Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Şubat '11

 
Kategori
Deneme
 

Soroya'yı taşlamak

Soroya'yı taşlamak
 

soroya


Sinema salonuna girerken reklam jeneriğinde salonu çınlatan “hayat sana güzel” sözünün beni işaretlediğini doğrulayacak bir film izleyeceğimi biliyordum. Çoğunluğun benim gibi sinemaya zaman ve para ayıracak kadar şanslı olmadığı gerçeğiyle, kocaman salonda tek başına film izleyecek olmanın buruk tadı sardı her yanımı… Hoş, özkıyımın bir anlamı da yok! Gişe rekorları kıran bir sürü film düşününce, bu durum insanların yakın gerçeklerine uzak kalma inadıyla da açıklanabilir tabii… 

Her neyse, gelelim benim filme… İran’ın gösterime girmemesi için defalarca Türkiye’yi aradığı “Soraya’yı Taşlamak “ filminin yönetmeni, İran kökenli bir Amerikan vatandaşı olan Cyrus Nowrasteh, sağlam ve politik duruşlara imza atacak gibi görünüyor. 2008’de yaşamını yitiren ve yine bir İranlı yazar olan Freidoune Sahebjam’ın gerçek olaylara dayanarak yazdığı The Stoning of Soraya adlı kitabından uyarlanmış olan bu filmi izleyince, tutunduğum dallardan biri, köklerine dair nefreti çok başarılı bir şekilde ürüne dönüştürmüş olmalaryıdı. İzlerken şaşırmadım, yazık ki; şaşırmak artık çocukluğum kadar uzak bana… Bir İran kasabasında yaşayan on üç yaşındaki Soraya, küçük suçlardan sabıkalı yirmi yaşındaki Ghorban Ali ile evlendirilir ve yirmi üç yıl süren evliliğinde, ikisi ölü doğum olmak üzere, tam yedi çocuk dünyaya getirir, ölü doğumların sebebini bulmak için kâhin olmak gerekmez elbette… Gün olur devran döner Ghorban Ali, Soraya’yı nafaka vermeden boşayabilmek için onu sadakatsizlikle suçlayabileceği bir senaryo hazırlar. Ali’nin yaratıcılığı ile sistemin acımasızlığı birleşince, ortaya nafaka almadan boşanmayı kabul etmeyen Soraya’nın recm edilmesiyle sonuçlanan binlerce trajediden biri daha yaşanır.(Sosyal paylaşım literatürüne göre buraya bir ağlayan yüz oturtmam gerekiyordu!) Olayın dini boyutuna dair yazmayı hiç istemiyorum, çünkü onunla işim insanın, özellikle erkek egosunun bir maskesi olduğunun farkına vardığım zaman bitmişti. Yaşanmışlığa dayanan filmde; bir kadının, görünürde kocasını, dipte ise otoriteyi reddetmesi recmin gerekçesi olarak gösteriliyor. Kendi kirini örtme çabasıyla Soraya’nın eşinin ilkel isteklerine taraf olan din adamının misyonu, izlerken olduğu gibi yazarken de içimi kemiren fare oldu. Soraya, başına geleceklerin hüznünü severek taşıyor filmde, öyle ki Nietzsche’nin “ben sevinçlerim kadar acılarımı da aynı güçle taşırım” sözünü okumuş, içselleştirmiş sanırsınız. Eşinin kendisinden genç bir kızla evlenmek istemesinden çok, iki küçük kız çocuğuyla paylaşmak zorunda kalacağı yoksulluğu dert ediyor kendine. Zaten sürekli dayak yediği kocasıyla görülecek bir hesabı kalmamış. Filmdeki diğer çarpıcı gerçek, iki erkek çocuğunun, babalarının birer minyatürü gibi davranmaları, anneyi reddetmeleri… Freud id’in adını koymasa bu durumu nasıl açıklardım bilmiyorum! Sezai Karakoç’un bir şiirinde; “Sen geldin deli köşemde durdun. Merhametin ta kendisiydi gözlerin…” dediği gözler de vardı filmde. Soraya’nın teyzesinin gözleri… Onu kurtarmak için çabaladı, ama yüreğindeki sevgi insanın en ilkel ve en direngen yanına ulaşamadı ne yazık ki. Onu belki de tek dikkate alan; umutsuz eski bir aşkın diğer kahramanı olan köyün muhtarı oldu, ama onun da gücü şeriatın demir parmaklarını gevşetmeye yetmedi. Ve son sahne!!! Soraya taşlanmak için kuyuya gömüldüğünde, başlıkta yer alan cümle geldi aklıma. Derken ilk taşı babasına verdiler; bir çığlık koptu içimde. Mevcut zihniyetle düşünmek için beynimi iptal etsem bile baba, yine de Soraya’dan daha masum olamazdı. İkinci taş çocukların eline verildi; büyük olanın taşı atma kararlılığı küçüğe model oldu ve taşlar anneyi kanattı… İşte bu noktada, “Hayır, sizler Soraya’dan daha masum olamazsınız!” diye bağırmak çok kolay olmadı, bunun yerine sol yanıma bir ağırlık çöktü… Çok kolay olmadı Soraya’nın ölümü, acı içinde uzun zaman kıvrandı. Buraya kadar izlediklerim kanımı öyle dondurmuştu ki ölüm anı bir güneş gibi çöktü hem Soraya’nın hem benim üstüme… En son annelerinin parçalanmış başına bakarken ağlayan iki erkek çocuğu ilişti gözlerime, benim için film burada bitmişti… Bu yüzden son karede teselli gibi sunulan kocanın suya düşen evlilik planı hiç gözüme görünmedi… İsa’nın “ilk taşı ondan daha günahsız olanınız atsın” sözü asırlar geçmesine rağmen bir yazıya konabilecek en uygun başlık gibi algılanıyorsa eğer, ne demeli?… Daha da kanatanı, bu yazıyı yazdığım günlerde zina davasıyla 2006’dan bu yana hapiste bulunan Sakine Aştiyani’nin aldığı recm cezasının uygulanacağı haberinin tazeliğiydi. Genetikbilimciler!!! Revize edilmiş yürekler klonlayabiliyor muydunuz acaba, biz de kalmadı da!… 

 
Toplam blog
: 4
: 673
Kayıt tarihi
: 13.02.11
 
 

Gazi Ünüversitesi Çocuk Gelişimi mezunuyum. 18 yıldır eğitim sektörünün farklı düzeylerinde çalışıyo..