Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Ocak '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Split'te sekiz saat

Split'te sekiz saat
 

Ne kadar sıcak bir temmuz akşamıydı öyle. Sahildeki geniş ve palmiyeli caddede yürürken, Kordon'u anımsatan bu şehrin güzelliği, uzun süre sonra içilen bir sigaranın ilk nefesinin bir anlık baş döndürücülüğü gibi sarstı beni o anda. Duraksadım. Sonra herhangi bir yöne doğru yürümeye karar verdim. Mermer taşların üstünde adımlar çoğaldıkça, yokuşa konuşlu bir meydanda on metrelik bir heykelin önünde bulduğumda kendimi, saat ya altı buçuk ya da yedi olmalıydı. Hava kararmamıştı henüz. Bu etrafı korumasız, meydandan peristile çıkan dar bir yol üzerindeki heykelin ayağına dokunarak dilek tutmanın hoş bir adet olageldiğini söyledi Selvedina. Onu dinledim, bir dilek dilemeden geçemezdim sanırım. Her zaman tuttuğum aynı dilekti bu. Heykelin önünden giden dar yolu takip etmeye başladım sonra.

Sağlı sollu hediyelik eşya dükkanları, yol ve az sonra karşılaştığım katedralin avlusu, enteresan bir gecenin ipuçlarını vermişti zaten. O anda o olağanüstü peristilin fotoğrafını yavaş yavaş çekerken, makinenin zayıflayan pili tamamen bitmeden önce kadrajda ben de bulunmak istedim ve yakındaki birinden çekmesini rica ettim. Avludaki merdivenlere arkamı dönüp, gülümsemekle nötr bir ciddiyet arasında kararsız kalmış bir ifadeyi andıran mimiklerle poz vermiş bekliyorken, iki kız, birdenbire iki koluma girince, bu ciddiyetsizlikten bir an için sıkılmış ifademi fark ederek kahkahalarını iki üç seviye düşürerek, tebessüme dönüştürdüler.

Konuşmaya başladık, beni güldürmeyi başardıklarına sevindiler ama, bu pozu sakın kaçırma dediler son derece sevimli bir kendini beğenmişlikle. Benim onları beğenmişliğimin yanında fazla sıkıcı sayılmazdı kendini beğenmişlikleri. Ancak, o fotoğraf çekilemedi ve sanki görevleri o muhteşem peristilde bir fotoğrafımın olmasını engellemek üzere yollanmış bu Hırvat kızları, yüzlerini buruşturarak gittiler benim için üzüldüklerini olanca belirtmeye çalışan ifadelerle. Fotoğraf faslı da böylece kapandı. Ama açıkçası, bütün günü liman bölgesinde geçirince, şehrin kendimce notunu vermiş ve hatlarını çizmiş olmanın durgunluğuyla dolaşırken birden karşıma çıkıveren bu sarayı görünce, asıl şehrin burası olduğunu anladım geç de olsa.

Roma İmparatoru Diocletian’ın kendine yazlık gibi yaptırdığı bu saray, Split’e sadece adını değil, tüm benliğini vermiş büyüleyici bir yapıydı. Tıpkı oğlu Konstantin’in şehr-i İstanbul’a adını verdiği gibi. İşte o sarayın içindeki katedralin peristilinde, hep karşıma çıkmasını beklediğim kadar güzel, küçücük dar bir mermer sokakla karşılaştım hiç beklemediğim bir anda. Ozujskoların ve karlovackoların su gibi aktığı, gothic dönemden kalma mimarinin her köşesinin cafe ya da bara dönüştüğü bir gizli bahçe.

Böylesi bir tarihi barındıran ambiansın, günlük yaşamla iç içe kullanıldığı ve herkesin neşeli bir durgunlukla, arada kahkahalarla söyleştiği bu sokağın sesi dışarıdan hiç duyulmuyordu. Zenica’lı Selvedina’nın da çok iyi bilmediği bu şehirde rastgele adımlar atarak tesadüfi keşifler yapmanın sonucu, böylesi şaşkınlıklar silsilesiyle tanışmak olmuştu.

Rastgele ufacık bir masaya oturdum hemen. Üç sandalyeli bu masada otururken izlediğim sevgililerin hararetli konuşmaları sokaktan bu küçük barlarla dolu gizli avluya her girene bir bakış atmak için arada kesiliyor, sonra kaldığı yerden devam ediyordu. Sonra garsonla konuşan iki kızı fark ettim. Ve garsonun benim oturduğum masaya bakmasıyla beraber, bu iki kızın bana doğru yürüyüp sıcak bir gülümsemeyle sorgusuz yanıma oturmaları bir oldu. Evet, başka oturacak yer yoktu. Sarajevo’da çok kalabalık bir barda aynı şey bir kez daha başıma gelmişti ancak bu bir kez de Split’te tekrarlanınca, bir Türk gencinin hemen kavrayamayacağı olağan bir durumla karşı karşıya olduğumu farkettim ansızın.

