Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Mart '10

 
Kategori
Tarih
 

Stepan Stepanyan'ın anıları ya da Mutasarrıf Fâik Âli Bey tehcirde Kütahya'da neler yapmıştır?

Stepan Stepanyan'ın anıları ya da Mutasarrıf Fâik Âli Bey tehcirde Kütahya'da neler yapmıştır?
 

OSMANLI DEVLETİ (19.yüzyıl başı. Sanal ortamdan alınmıştır)


Ben tarihçi değilim. ''Keşke tarihçi olsaydım, neler neler yazardım'' diye bir kaygı içinde de değilim. Arkeolojiden sonra en zor çalışma alanlarından biri olması bakımından tarih konusunda çalışanların ciddiyetine de inanırım. Selçuklu ile Osmanlı'dan kalan belgelerin bölgemiz tarihi üzerindeki etkilerinin ne kadar önemli olduğu günden güne daha bir ortaya çıkmaktadır. İnsani bilimler içerisinde en ileri seviyede olduğumuz bir çalışma alanı olması bakımından, bu konularda bıkıp usanmadan çalışanları kutlamak gerekir.

Tarih adlı bilgi alanındaki olgular ile olayların toplumsal, kültürel boyutları hep ilgimi çekmiştir. Lisede fen bölümünde okumuş olsam bile, yetiştiğim çevrenin de etkileri ile olsa gerek; toplumun geçmiş adı verilen derin bir muamma ile yoğrulmuşluğunun değişik biçimlerde günümüze etki etmekte olduğunu bilirim. Bunun değişik yansımaları kişiliğimizde, yorumlamalarımızda, iç ve dış siyasette şöyle ya da böyle kendisini ortaya koyar.

Ne ki tarihçilerimizi özellikle olayların içinde geliştiği toplumsal, kültürel ve ekonomik olgulardan ve bazı yaşanmışlıklardan kopuk olarak bazı açıklama ve yorumlama denemelerine girdilerini görünce, kendi kendimi yemekte olduğumu belirtmek isterim. Benzer durumlar ne yazık ki yalnızca ''kuralcı hukuk anlayışı'' içinde yüzen bazı hukukçularımızda da var. Bu da toplumdan ne kadar kopuk yaşanıldığının bir başka yönü bence. Bu yüzden olsa gerek ne tarih bilgilerimiz yerli yerinde ne de hukuk konusundaki yarumlarımız birbirini tutmaktadır. İşin içine dil ve kavram kargaşaları ile kişilik sorunları ve siyasi emeller de girince hiç bir konuşmanın tadı kalmıyor. ''Kör döğüşü'' denilen durum bu olsa gerek.

Çok açıktır ki insani bilimler arasındaki bilgi alışverişi ile araştırma yöntemleri arasındaki yakınlıklardan uzaklaşıldığı için, birbirine yakın alanlar ile uğraşanlar birbirlerini anlamakta zorlanmaktadırlar. Bu açıdan özellikle MEB yanında YÖK ile birlikte tek tek üniversitelerimize büyük görevler düşmektedir. Unutulmamalıdır ki Batı fen bilimlerinde olduğu kadar insani bilimler ile hukuk alanında da çok ileri bir durumdadır.

İşte bu kapsamda son kırk yıldan bu yana iç ve dış siyasetimize bütün ağırlığı ile yüklenmekte olan OSMANLI ERMENİLERİ konusu bugünlerde ABD Kongresi'ndeki bir oylamaya da bağlı olarak yeniden, gündemimize oturdu. Kimilerinin ''Oysa ne kadar da rahat yaşayıp gidiyorduk. Yine hazırlıksız yakalandık!'' diye dolanıp durduğunu, bazılarına en olmadık sözleri sarfettiğini duyar gibi oluyorum. Eğer siz TARİH, KÜLTÜR, EDEBİYAT ile İNSANİ DEĞERLER'den koparsanız sonunuz hep dövünmek olur bu da biline.

