Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Aralık '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Şu meykap meselesi

Şu meykap meselesi
 

Aslında Hatçeyle epey kafa bulmuş olan Pirmete’ye bu kadar eğlence yeter zannımca ama bu meykap muhabbeti öyle cazip ki, en sazan yanımın bu geyiğin en sulu yanına balıklama dalmasını engelleyemeyeceğim ortada…:))

Bu boya işine akıl erdiremeyen tek ya da ilk kişinin Pirmete olmadığı da muhakkak ayrıca. 25 yıl kadar önce yani ben 20li yaşlarımdayken, br arkadaşım 2, 5 yaşındaki minik kızı ile beni ziyarete gelmişti. Yeni evliydim ve yatak odamda, aynanın önündeki konsolun üzeri, bir kız çocuğu için görüp görebileceği en zengin, en eğlenceli ve en gizemli malzemeyle doluydu. Bizim cimcime de eve girer girmez, hiç tereddütsüz ve direk bir çekimle kendini aynanın önünde buluverdi. Çay saatine kadar kendini hayran hayran aynada seyrederek ve başını bir o yana bir bu yana devirip, saçlarını iki yana salarak fırçaladı… fırçaladı… fırçaladı… Çay saatinde annesinin ardı ardına yaptığı çağrılar sonucunda, gönülsüzce ve gönlünün en kokoş yanını kesinlikle aynanın karşısında bırakarak yanımıza geldi. Yanıma oturup gözlerini kocaman kocaman açarak merakla yüzümü inceledi. Sabahtan beri kendini böyle ayna karşına mıhlayan çekim gücünü keşfetmek isteğiyle dudaklarımı işaret ederek;

- Sen ağcını yiye boyadın?

diye dangadanak soruverdi.…:))

Evet o da dudaklarını boyamak isteğiyle yanıp tutuşuyordu ama bunun niye olduğuyla ilgili henüz bir fikri yoktu. O gün ne yanıt verdim bilmiyorum da, doğrusunu isterseniz benim de bu konuda fazla bir fikrim yoktu.

Ta ki meykap başlıklı bloga bir yorum yazmaya kalkana kadar buna kafa yorduğum da pek söylenemez. Ama yorum yazmaya kalkınca da aklıma öyle çok sebep hücum ediverdi ki, 1000 (bin) karaktere sığdırmak ne mümkün.

Şimdi bu pek çok nedeni, biraz tasnif edebileceğimi ve sonuçta konuyu, bir daha hiç toplanamaz biçimde dağıtmayacağımı, hemide kendi bir bardak suyumda boğulmayacağımı umarak ilk dalışımı yapıcam..:))

Bir kere meseleyi sadece boyanmak olarak sınırlamak istemiyorum. Boyanmaktan giyinmeye, taranmaktan takınmaya, görüntümüze yaptığımız her ilavenin nedeni mekap ile aynı yollardan geçer çünkü.

Bu yüzden imaja duhûl edilmiş her türlü faaliyeti iki ana kategoriye ayırarak nedenleri konusunda ahkâm keseceğim.

Şu erkek milleti en anlaşılmaz taifedir aslında. Sürekli kadınları anlamanın zorluğundan dem vurup, kendilerinin düz mantığıyla övünseler de, ben 47 yaşıma kadar henüz, bir şeyi düz anlatan bir erkeğe rastlamış değilimdir billahi…:)) Çünkü bu erkek taifesi Hatçe gibi göğsünü gere gere, cesurca ve direk diyemez bir türlü diyeceğini. Her ne diyecekse ya bir komplekse ya da erkek adamlık tariflerinden birine çarpmamak için dolana dolana anlatır herşeyi. Çünkü erkek adamlığın bütün yolları kasmaktan geçer.

O kadar ki;

Üzülünce erkek adamlığa sığdıramadığından ağlayamaz, sevinince karı gibi gülemez, neşelenince kapı gıcırtısına oynayamaz, içinden gelse de avaz-ı billah şarkı söyleyemez, hasta olduğunda bile çaresizliğini belli edemez, hiçbir zaafı olmayan kusursuz adem modeli olduğuna o kadar inanmıştır ki, ilk defa gittiği bir şehirde bile adres soramaz, şu cadde, bu mahalle nereye düşer kardaş diyemez… Yani o kadar bi erkek adamdır ki; trafikte işaret verip sağa mı dönecek sola mı? Onu bile açık edemez.

Yine de görüntüye kattığı her bir eklenti için, biz narin, nazenin(!) ve dahi zaaflarının esiri hatun taifesiyle aynı nedenlere sahiptir. Bu yüzden iki ana kategorim kadınlar ve erkekler şeklinde değil, aşağıdaki gibi olacak;

1-) Suda yürüyüp izini belli etmeyenler.

Bazen ihmalden, bazen çok fazla üzerine düşmediklerinden ya da alışkanlık haline getirmediklerinden, ama en çok da ustalıklarından, çaktırmadan yaparlar her bir ilaveyi. Bu kategorinin birincil nedeni (tam da Hatçenin üstüne bastığı gibi) eğlenmektir çoğunlukla.

Örnekse; O sabah neşeli uyanmışdır. Kravat yerine neşeli bir mendil düşürüverir ceketin üst cebine… Ya da baharsa belki daha ileri gider, komşu bahçeden çaldığı bir dal hanımelini iliştiriverir yakasına.

