Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Kasım '09

 
Kategori
Güncel
 

Stockholm Sendromu ve Alevilerin CHP’yle karşılıksız aşkı

Stockholm Sendromu ve Alevilerin CHP’yle karşılıksız aşkı
 

Patricia Hearst



Siyaset ve psikoloji literatürüne “Stockholm Sendromu” olarak geçen durum özetle şöyle tanımlanır: Rehinelerin, kendilerini rehin alanların duygularını anlama noktasına gelmeleri… Özellikle uzun bir süreye yayılan rehin alma durumlarda bazen rehineler kendisini rehin alan kişiye karşı empati geliştirip ona yardımcı, hatta suç ortağı olmaya başlar.


Sendroma adını veren olay Ağustos 1973’te İsveç’in Stockholm kentinde yaşanmıştır. Jan Erik Olsson adlı bir soyguncu Stockholm’de bir banka şubesine girip üç banka memuresini rehin alır. Polis, banka şubesine üç dakika sonra ulaşıp müdahale eder ancak içeriye giren ilk polis soyguncunun ateşiyle yaralanır; polis rehinelerin hayatını riske atmamak için geri çekilip soyguncuyla iletişime geçer. Jan Erik Olsson, rehineleri serbest bırakması karşılığında 3 milyon kron tutarında para ve kapının önüne bir araba getirilmesi şartını öne sürer. Ayrıca cezaevindeki bir arkadaşının da onun yanına getirilmesini ister. Polis, soyguncunun şartlarını kabul edip parayı, arkadaşını ve aracı getirir ancak bankanın etrafındaki kuşatmayı kaldırmaz. Olsson, içeriden İsveç Başbakanını ve bazı gazeteleri arayarak kuşatmanın kaldırılmasını ve rehineleri serbest bırakıp kaçıp gitmesine izin vermelerini ister. Bu arada rehineler de Başbakana soyguncunun isteklerinin kabul edilmesi için yalvarır. Ama Başbakan bunu kabul etmez.


Görüşmeler kilitlenir. Polis ve gazetecilerin yanı sıra halk da banka şubesinin etrafına yığılır. Radyolar ve televizyonlar her gelişmeyi anında aktarmaya başlar. Polis kuşatmayı daha sıkılaştırır. Bu arada halk polisin tutumunun uzlaşmaz olduğunu, bu tutumla rehinlerin hayatını tehlikeye attığını düşünüp polise kızmaya başlar. Sonuçta 6 günlük bir bekleyişten sonra polis şubenin tavanında bir delik açarak oradan içeriye uyuşturucu gaz püskürtür. Soyguncu ve arkadaşı silahını atıp teslim olur.


Asıl ilginç gelişmeler bundan sonra ortaya çıkar. Halk polisi agresif tutumu yüzünden suçlayıp soygunculara üzülür. Rehineler de aynı şekilde kendilerini rehin alan soyguncudan çok polise kızar. Geçen sürede soyguncularla rehineler arasında iyi bir diyalog kurulmuş ve duygudaşlık gelişmiştir. O kadar ki, yargılanma sürecinde rehineler soyguncuların aleyhine tanıklık yapmaz, hatta onların savunma masraflarının karşılanmasına yardımcı olur. Bu olaydan sonra bu ruh hali ‘Stockholm sendromu’ diye anılmaya başlar.

Benzer bir durum bundan bir yıl sonra ABD’de yaşanmıştır. Benim çocukluk yıllarıma denk gelen bu olayı hayal meyal hatırlıyorum. O zamanın gazetelerinde sıkça yer verilen bir haberdi. 1974 yılında yayımcılık devi William Randolph Hearst’ün torunu Patricia Hearst, “Symbionese Liberation Army” adlı bir örgüt tarafından kaçırılır. Patricia, gözü bağlı vaziyette aylarca bir dolapta tutulur, tecavüze uğrar. Ailesinden fidye istenir. Sadece fidye değil, mesela ABD’deki tüm yoksullara ücretsiz yemek dağıtılması, bildirilerinin Hearst’ün yayın organlarında yayımlanması gibi isteklerde bulunurlar. Bunların bir kısmı karşılanır. Bu arada örgüt medyaya rehine Patty’nin konuşmalarını içeren kasetler gönderir. Zamanla Patty’nin bu kasetlerdeki konuşmaları değişir. Kendisini kaçıran örgüte sempati duymaya, onun görüşlerini benimsemeye başladığı anlaşılır.


Bir süre sonra örgüt gazetelere bir fotoğraf gönderir. Rehine Patty Hearst, kendisini kaçıran Symbionese Liberation Army’nin bayrağının önünde elinde bir makineli tabancayla poz vermektedir. Tüm ABD kamuoyu şaşkına döner. Bununla da kalmaz, Patty örgütün faal bir üyesi haline gelip banka soygunu eylemine katılır. Sonuçta kaçırılmasından iki yıl sonra yakalanıp hapse atılır, üç yıl yattıktan sonra başkan Carter tarafından affedilip normal hayata döner.