Bunu şöyle ya da böyle ''BATILILAŞMA aşkına'' her şeyi mübah görmeye kalkışarak nice yanlışlar yapan OSMANLI yaşadı. TÜRKİYE CUMHURİYETİ de daha da artan bir iştiyak ile yine ol minval üzre nice açmazları yaşamaktadır ki akıllara sezadır, desem yeridir. Bu anlamda size adaşım Dr. Ömer ÇAKIR'ın 2007 yılında yayınlanmış olan ve yeni başlığı ile BİRLİKTE YAŞAMAK: FÂİK ÂLİ BEY ve KÜTAHYA ERMENİLERİ(*) adlı bir incelemesini az kısaltarak, bir ''takdim tehir'' yaparak ve ek bazı açıklamalar ile ''ibret-i âlem olsun'' diye, o yıllarda Kütahya'da olanları kamuoyuna sunmak istiyorum.

Bilenler bilir Fâik Âli Bey ya da Fâik Âli OZANSOY bugün bile dillerden düşmeyen:
''Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey,
Mehtaba dalıp yar ile sohbet ne güzel şey,
Dünyamızın üstünde bütün ruhlar uyurken,
Yıldızların altında ibadet ne güzel şey''
adlı şarkının güfte yazarıdır.
Fâik Âli Bey Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı çerçevesinde Doğu'da KAFKASYA Cephesi'nde ve Batı'da ÇANAKKALE Cephesi'nde işgalci düşmanlar tarafından kuşatılmış olduğu zor günlerde uygulamaya konulan 1 Haziran 1915 günü yayınlanan ''Sevk ve İskân Kanunu'' çıkartıldığında KÜTAHYA'da ''mutasarrıf'' (bugünkü Vali) olarak bulunmaktadır.

''Anadolu kan gölü gibiydi. Sultanın çifte vergisi, Rus-Fransız kışkırtmasıyla patlayan Zeytun, Sasun, Adana isyanları kanla bastırılmıştı. Rusların çizdiği Ermenistan haritası, Kürtler ve Ermenileri karşı karşıya getirmişti. Aşiretlerle, Ermeni çeteler savaştaydı. İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na sokan İttihat Terakki iktidarı, birkaç yıl önce padişaha karşı ortak direniş önerdiği Ermeni milliyetçilerden korkar olmuştu. 41 subayıyla İstanbul’a gelen General Liman von Sanders, orduyu fiilen yönetiyordu.

General Schellendorf kanalıyla doğudan gelen raporda, olası saldırıda Ermenilerin Ruslara yardım edeceği bildiriliyordu. 1915’in ilk günlerinde İttihatçı liderler gizli toplantıda buluştu. Sanders’in önerisi ışığında tehcir kararı alındı. Ermeniler kritik savaş bölgelerinden uzaklaştırılacaktı. İçişleri Bakanı Talat Paşa, Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın emriyle 9 Mayıs 1915’te tehciri gizlice başlattı. İçinde "Ermeni" sözcüğü geçmeyen karar, 18 gün sonra Meclis-i Vükela’da yasalaştı. Yüz binlerce Ermeni’nin, Suriye’deki Deyr üz-Zor’a ölümcül yürüyüşü başladı. Aralarında Süryaniler de vardı.

Süleyman Nazif, kardeşini önceden uyarmış: "Pasif de olsa bu olaya katılma, ailemizin şerefine dikkat et" demişti. Kütahya il meclisi toplantısında Faik Áli, sözü şehirdeki Ermenilere getirdi; üyelere görüşlerini sordu. Hepsi, zanaatkarların şehir ekonomisine katkısından övgüyle söz ediyordu. "Öyleyse meclis kararıyla takdirlerimizi sunalım" dedi. Önerisi onaylandı.

