü Cemal öğretmen. Ken¬di yönetiminde kurmuş olduğu dernek, ülke çapında şubeler açmak suretiyle, bütün düşkünlere sıcak bir yuva ve yiyecek temin edecekti. Onlara sosyal güvence sağlayacaktı. Bu amaç doğrultusunda çalışmaya başladı. Çok kısa zamanda başarılı da oldu. Büyük ilgi gördü. Kısa zamanda yüzlerce üyesi oldu. Cemal öğretmen her tarafta toplantılar yaptı. Konferanslar verdi. Gönüllü yardımseverlerle el ele verip, düşkünlere kucak açmak için gece gündüz çalıştı ve büyük oranda amacına ulaştı.

Cezo Gardaş dernekte simge olmuştu. Derneğin kapısın¬dan içeri girildiğinde, Atatürk fotoğrafının tam karşısındaki duvarda ona ait bir afiş asılıydı. Resimli, şiirli bir afiş… 1974 yılında basılıp yurdun dört yanına dağıtılan o meşhur afiş… Resminin yanındaki tipo harflerle siyah beyaz basılmış kalın harfli “CEZO GARDAŞ” şiirinin bulunduğu çerçeveli afiş…

12 Eylül 1980 darbesi bir balyoz gibi indi ülkenin tepesi¬ne. Bütün dernekler gibi, “Düşkünleri Koruma Derneği” de didik didik arandı.

İlk suç unsuru olarak; “Cezo Gardaş” şiiri ve fotoğrafının yer aldığı afiş tutanaklara geçti. Sırf, “CEZO” adından dolayı… Kitaplıktaki bütün kitaplar toplatıldı. Fa¬turalar, dosyalar derken, el yazısı notlar bile incelendi. Cezo Gardaş’ın mektubu da bulundu Cemal öğretmenin çekmece¬sinde. Mektubun altında büyük harflerle “CEZO” yazıyordu. Kim olduğu bile araştırılmadan, ölü ya da sağ olduğuna ba¬kılmadan, “CEZO” isminden dolayı derneğin kapatılmasına ve faaliyetlerinin yasaklanmasına karar verildi. Yetkililer hakkında soruşturma açıldı. Şiirin, radyo ve televizyonlarda okunması, çalınıp söylenmesi yasaklandı.

Cezo Gardaş’ın el yazısı ile yazdığı vasiyet mektubunda dikkat çektiği “önyargı” kâbusu, bu defa başka bir şekilde devam ediyordu.

Cemal öğretmenin ilkokul öğrencilerine ezberlettiği, Cezo Gardaş’ın dahi ilkokul ikinci sınıftan beri hala unutmadığı, Albert Einstein’a ait önyargı ile ilgili özdeyiş, bir kez daha kanıtlanmıştı.

“Önyargıları yıkmak, atomu parçalamaktan daha zordur.”

CEZO GARDAŞ ROMANI

Zalimlerin mazlumlara zulmünü,

Cezo Gardaş Romanında görürsün.

Güçlülerin zayıflar hükmünü,

Cezo Gardaş Romanında görürsün

Barış kalkanını, savaş okunu,

Cezo Gardaş Romanında görürsün

Uygarlıkla, barbarlığın kodunu,

Cezo Gardaş Romanında görürsün

İlmin cehalete hükmedişini,

Cezo Gardaş Romanında görürsün.

İyiyle kötünün çelişkisini,

Cezo Gardaş Romanında görürsün

Uygarlıkla medeniyet farkını,

Cezo Gardaş Romanında görürsün

Garibanı ezenlerin çarkını,

Cezo Gardaş Romanında görürsün

Emekçiyi semirenin fendini,

Cezo Gardaş Romanında görürsün.

Seven ile sevmeyenin kalbini,

Cezo Gardaş Romanında görürsün.

Bütün insanlığı sizi ve bizi,

Cezo Gardaş Romanında görürsün

Tezi, anti tezi ve de sentezi,

Cezo Gardaş Romanında görürsün

SANATÇININ ESERLERİ:

1)         2008, Mart, DÜNDAR, Songül, “Şoför AĞA” (Hikâyeler), ISBN: 975-605-0068-00-9, Kitap Matbaası, Babıali Ca.No:14, Cağaloğlu/İstanbul, Tel: 0212 528 33 14 – 0212 527 79 82, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 224 s.

2)         2009, DÜNDAR, Songül, “ŞAVAŞLARIN KADINI ”  (Roman), ISBN: 978-605-4177-36-3, Kitap Matbaası, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 24O s.

3) 2009, DÜNDAR, Songül, “CEZO GARDAŞ ” (Roman), ISBN:978-605-127-595-6 Cinius Yayınları, Babıali Caddesi, No:14 Cağaloğlu/İstanbul, Tel: 0212 528 33 14-0212 527 79 82 Baskı vce Cilt: Cinius Soysal Matbaası, Çatal Çeşme Sokak Nu.1/1 Eminönü/İstanbul 240 s.

FAYDALANILAN KAYNAKLAR

1) 2008, Mart, DÜNDAR, Songül, “Şoför AĞA” (Hikâyeler), ISBN: 975-605-0068-00-9, Kitap Matbaası, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 224 s.

2) 2007, DÜNDAR, Songül, “ŞAVAŞLARIN KADINI ”  (Hikâyeler), ISBN: 975-605-0068-00-9, Kitap Matbaası, Cinius Yayınları, Çağdaş Türk Yazarları. 24O s.

3) 2009, DÜNDAR, Songül, “CEZO GARDAŞ ” (Roman), ISBN:978-605-127-595-6 Cinius Yayınları, Babıali Caddesi, No:14 Cağaloğlu/İstanbul, Tel: 0212 528 33 14-0212 527 79 82 Baskı vce Cilt: Cinius Soysal Matbaası, Çatal Çeşme Sokak Nu.1/1 Eminönü/İstanbul

 
Toplam blog
: 65
: 503
Kayıt tarihi
: 27.09.10
 
 

Abdullah (Çağrı) ELGÜN HAYATI HAKKINDA BİLGİLER Kayseri’de dünyaya geldi. Kayseri Atatürk İlkokul..