Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ocak '08

 
Kategori
İlişkiler
 

Sözcükler kadar insan tanıdım; yazık, çoğu Türkçe değildi

Sözcükler kadar insan tanıdım; yazık, çoğu Türkçe değildi
 

İşim gereği öğrencilerin, velilerin isimlerini öğrenmek (ezberlemek) zorundayım; çünkü iletişimin altın kuralıdır insanlara ismiyle hitap etmek. Nedense ben tanıdığım insanları sadece isimleriyle şifrelemiyorum hafızama. Hepsine başka bir isim takıyorum. Bu isimler Ahmet, Ayşe, Selim gibi özel isimler değil. Bunlar aşk, hüzün, keder, şiir, roman, tiyatro gibi isimler olabildiği gibi elektrik, kül tablası, pencere gibi isimler de olabiliyor. Hani bazı nesneleri kişileri, kokularla renklerle hatırlarız ya bendeki de öyle bir şey...

Uyumadan önce sözlük ve ansiklopedi karıştırırım, o sözcükler, fotoğraflar bana ninni gibi gelir; bazen kendimi sözlüğün içindeki bir sözcük gibi hissederim, diğer sözcükleri kıskanırım. Bazılarının birçok yan anlamı vardır, birçok deyim, ikileme, atasözünün içinde yer alır; oysa bazı sözcüklerin birkaç anlamı vardır: Yapraksız, meyvesiz, uzun bir kavak ağacı gibi. Bazıları ise rengarenk yapraklara, meyvelere sahiptir; dallarının üstünde bir kuş orkestrası konser verir, kelebeklerin renkleri sizi bir müzenin tablolarına götürür. Kıskanırım böyle sözcükleri.

Belki de çevremdeki insanları isimlerinin dışındaki sözcüklerle şifreleme çabam bu ruh halimden kaynaklanıyor. Hiç duymadığım bir sözcükle karşılaştığımda yaşadığım heyecanı tanıştığım her yeni insanda yaşarım. "Acaba bu sözcük sözlükte ne kadar yer kaplamış; onun renkleri, kokuları, meyveleri nelerdir? " sorusunun cevabını alıncaya kadar sürer bu merak duygusu. Bazen çabucak sönüverir, bazen onun anlamlarını bulmak için başka sözlükler başka ansiklopediler karıştırırm. Neticede her sözcüğün bir ömrü vardır; o heyecan yerini alışkanlığa bırakır, sözcük dağarcığımızdaki yerini alır ve yeri geldiğinde kullanılacak uygun bir cümleler bekler.

Çoğumuzun sıkı dostları vardır, bunları çok kullanırız: yani, demek ki, ben demiştim, acaba, belki, eylem, ne bileyim, aman, boş ver, hım, hı hı, evet, pekala...Bunlar şanslıdır; ama zamanında bizi çok heyecanlandıran sözcükler hafızamızın alt çekmecelerinde kullanılmayı bekler. Arkadaşlarımız gibi...

Bazen bir sözcükle karşılaşırız, ona aşık oluruz, onunla yatar kalkar, onu söyleriz, dilimizden düşürmeyiz. Onu türkülerde, şarkılarda , bulmacalarda görünce kalbimiz küt küt atar, hiç sevmediğimiz birinin ağzında bile güzel görünür bize. İdolümüz olur; onun yer aldığı deyimleri, atasözlerini kullanırız. Sanki sözlükte sadece o vardır. O sözcüğün harfleri bile bize bilmem kaç karatlık elmas gibi gelir. Sanki o sözcüğü sadece kuyumcular kullanmalıdır.

Nasıl bir anne baba için çocuklarının ağzından çıkan "agu" dünyanın en güzel sözcüğüyse bizim için de öyledir. Öylesine büyük kıymetler yükleriz elmasımıza; kendimizi Karun kadar zengin, Hurşid'ine kavuşmuş Cemşid kadar mesut hissederiz.

Ama her şeyin sahtesi olduğu gibi elmasların da vardır. İşte o zaman yıkılırız. Elmasın sahtesini atarsınız, kurtulursunuz. Ya sözcüğün sahtesi? Bir sözcüğü ezberlemek kolaydır, ama unutmak zordur. Size başımdan geçen bir olay anlatacağım, gerçi benimki biraz farklı.

Her gece yatmadan önce sözlük karıştırdığımı söylemiştim. Böyle bir gecenin sabahında kendimi kimsenin bilmediği bir dili konuşurken buldum. Anlatmak istediim hiçbir şeyin Türkçesini bilmiyordum. Üstelik Türkçeyi de unutmuştum, yani dilsiz kalmıştım. O zamanlar büyük bir aşk yaşıyordum, sevgilime her gün uzun mektuplar, aşk şiirleri yazıyordum. Bırakın aşk şiiri yazmayı ona "Seni seviyorum." bile diyemiyordum. Çaresizdim, gitmediğimiz doktor, büyücü, hoca kalmadı. Rüyamda bir çocuk gördüm, bu çocuk benim küçüklüğümdü, bana hiçbir şey söylemeden elimden tuttu beni şehrin kenar mahallelerinden birinde bir gecekonduya götürdü. Bu evin ilginç bir kapısı vardı. Bu sırada uyandım.

Ertesi gün giyindim, benim beni götürdüğüm eve gittim. O kapıyı gördüm. Eğri büğrü, acemice yontulmuş tahtalardan yapılmış yeşil bir kapıydı. Kapının üstünde gözlerinizi dayayıp içeriye bakabileceğiniz onlarca delik vardı. Sanki bir gözlükçüde gözlük dener gibi gözlerime uyan delikleri buldum, gözlerimi dayadım. İçeriden gözlerimi kör edecek parlaklıkta bir ışık geliyordu. Bu ışık sanki beni uyuşturmuş, beynimde donup kalmış sözcüklerin buzunu çözüyordu. İçeriden anlamadığım bir dilden ses işittim; anlamadım, ama önsezilerime dayanarak gözlerimi iyice yapıştırdım. Gözbebeklerimin içeriye düştüğünü hissettim. İçerideki sesin kurduğu cümleyi yine önsezilerime dayanarak çözdüm:"Gözünü teslim etmeyen ruhunu teslim etmez." Kapı açıldı, gözlerim görmüyordu, ama karşımda bir ayna olduğunu hissediyordum, çırılçıplak soyundum, aynaya baktım, gözlerim hariç her yerimi görebiliyordum. İçeriden başka bir komut geldi. İçeriye girdim. İçerideki adam bana: "Unut, bildiğin bütün sözcükleri unut." dedi. Hafızamdaki sözcükler teker teker ortaya çıkıyor, sonra onları unutuyordum. Sonra bana:"Hatırla, hatırla!" dedi. Bir kişi olarak girdiğim bu evden iki kişi olarak çıkmıştım.

Bu deneyimimden sonra tanıdığım insanların çoğunun Türkçe olmadığın anladım. Şimdi belki de bu yüzden tek yapraklık bir sözlükle geziyorum.


 
Toplam blog
: 114
: 1620
Kayıt tarihi
: 01.08.07
 
 

1964'te Ankara'da doğdum. Meslek lisesinin elektrik bölümünü bitirip fabrikada ve şantiyede çalıştım..