Birkaç ay sonra tehcir emri geldi. Çevre illerde Ermeniler mallarını yok pahasına satıyor, fırsatı değerlendirenler ihya oluyordu. Kararın uygulanmadığını gören İttihatçılar kapısına dayandığında, Faik Áli çekmecesinden meclis kararını çıkardı. İmzalarını gösterdi. "Dün devlete sadık, dürüst hemşeriler dediğiniz kişiler bugün vatan haini mi oldu" diye sordu. İldeki Ermeniler aleyhine somut kanıt gösterilemeyince devam etti :"Beyler, ya dün meclis kararını imzalarken ya da bugün suçsuzları itham ederken hükümete yalan beyanda bulunuyorsunuz. Bu suçtur!"

Sokakta yürürken arkasından "gavur mutasarrıf" diye bağırılsa da, üstü kapalı tehditlere hedef olsa da kararından dönmedi. Tehcir kervanından kaçan soluğu Kütahya’da alıyordu. Adapazarlı öğretmen Stepanyan çifti de bunlar arasındaydı. Stepan Stepanyan, Mutasarrıf Faik Áli’yi hayretle izledi, hafızasına kaydetti. 46 yıl sonra yazdı, tarihçi Arşak Alboyacıyan’a gönderdi. Metin, Alboyacıyan’ın 1961’de Beyrut’ta yayımlanan "Kütahya Ermenileri Anı Kitabı"na eklendi. "Faik Áli’yi anlatmak gecikmiş bir vicdan borcuydu" diyordu Stepanyan.'' (Serhat YEDİĞ - Ersin KALKAN : Osmanlı’nın sıradışı bürokratı Fâik Áli Ozansoy http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=6378058 )

1 Haziran 1915 günü yayınlanan Sevk ve İskân Kanunu adlı bu kanuna rağmen O'nun neler yapmış olduğunu Stepan STEPANYAN'ın anılarından bazı alıntılar ile kendisinin; o sırada Kütahya'da çekilen sıkıntılara da bağlı olarak ''insanlık'' ve ''adalet'' uğruna ne gibi değerlere önem verdiğini anlatmak için Kütahya Ermeni Murahhas Vekili Sahak Efendi’ye yazmış olduğu bir mektubu birlikte okuyalım:
''Fâik Âli Bey’in Kütahya Mutasarrıflığı Osmanlı Devleti’nin bugün de halâ üzerinde konuşulan Ermenilerle ilgili tehcir kararının uygulandığı bir zamana rastlar. Ancak, yerli ve yabancı kaynakların yanında hatıralarda da ittifakla dile getirildiği üzere Fâik Âli Bey bu sırada, idaresinde bulunduğu topraklardan Ermenilerin tehcirine izin vermez. Hatta bunun yanında Kütahya’ya Adapazarı ve civarından gelen Ermenilere çok önemli yardımlarda bulunur, onların gündelik yaşamlarını mümkün mertebe aynen sürdürmelerine yardımcı olacak imkânlar hazırlamaya çalışır.
Bu durum <ı>tehcir ve <ı>birlikte yaşama sanatı nın devamı bağlamında oldukça dikkat çeken bir husustur. Zira, aşağıda anlatacaklarımız, <ı>tebaa-i sâdıka'nın dış güçlerin tahrik ve tesirine oldukça açık bir atmosferde bulunduğu ve ciddi güven erozyonunun olduğu bir zamanda gerçekleşmiştir.

