Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Nisan '15

 
Kategori
Yoga / Meditasyon
 

Sonra ne oldu?

Sonra ne oldu?
 

"Çalışırken ayaklarınızın üstünde duruyordunuz. İşten ayrıldıktan sonra ve kendinize yeni bir yön çizdikten sonra kollarınızın üstünde durmaya başladınız." Geçenlerde üye olduğum spor tesisinde kendi kendime yoga çalışırken birisinden duyduğum bir cümleydi bu... Güzel bir cümleydi. Hoşuma gitmişti. Bir an güldüm ve geçtim. Yoga asanalarıma devam ederken tekrar o cümleyi hatırlattı zihnim bana. Ve bu cümlenin aslında hayatımı anlattığını ve beni tanımladığını o an anladım. 
Hayatım boyunca hep ayaklarının üzerinde duran bir kişi oldum. Hep uslu, çalışkan, aklı selim sahibi, ayakları yere basan, temkinli, bir sonraki adımı düşünmeden adım atmayan... Belki de biraz sıkıcı bir kişi... Hani bir insanın tepkilerini az çok tahmin edersiniz ya. Öyle işte... Benim de hangi durumda ne tepki vereceğim belliydi. Hayatı çok ciddiye alırdım. Benden bir şey istensin, her şeyi bir kenara bırakır önce o işi hallederdim. Bana bir görev ve sorumluluk yükleyin, gerisini unutun. Oldu bilin o işi. Ne yapar ne eder o görevi yerine getirirdim. 
Vakit nakitti benim için. İşe vaktinden önce giderdim. Sadece işe mi? Arkadaşlarımla buluşacaksam, en erken giden kişi ben olurdum. Saat, benim için bir aksesuardan çok sürekli bakılması ve kontrol edilmesi gereken bir nesneydi. "İşe vaktinde yetişiyor muyum?" "Arkadaşlarımı bekletmek zorunda kalmayacağım değil mi?" Trafik sıkışsa ve ben işe bir iki dakika bile geç kalacak olsam mutlaka arayıp haber verirdim. 
Prensiplerim vardı. Sabah erken kalkıp spora gitmek gibi. Yaz tatilinde bile olsam, düzenli olarak sabah erken kalkıp en az bir saat yürüyüş yapardım. Spordan asla feragat etmezdim. Yorgun olsam bile yine de gider sporumu yapardım. Niye? Çünkü prensiplerim vardı. O gün bedenim istemese bile yoga dersi varsa mutlaka katılırdım. Tabii ki tüm bu spor, yoga ve diğer aktiviteler işkenceden başka bir şey olmazdı. Neden? Çünkü prensip sahibiydim. Günlük rutinimden asla vazgeçmezdim. "Şu saatte kalkılacak." "Şu saatte spor yapılacak." "Şu saatte kahvaltı edilecek" gibi. Size bir şey hatırlattı mı? Bir kamp gibi değil mi? Belki bunda küçükken anneannemin yanında çok vakit geçirmemin de payı vardı; kim bilir? Anneannem öğretmen olduğu için herşeyin vaktinde ve belli bir düzen içinde yapılmasını isterdi. Ben de çocukken onunla çok vakit geçirdiğim için tüm bu alışkanlıkları edinmiştim sanırım. Asla kötü bir alışkanlık değil ama bizi biraz "sıkıcı" ve "katı" yani "esnek olmayan" kişiler yapan kimi alışkanlıklar... Bir de çalışma hayatı ve görev bilinci yüklenince... Ayaklarının üzerinde duran, aklı selim sahibi, temkinli, nerede nasıl tepki vereceği belli bir kişi... 
Bu kişinin hiç mi çılgın anları olmuyordu? Tabii ki oluyordu. Ama kontrolü asla elinden bırakmazdı. Arkadaşlarıyla eğlenceye gittiğinde, birkaç kadeh içtiğinde bile hep kontrollü olurdu. 
Peki çılgın ile esnek kişi arasında ne gibi bir fark var? Çılgınlık, ruh haliyle alakalı. Hep çocuk kalabilmekle... Komik ve eğlenceli şeylere açık olmakla... Kafasında kırmızı "bonus kafa" perukla sokağa çıkabilmekle... Ama esnek olmak? Bir kalıba girmek yerine kalıpsız olmak ve duruma göre karar verip hareket edebilmekte... Esnek olmak, gerektiğinde geri adım atabilmekte... Esnek olmak, gerektiğinde eğilip bükülebilmekte... Kabullenebilmekte, boyun eğmekte, teslim olmakta... 