Tıpkı Stockholm’deki banka soygununun kurbanı rehineler gibi, Patty Hearst’ün de kendisini kaçıranlara sempati geliştirmesi, hatta onların bir üyesi haline gelmesinin sebepleri merak konusu olmuş ve bu alanda çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Psikologlar, bu sendromun ana sebebinin insanın hayatta kalma içgüdüsü olduğunu belirtmektedirler. Dış dünyadan soyutlanıp kaderi tamamen kendisini kaçıranın insafına kalmış kurban, hayatta kalmak için tek çaresinin onunla yakınlık kurmak olduğunu hisseder, zamanla da bu duygu onunla özdeşleşme isteğine dönüşür. Kurban kendisini failin yerine koyarak olayın temelindeki ve rehin sürecindeki kötülüğü unutur, bunları görmezden gelip reddeder.


Onur Öymen’in şimdiden tarihe geçen 10 Kasım konuşmasından sonra Alevilerle CHP arasındaki ilişkiyi tanımlamakta Stockholm sendromuna sıkça atıf yapılmaya başladı. Alevilere yönelik bu imada gerçeklik pay var mı? Bana var gibi görünüyor. Sebepleri, tarihsel arka planı uzun uzun tartışılabilir ama ne yazık ki bugün görünen tablo bu… Tümü olmasa da Alevilerin önemli bir çoğunluğu, kendilerine en ufak bir faydası dokunmamış, üstelik Dersim katliamı gibi kıyımda sorumluluğu bulunan, üstelik bugün dahi bu kıyımın savunuculuğunu yapan bir partiyi kayıtsız şartsız desteklemeye devam ediyorlar. Bu desteğin sebebi sorulunca da alternatif yokluğundan, AKP gibi muhafazakâr partilerin ve Sünni kesimin dışlayıcılığından bahsediyorlar. Bu savların tümüyle yersiz olduğunu söylemek mümkün değil.


Gerçekten de AKP’nin öncülü olan partiler ile onların tabanındaki Sünni kitle Alevilerin sorunlarına duyarsız kaldı. Bu kesimler yeri geldikçe Aleviler hakkındaki iğrenç önyargıları refleksif biçimde tekrarlamaktan geri durmadı. Çok uzak olmayan tarihlerde yaşanan Sivas ve Gazi Mahallesi katliamlarında Sünni kesim ve dini tandanslı partiler Alevilerin acılarına hiç sahip çıkmadı. Buna ilaveten, derin devletin psikolojik savaş organları tarafından pompalanan “şeriat geliyor” propagandası Alevi kesimi üzerinde cidden etkili oldu. Geçen gün bir televizyon programında izlediğim bir Alevi derneği yöneticisi, bir yandan Cumhuriyet tarihinde Alevileri muhatap alıp onların sorunlarına eğilen ilk ve tek hükümetin AKP hükümeti olduğunu belirtirken öte yandan da hâlâ AKP’nin şeriatı getireceğinden korktuklarını söylüyordu. Anladığım kadarıyla şunu demek istiyordu: “CHP bizi eziyor ama hiç değilse yok etmiyor; AKP şeriatı getirebilir, şeriat gelirse bizi yok eder.”


Sanırım Alevilerin CHP’ye duydukları karşılıksız aşkın temelinde bu korku var. Yani aslında CHP’nin onları kendine çekecek hiçbir cazibesi yok ama Alevileri CHP’ye iten bir korku var. Bu tamamen yersiz olsa bile önemli olan işin bu yönü değil böyle bir korkunun var olmasıdır. AKP hükümetinin elinde Alevilerin bu korku ve endişelerini giderecek imkânlar mevcut. Eğer AKP Alevileri CHP’nin tahakkümünden kurtarmak istiyorsa bir an önce Alevi açılımını sonuçlandırmalıdır. Çok yavaş işleyen Alevi çalıştaylarına hız vermeli ve Alevilerin cem evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi, zorunlu din derslerinin kaldırılması, Alevi köylerine cami yapılmasından vazgeçilmesi ve bunun gibi asgari taleplerini kabul edip hemen hayata geçirmelidir.


Buna karşılık Aleviler de artık bu tek taraflı CHP aşkına bir son vermelidir. Aleviler için CHP’nin alternatifi AKP olmayabilir ama kendi siyaset alternatiflerini yaratabilirler. CHP’ye kayıtsız koşulsuz oy vereceklerine, oylarını taleplerini karşılamayı taahhüt eden partilere verebilirler. Milyonlarca Alevi ciddi anlamda bir siyasi ve toplumsal baskı grubudur. Aleviler artık güçlerinin farkına varıp onu siyaseten efektif biçimde kullanmayı öğrenmelidirler. Bu işin körü körüne CHP kuyrukçuluğuyla, Kemal Kılıçdaroğlu gibi tırsak, ilkesiz ve oportünist siyasetçilerle yürüyemeyeceği bin defa kanıtlanmıştır.

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..