Gazeteci Ahmet Emin Yalman, hatıralarında bu konuda şunları yazar: <ı>Kütahya’ya gittiğim zaman tehcir zamanında orada mutasarrıf olan şâir<ı> Fâik Âli Bey’in tehcir emrini kâğıt üzerinde bıraktığını ve Kütahya Ermenilerinin tam bir huzur içinde yaşamaya devam edildiklerini gördüm.
Burada şunu söylemek gerekir ki, aslında tehcirin Kütahya’da uygulanmaması yalnızca bu şehre özgü bir durum değildir. Örneğin İstanbul, İzmir, Konya gibi illerin dışında Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun verdiği bilgiye göre Adana, Ankara, Karahisar-ı Sahip, Kayseri, Elazığ, Maraş ve Sivas’ta binlerce Ermeni yerlerinde kalmıştır. Bunlara Niğde mutasarrıflığında yerlerinde bırakılan Ermeniler de ilâve edilebilir.
Öte yandan <ı>Katolik ve Protestan Ermenilerin, <ı>devlet kademelerinde görev yapan Ermenilerin, <ı>ticaret ve benzeri işlerle uğraşanlar ile bazı <ı>özel şahısların da tehcire tâbi tutulmadığı anlaşılmaktadır. Bütün bunlara ilişkin arşiv bilgilerine dayanan etraflı malûmatı Davut Kılıç imzalı <ı>1915’te Sevk ve İskân Edilmeyen Ermeniler başlıklı makalede (**) okumak mümkündür.
Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın dile getirdiği tarihî gerçek o yıllarda Kütahya’da yaşamış Ermenilerin hatıralarına da aksetmiştir. Konu ile ilgili ilginç detayları Arşak Alboyacıyan’ın <ı>Kütahya Ermenileri Anı Kitabı’nda yer alan Stepan Stepanyan isimli bir Ermeninin hatıralarında okumak mümkündür. Söz konusu hatıratın ilgili bölümü Sarkis Seropyan tarafından Türkçe’ye çevrilerek <ı>Tarih ve Toplum dergisinde Kasım 1995'te yayımlanmıştır.
Bu hatırattan öğrendiğimize göre, Stepan Stepanyan Adapazarı’nda yaşayan ve orada özel okulu olan bir Ermeni'dir. Nisan 1915’te on üç kişilik bir kafile ile o da tehcire gönderilir. Ancak o sırada eşi ve birkaç tanıdığı Kütahya’da bulunmaktadır. Yol güzergâhındaki bir istasyondan ailesine telgraf çekerek onların da acele yola çıkmalarını ister. Bunun üzerine Bayan Stepenyan, telgrafı mutasarrıf Fâik Âli Bey’e takdim ederek durumu anlatır.


Bu noktada bir sancağın en üst düzeydeki yöneticisine bir vatandaşın çok rahatlıkla ulaşıp meramını anlatması pek göz ardı edilmemesi gereken bir husus olsa gerektir.
Bayan Stepanyan’ın eşine yazdığı cevabî mektuptaki bilgilere göre, Fâik Âli Bey, ona Kütahya’dan ayrılmamalarını söyler. <ı>Eşinize gelince, maalesef onu resmen geri getiremem, fakat ona kaçıp buraya gelmesini, sonrasını merak etmemesini yazınız der. Ayrıca kendisinin mutasarrıf olarak kaldığı sürece yerli ve göçmen Ermenilerin Kütahya’da kendilerini emniyette hissedebileceklerine dair bir kez daha güvence verir.


Stepan Stepanyan, birkaç gün sonra Kütahya’ya gelerek ailesine kavuşur. Yanlarına Stepan Stepanyan’ın özel okulunda öğretmenlik yapan Bayan Şuşanik Solakyan’ı da alarak mutasarrıfı ziyarete giderler. Bu ziyaret söz konusu hatıratta şöyle anlatılır: <ı>Ben, Bayan Stepanyan ve Bayan Şuşanik öğleye doğru dairesine gittik. Ermeni öğretmen hanımların geldiğini haber verdiklerinde, çalışma odasının kapısında hürmetle karşıladı bizi. Beni tanıştırıp birkaç saat önce geldiğimi söylediklerinde, ‘gelmeyi başardığınıza çok sevindim’ diyerek oturmamızı rica etti. Sigara ikram edip kahve ısmarladı.
Fâik Âli Bey, görüşmenin sonunda misafirlerini kapıya kadar geçirir ve onlara herhangi bir şekilde kendilerini rahatsız eden olursa kesinlikle çekinmemelerini ve makamında veya evinde kendisine ulaşabileceklerini söyler.