Çalışırken işte böyle biriydim ve spor tesisindeki o kişi beni çok güzel izlemiş ve tanımlamıştı. "Ayaklarınızın üstünde duruyordunuz." Evet, ayaklarımın üzerinde duruyordum. Yoga çalışmalarımda, ayaktaki asanalar benim için çok kolaydı. Köklenmek, ayakların üzerinde durmak ve ayakların üzerinde denge çalışmak... Ama ayaklarımın üzerinde durduğum için, yogadaki kol denge ve ters duruşlar gibi asanalar benim için imkansızdı. "Sirsasana" (baş duruşu) yapabilmek için üç ay çalışmıştım. "Prensiplerim vardı" ya... Her gün kalkmam gereken saatten biraz daha erken kalkıyor, baş duruşunu deniyordum. Beş nefes bekleyerek başlamıştım. Bu on nefese, yirmibeş nefese ve en son elli nefese kadar çıkmıştı. Yarım baş duruşuyla başlamıştım. 50 nefese çıktığımda bir de baktım ki, baş duruşuna kalkabiliyorum. Her gün "sirsasana" denememe ek olarak, en az 15 dakika meditasyon yapıyordum. Zihnimi de değiştirmeye çalışıyordum. Bedeni değiştirmek kolaydır. Bedenle bir süre çalıştıktan sonra, o istediğiniz kalıba girer. Kaslar ne yapması gerektiğini öğrenir, o asanada nasıl durmaları gerektiğini bilir ve bir de bakmışsınız siz istediğiniz asanayı artık yapıyorsunuz. Ama zihin öyle mi? Zihin, emek ister. Zihni değiştirmek zaman alır. Önce kabullenmesi gerekir. Yavaş yavaş kabullenir ve kabullendiğinde teslim olur. Teslim olduğunda herşey bitti, rahata erdik sanmayın hiç. Zihin teslim olduktan sonra bile, zaman zaman size zorlukları ve olumsuzlukları hatırlatarak sizi yolunuzdan etmeye çalışır. Kanmamak gerekir.
İşte ayaklarımın üzerinde durduğum için, "sirsasana", "adho mukha vrksasana" (kol duruşu), "pincha mayurasana" (önkol duruşu) "bakasana" (karga) ve diğer birçok kol denge ve ters duruş benim için çok zordu. Kol duruşu çok daha imkansızdı. Yarım kol duruşunu deniyordum kollarım güçlensin diye. Duvarda "L" şeklinde kollarımın üzerinde duruyordum. Kollarım yerde. Bir buçuk yıl sürdü ve ben bir adım ileri gidemedim. Ne zaman işten ayrıldım ve kendime bambaşka bir yol seçtim ve bu yeni yolla zihnimi de değiştirdim o zaman kollarımın üzerine yükselebildim. Yani o gün bana spor tesisindeki beyin dediği oldu. "Artık kollarının üzerinde duruyorsun." 
İşten ayrılıp yogayı kendime hayattaki yolum olarak seçtikten sonra ne oldu? Ayaklarımın üzerinde durmayı bıraktım. Gerektiğinde destek ve yardım istedim. Saatle yaşamaya gelince... Saatle bağlantım biraz koptu. Tabii ki bir buluşmaya geç kalmaktan bahsetmiyorum. Yine erkenden gidiyorum. Ama elimde olmayan sebeplerden dolayı gecikiyorsam, eskisi gibi kendime dert etmiyorum. Haber veriyorum ve sakinleşiyorum. Arabadaysam, sakin bir müzik dinleyip yolun keyfini çıkarmaya çalışıyorum. Eğer sakin kalmazsam ve stres yaparsam, trafikte daha çok takılacağımı ve herşeyin daha zor olacağını biliyorum. Ama keyif almaya başlarsam, herşeyin yoluna gireceğini de biliyorum. Akışa bırakırsam, herşey yolunda olacak.
Prensiplerime gelince... Artık yok gibi... Erken kalkıyorum kalkmasına ama kalkamazsam da sorun yok. Tabii ki derslerimi kaçırmadığım sürece... Bir sabah kalktığımda canım spora gitmek istemiyorsa, gitmiyorum. Kendimi yorgun hissediyorsam, çay demliyorum ve kitap okuyorum. Yaz tatilinde, uyanmak istemiyorsam uyuyorum. Canım yürüyüşe mi çıkmak istedi, çıkıyorum. Artık zoraki bir şey yapmak istemiyorum. Zorunlu olarak bir yere gitmek, zorunlu olarak birisiyle görüşmek, zorunlu olarak bir toplantıda bulunmak... Bunları azalttım ve çok iyi geldi. Ruhumu dinliyorum birazcık. Ona da fikrini söyleme hakkı tanıdım.
"Çalışırken ayaklarınızın üstünde duruyordunuz. İşten ayrıldıktan sonra ve kendinize yeni bir yön çizdikten sonra kollarınızın üstünde durmaya başladınız." Çok doğru bir tespit. Kollarımın üzerinde olmayı seviyorum. Özgür ve mutlu hissediyorum. Uçuyormuş gibi... Kollarımın üzerindeyken, zihnim yokmuş gibi hissediyorum. Bir boşluk. Bir anlık bile olsa, bomboşum. Boşlukta sürükleniyormuşum gibi... Neden sürekli kollarımın üzerine çıktığımı soruyorlar. O hissi bir kere daha yakalamak için... Boşluk hissini... Bir tüy gibi... Hafif... Boşlukta sürükleniyormuşum, uçuyormuşum...
 
 
Toplam blog
: 201
: 432
Kayıt tarihi
: 08.05.13
 
 

Uluslararası Yoga Alliance onaylı hatha, vinyasa, yin ve prenatal yoga eğitmeni... Hayata bambaşk..