Sarajevo’daki Boşnak kızlar, masadan kalkana kadar hiç konuşmamışlardı küçücük masada ama bu Hırvat arkadaşların sessiz kalmaya pek niyeti yok gibiydi. Neden yalnız olduğumu sordular önce Hırvatça, Türk olduğumu anlamamış gibi yaparak. Oysa garson onlara gerekli bilgiyi vermişti üçümüz de biliyorduk ki. Ama genel Hırvat yapısının aksine, bu onların ilgisini çekti. Ya da o an ben Zimbabweli de olsam, ilgilerini çekecek gibiydi.

Benim ilgimi çeken tek şeyse, ülkemdeki bütün güzel kadınların membaa noktası olan şehrim İzmir’in bile ortalamasının çok üzerinde bir güzel kadınlar popülasyonunun içine düşmüş bir Türk erkeği olarak, bu kızların aynı zamanda nasıl bu kadar sıcakkanlı ve tanışma heveslisi olduğuydu. Çünkü bizim coğrafyamızda güzellik demek, kendini ağırdan satmaktı her kıza en başından beri öğretilegelindiği üzere.

Sabah beni saray duvarlarının dışındaki riva’da kahvaltıya davet ettiler, adı Sandra olan kız feribotla Napoli’ye geçmeden önce, yapmayı planladıkları bir kahvaltıya. Mümkün olmadığını, sabah çok erken Zagreb’te olmam gerektiğini anlatırken, tercümanım Selvedina buldu beni nihayet. Ucuz Hırvat biralarından oluşan hesabı ödeyerek kalktım masadan.

Pahalı lavanta kokuları arasında Selvedina’yla yürürken, bana burada bir sevgiliyle gezmenin ne hoş olacağından bahsetti. 24 yaşında, çok hoş bir kızdı. Aynı fikirde olmamama rağmen, bir daha sevgilisiyle gelmesini, aslında Split’in Bosna’ya çok da uzak olmadığını söylemek için birkaç giriş cümlesinde bulunmuştum ki, atıldı hemen sevgilim yok diye.

2 ay sonra onu bir Türk askeriyle kaçıp Bosna nehri kıyısında bir eve saklanmış olarak bulduklarında, 3 yıllık bir nişanlısı olduğunu da öğrenecektim ama, o anda bu aklımdan bile geçmezdi doğal olarak. Daha sonra onunla saray duvarları içindeki bir başka heykelin bulunduğu meydana geçtiğimizde, artık kalacağı otele gidebileceğini, benim biriyle buluşmam gerektiğini söyleyerek vedalaştım. Sabah iş için limanda balık yediğimiz kırk yaşlarındaki Hırvat kardeşler, akşam beni gezdireceklerini söylemişlerdi çünkü.

Buluşunca ilk yaptıkları şey, beni çok lüks bir otelin alt katındaki bir striptiz kulübüne götürmek oldu. Böyle bir ülkeye gelen yalnız bir erkeğin mutlak surette yaşaması gereken bir deneyim olduğunu düşünmüş olacaklar ki, bütün rehberlik planlarını bu otel üzerinden kurmuşlardı. B planları olmayan bu Hırvat kardeşlere teşekkür ederek, onlardan da ayrıldım.

Yalnızlık beni önce çekiyor kendine, daha sonra da adriyatiğin en büyük Hırvat şehrinin büyüleyiciliğinin kucağına itiyordu. Ama zaman dolmuştu. Bu plansız ziyaret bitmişti. O gece yaşanan daha başka bir çok şeyi geride bırakarak, radyolarında artık Lili Marlen türküsü çalmayan Zagreb’e doğru yolculuktaydı şimdi aklım.

Tekrar gelene kadar, burada böylece kalmalıydı Split. Tek bir mermer taşı değişmeden peristilinin. O kocaman heykelinin ayağını tutarak dilediğim hayalimin gerçekleşmediğini de bilmelisin ama Split. Başkaca bir diyeceğim yok senin hakkında.

 
Toplam blog
: 2
: 1550
Kayıt tarihi
: 28.01.07
 
 

Bazen bu şehirde, nüfus sayımındaki sokakların sessizliği gibi, her köşe ve kaldırımda, yaşandığı an..