Hatıratta anlatıldığına göre, Fâik Âli Bey, <ı>o fırtınalı günlerde sadece Kütahya Ermenileri'ne değil çevre illerden Adapazarı, İzmit, Eskişehir ile Bursa’dan göçen Ermenilere de yardım eder. Özellikle göçmenler arasında bulunan zanaatkâr aileler, onun önerisiyle gönüllü olarak köy ve kentlere yerleştirilmişlerdir. Böylece bir taraftan onlara geçim kolaylığı sağlanmaya çalışılmış, diğer yandan da Kütahya’daki yığılmanın önüne geçilmiştir.

Stepan Stepanyan:
'' <ı>...ve daha bunlar hiçbir şey değil. Onun hakkında inanılmaz görünen anlatacaklarım var diyerek hatıralarına şöyle devam eder: <ı>Fâik Âli Bey’le ilgili anılarımdan en renklisini ve onun hür fikirleriyle ruh zenginliğini ortaya koyanı anlatayım.
<ı>O günlerde tek bir aileyi Kütahya’dan sürgüne gönderdi. Bu ailenin suçu da onun tüm ısrar ve tehtitlerine karşın İslâmlığı kabul etmekti.<ı> ''
Stepan Stepanyan’ın anlattığına göre olay şöyle gelişir:
1915 yılı sonuna doğru Fâik Âli Bey sekiz on günlüğüne İstanbul’a gider. Bu sırada polis müdürünün kendilerini tehcire göndermesinden çekinen on, on iki kişilik bir grup İslâmiyet’e geçerek bu yönde meydana gelecek bir gelişmenin önüne geçmek ister. Bunun için dinlerini değiştirmek istediklerini birer dilekçe ile meclis-i idareye iletirler. Bu arada Fâik Âli Bey İstanbul’dan döner ve duruma el kor. Öncelikle polis müdürünü başka bir yere gönderir. Ermenilere dilekçelerini yırtmalarını söyler. Ancak içlerinden biri inandığı için başvurusunda ısrar eder. Bunun üzerine Fâik Âli Bey ona şöyle der:
<ı>İslâmlığı kabul ettiğin taktirde, diğerlerine örnek olması için bir tek seni, ailenle birlikte Kütahya’dan süreceğim.
Fakat o şahıs, yine de düşüncesinde kararlı olduğunu ifade ederek resmî işlemlerini bitirip İslâmiyet’e geçer. Fâik Âli Bey ise sözünü yerine getirir ve onu ailesi ile birlikte Kütahya’dan gönderir. Stepan Stepanyan, bu ailenin akıbeti için şu bilgiyi verir:
<ı>Pek iyi hatırlamıyorum, ama o ya Şam, ya da Haleb’te kalmayı başarmıştı. Ateşkesten sonra ise sağ salim, ama yeniden Ermeni dinine dönmüş olarak geri gelmişti!
Stepan Stepanyan’ın anlattığı bir başka olay ise şöyledir:
''Çevre illerden Kütahya’ya gelen varlıklı Ermeniler <ı>hükümetin gözüne girip orada kalmayı garantilemek maksadıyla Hilâl-i Ahmer'e (Türk Kızılayı) bağışlamak üzere aralarında 500 altın toplarlar ve bu parayı vermek üzere Fâik Âli Bey’in huzuruna çıkarlar. Bağışın asıl maksadını anlayan Fâik Âli Bey, heyete bu parayı kabul etmeyeceğini söyler. Ancak onlar kararlarında ısrar ederek parayı bırakıp çıkarlar.''
Gerisini yine Stepan Stepanyan’dan dinleyelim:
<ı>Sanır mısınız ki, görevi olmasına karşın Fâik Âli Bey bu önemli meblağı mecburen Hilâl-i Ahmer’e teslim etti? Kesinlikle hayır. Aksine, tüm sorumluluğu yüklenerek şahsen Alayurt’a (Alayurt Tren İstasyonu) indi ve 500 liranın bir kısmını eliyle dağıttı yoksul (Ermeni) ailelere, kalanını da son kuruşuna kadar hemen orada bir mutfak kurdurup onlara sıcak yemek dağıtılmasına harcadı.
Stepan Stepanyan:
<ı>Evet, işte böyle… Okuyucularım şaşıracaklar belki ama böyle işte. Kesin hakikat bu yazdıklarım dedikten sonra, <ı>fakat sürdürelim diyerek Fâik Âli Bey’in Kütahya’daki Ermenilere yaptığı yardımları anlatmaya devam eder. Bu çerçevede Fâik Âli Bey’in Ermeni çocukların eğitimlerine devam etmesi için onlara özel okul açtırdığını öğreniyoruz.
Söz konusu hatıratta anlatıldığına göre, Fâik Âli Bey’in talimatıyla okullar derhal açılır. Ana sınıfı ile kız ve erkek okulları üç gün içinde dolar. Okula Kütahya’daki yerli Ermeniler kadar göçmenlerin çocukları da alınır. Fâik Âli Bey ayrıca, bir de Türk ana sınıfı açtırır ve müdürlüğüne de Bayan Stepanyan’ı atar. Onun yardımcılığına da üç Türk bir de Adapazarlı Ermeni öğretmen hanım verir.
Anlaşılacağı üzere Fâik Âli Bey, bir mülkî âmir olarak yüzyıllardır birlikte yaşanan bir hayatın devamlılığını en kritik bir zamanda sürdürmenin gayreti içinde olur. Bunu da bir savaş atmosferinin sıkıntılı günlerinde gerçekleştirir. Bu pek kolay bir iş olmasa gerektir.
Stepan Stepanyan hatıralarının sonuna doğru şöyle der: <ı>Savaş sonrası ona lâyık olduğu şekilde şükran borcumuzu ödememiz gerekiyordu. Bu borcu ödemek için geç kaldık.

Aslında Fâik Âli Bey’e teşekkür yolunda savaş sonrası Kütahya’da Ermeni cemaatinin bazı faaliyetlerde bulundukları görülmektedir. Zira, Fâik Âli Bey’in 9 Kanunusani 1919 tarihli <ı>Tasvir-i Efkârda <ı>Kütahya Ermeni murahhas vekili Sahak Efendi’ye hitaben yayımladığı bir mektuptan, Ermenilerin Kütahya Kilisesi bahçesinde Fâik Âli Bey için bir <ı>kitabe-i şükran vaz’ına karar verdiklerini öğreniyoruz.

Mektubun başında bundan dolayı duyduğu mutluluğu ve teşekkürlerini dile getiren Fâik Âli Bey, devamında Ermenilere önemli bir çağrıda bulunur. Bu noktada Fâik Âli Bey’in söyleyeceklerini bir açık mektupla ifade etmesi mesajın iletiminde tercih edilen vasıta bakımından önemlidir. Çünkü açık mektup, bir kişiye hitaben yazılmakla beraber aslında, dile getirilen düşüncelerin herkesle paylaşılması amacını güder. O bakımdan Fâik Âli Bey’in şu cümlelerini 1919 yılında Kütahya Ermeni Murahhas Vekili Sahak Efendi’nin şahsında tüm Ermenilere hitaben söylenmiş sözler olarak değerlendirmek mümkündür:
<ı>''…teşekkür ederken cümlenize bir şeyi de tahattur ettirmek, evet bu âcize karşı kendinizce lâzımü’l-ifa gördüğünüz vazifeden daha büyük bir vecibeniz olduğunu hatırlatmak isterim: Pek âlâ bilirsiniz ki sizi fecâyi’-zede-i vekayi olmaktan sıyanet etmeyi bir vazife-i resmîye ve insaniye telakki ederek çalıştığım zaman Kütahya’nın merkez ve mülhakatı ahali-i İslâmiyesi kâmilen benimle hemfikir ve hemhis bulunmuş ve hatta başka vilâyet ve livâlardan o seyl-i şuun önünde düşe kalka topraklarınıza sığınan bî-hadd ü hisap Ermeni ailelerine mihman-nüvazlık göstermişti. Yerli yabancı hepiniz malınızın, canınızın, ırzınızın masuniyet-i mutlaka içinde kaldığını gördünüz. İşte bunu hiç unutmamak en büyük vazifenizdir.


<ı>Hayır, unutmamak kifâyet etmez. Bütün o vakâyi ve fecayiin sun’ ve kast-ı milletten mütevellid değil, ancak bazı nemek-haram vatan haramilerin eser-i cinayeti olduğunu ve Türk vatandaşlarınızın o cerâimden müteberri ve müteâlî bulunduğunu cihan-ı medeniyyet ve insaniyyete en gür sesinizle ilân etmek de vecâib-i vicdaniyenizdendir. Evet Ermenilerin de Türkler kadar mağdur, Türklerin de Ermeniler kadar mağdur ve mazur olduğunu siz de bizimle beraber ilân ediniz.

<ı>Bu harb ve kıtâl-i umûmînin günah-ı vebâlini ona bâis olan eşhâs-ı madûdenin name-i âmal ve imalinden çıkararak bütün efrâd-ı insaniyetin defter-i efâline kayd ve mal etmekle hakîkatin ve hakkaniyetin ruhu pâmal edilmiş olacağı gibi esasen o bâdire-i umumiyenin bir cüzü ve birkaç veya birkaç yüz kişinin eser-i sunı olan o Ermeni vakasından da bir heyet-i ictimaiyenin milyonlarca efrâd-ı masumesi mesûl ve muâteb edilmek istenilirse, bundan da ve hepimizin bir iftikâr-ı azim ile taharri ve intizar ettiğimiz adl-i insanî ve samedanî müteessir ve rencide olur.

<ı>İşte bu hakikati siz de bizimle beraber iltizam ve ilân ederseniz adalete yalnız şahsen muhtaç ve talepkâr değil suret-i mutlakada taraftar ve perestar olduğunuzu da göstermekle bir kat daha isbat-ı istihkak ve liyâkat etmiş olursunuz.
<ı>Bâkî hissiyat-ı ihtiramkârânemin kabulüyle muhabbet-i kalbiyenizin devamını rica ederim.
<ı>Muhibb-i muhterem efendim.
<ı>Fâik Âli OZANSOY ''


İnsanlık ve Osmanlılık adına yetkileri dahilinde bu güzel işleri yapmış olan Fâik Âli OZANSOY kimdir?

''Fâik Âli, 22 Mart 1876 yılında Diyarbakır’da doğmuştur. Asıl adı Mehmed Fâik’tir. Babası, Diyarbakırlı Said Paşa olarak bilinen zattır.
Meşhur şâir ve yazarlarımızdan Süleyman Nazif, Fâik Âli’nin ağabeyidir. Dolayısıyla şâirin ailesinde edebiyatımızın iki tanınmış siması bulunmaktadır. Bu bağlamda, tabii olarak Fâik Âli Bey’in şiire olan hevesi çok küçük yaşta uyanır. İlk şiirleri Servet-i Fünûn mecmuasında yayımlanır. Şâir, ilk şiir kitabını Fâni Teselliler adıyla II. Meşrutiyet’in ilânından sonra neşreder.

Fâik Âli Bey, nazmının bütün özellikleri ile, eksiksiz bir Servet-i Fünûn şâiri olmakla beraber içinde yaşadığı toplumun yaşadıkları ile yakından ilgilenmiş ve Trablus, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı ile ilgili şiirler kaleme almıştır. Elhân-ı Vatan adlı ikinci şiir kitabında işte bu ilginin ürünleri bulunur. Fâik Âli Bey’in iki adet de tiyatro türünde eseri vardır. Bunlardan Payitahtın Kapısında (1918) adlı eseri Çanakkale Muharebeleri ile ilgilidir. Nedim ve Lale Devri (1950) isimli piyesi ise konusunu Şâir Nedim’in hayatından ve zamanından alır.

Fâik Âli’nin dikkat çeken bir başka eseri ise Şâir-i Azam’a Mektup isimli manzumesidir. Bu şiirde Fâik Âli Bey, Meclis-i Ayan’ın feshi üzerine Viyana’ya giden ve orada maddî sıkıntı çeken Abdülhak Hamid’i savunur ve ona olan hayranlığını bir kez daha dile getirir. Bir nevi açık manzum mektup hüviyetindeki eser, 1923’te bir kitapçık halinde yayımlanmıştır.
Fâik Âli Bey’in Türk edebiyatındaki yerine çok kısa da olsa işaret ettikten sonra konumuzla ilgili olarak idareci cephesi ve bu çerçevede yaptığı görevlerden de kısaca söz etmekte yarar görüyoruz.


Fâik Âli Bey, Mekteb-i Mülkiye’den 1901’de mezun olur. Mezuniyetini müteakip ilk olarak, Bursa vilâyeti maiyet memurluğunda göreve başlar. Bu sırada ağabeyi Süleyman Nazif, aynı vilâyette mektupçu olarak görev yapmaktadır.
Fâik Âli Bey daha sonra Sındırgı, Burhaniye, Pazarköy ve II. Meşrutiyet’te, Mudanya kazalarında kaymakamlık yapar. Ardından Midilli mutasarrıflığına tayin olur. Balkan Savaşları sırasında Kırşehir mutasarrıflığına nakledilirse de oraya gitmez.

Bilahare, Beyoğlu ardından Üsküdar mutasarrıflıklarında bulunur. Fâik Âli Bey’i 1915 yılında Kütahya mutasarrıfı olarak görüyoruz. Orada görev yaparken Gelibolu mutasarrıflığına tayin edilir; fakat Gelibolu’ya gitmemiştir. Bunun üzerine Dahiliye Nezareti heyet-i teftişiyesi başkitabetinde bir süre görev yaptıktan sonra tekrar Beyoğlu mutasarrıflığına atanır. Fâik Âli Bey, mütarekenin ilânından sonra ise Diyarbakır valiliğine tayin edilir. Ancak birkaç ay sonra bu görevinden istifa ederek İstanbul’a gelir.

İstanbul’da, Dahiliye Nezareti müsteşarlığına tayin edilirse de kısa bir süre sonra kabine değişip Dahiliye Nezareti’ne Ahmet Reşîd (Rey)’in gelmesi üzerine bu görevinden de ayrılır (Nisan 1920). Fâik Âli Bey, 1931 yılında Dahiliye müsteşarlığından emekliye ayrılarak memuriyet hayatını noktalar. Ömrünün bundan sonraki kısmında daha çok edebiyatla meşgul olan Fâik Âli Bey, 1 Ekim 1950’de Ankara’da vefat eder. Cenazesi, vasiyeti üzerine İstanbul’da Abdülhak Hamid’in mezarının yanına defnedilir.''
ALINTI yerleri :
(*) Dr. Ömer ÇAKIR : Hoşgörü Toplumunda Ermeniler, C.III, Erciyes Üniversitesi Yay., 1.Bsk., Ocak 2007, s. 475-487.

(**) Bu konudaki idari davranışların bazı yönleri için ayrıcard.Doç. Dr. Davut KILIÇ'ın ''1915'te Sevk ve İskan Edilmeyen Ermeniler'' başlıklı makalesi de okunabilir.

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..