Örnekse; O sabah tadı yoktur. Aynaya bakar renksiz ruhsuz bulur yüzünü. Ne doğan gün, ne de hayat gülümsemez aynadaki solgun yüzüne. Kapıdan çıkana kadar da düşünemez belki… Arabaya binince birden aklına düşer de, çantasının bir köşesinde unuttuğu bir ruju bulur, dikiz aynasında iki kırtık renk katar hem yüzüne, hem gününe.

Bu küçük rötuşlardan oluşan zararsız eğlence, neşeliyse de iyi gelir neşesizse de...

Bazen kaçamaktır, bazen dünyaya kafa tutmak, bazen hayata tutunmak, bazen de güne gülümsemek içindir, bir küpe takmak, tırnakları şeker bir pembeyle şımartmak, saçları asi bir jöleyle diken diken etmek, yanaklara iki allık darbesiyle kırmızıyı baştan çıkarmak.

Kimisi arada bir akıl eder, kırk yılda bir öyle kendini şımartmak ister ya da ne biliyim seyrek olarak neşelenmeye ya da neşesini göstermeye ihtiyaç duyar. Kimisi de alışkanlık haline getirip, olmazsa olmazlarına eklemiştir. Ama herkes bu imaj konusuna bir gün bir yerde ya da her gün her yerde mutlaka ucundan kıyısından bir kere bulaşmıştır.

Ve kimisi dağınık, ütüsüz, özensiz, makyajsız, tıraşsız, kravatsız olmayı karşısındakine saygısızlık sayar. Etrafındakilere önem verdiği için imajını toparlar. Kimisi de derli toplu, şık, makyajlı, fönlü, tıraşlı, ya da şu aralar moda olduğu üzere tıraşsız(kirli sakallı), jöleli, kravatlı, atkuyruklu, küpeli olmayı kendine önem ve değer vermek sayar.

Çok sevdiğim ve özendiğim, ama ne yapsam asla onun yarısı kadar bile bakımlı olamayacağım bir yakınım der ki;

-Fön bana süslenmek gibi gelmiyor. Fönsüz sokağa çıkıp işe gidersem, ütüsüz ya da sökük bir etekle sokağa çıkmışım gibi geliyor. Etrafıma saygımdan ve kendime sevgimden her sabah gider saçımı ütületirim.

2-) İmajı yaparım, enginlere sığmam doğallıktan taşarımcılar;

İkinci kategori işin çılgın yanıdır ki; onlar da yine ikiye ayrılır.

A-) İmajı düzeltelim derken sınırı yamultup abese düşenler

Genellikle komik olurlar. Onlar şık, güzel, bakımlı olduklarını sanırlar ama aslında gerçekten komik olurlar.

Örnekse; gündüz vakti iş yerine okula, gece kulübü esvabı ve sahne makyajı ile gelenler, piknikte çimleri bir karış ökçeyle darmadağın edenler, saçın tepesi dökülünce yanları uzatıp buzağı yalamış gibi saçın uzun kısmını tepeye yapıştıranlar… diye uzar gider, sonu yok.

Oysa tepesi döküldüğü halde yan saçları uzatıp tepeye yapıştırmamış, peruk takmamış, saç ektirmemiş, saç uzatmamış, kalanları kazıtmamış (aman pirmete sakın kızmaaa, sana yakışıyor) olan Sean Connery, kesinlikle ve kesinlikle bilumum saçlı aktör takımından ve dahi kendi sırma saçlı gençliğinden daha yakışıklıdır gözümde billahi..:))

B) Enginlerden taşırdığını kendine yakıştıranlar

Küfür duymaktan çok rahatsız olurum. Dilim de alışkın olmadığından, cümlelerime bir katkı oluşturabileceği zamanlarda bile akıl edemem, gerekli sinkafları bilip bulup kullanamam. Yine uzattım lafı dimi?..:)) Kısacası genel anlamda küfür sevmem. Ama bir Can baba’yı ya da bir Neyzen Tevfik’i de küfürsüz düşünemem. Beni bu kadar irrite eden küfür, onlara nasıl da yakışır, nasıl süsler, nasıl yerli yerine oturtuverir cümlelerini.

Ya da ne bileyim aşırı nezaket, zarafet, letafet, hürmet boğar beni. Sahte, sevimsiz, yapay ve vıcık vıcık bir etki bırakır üzerimde. Ama mesela Zeki Müren’in kibarlığı bir kez olsun rahatsız etmemiştir beni.

Sanırım nedeni ya da ölçüsü sahicilik, samimiyet, kişiliğe sinmişlik, yerinde bir oturmuşluk olunca, uçukluk değil de, kişiyi yegâne kılan bir renk, bir tad, bir ayrıcalık oluyor aşırılık.

İmajın taşırıp yine de yakıştıranlara gelince;

Gülriz Sururi gözlerindeki o kalın siyah kalemleri silip saçlarının tepesindeki kuşu uçursa, ya da Semiha Berksoy yanaklarındaki kırmızı puanları sile, tadı tuzu kalır mı onlara bakmanın? Elvis Presley lacivert bir takım elbisenin içinde, David Bowie’ makyajsız, saçlarını yandan ayırıp efendice taramış düşünülebilir mi? Barış Manço yüzüksüz kemersiz, Nazan Şoray hal halsız çıplak olmaz mı?

Aklın yolları ve dahi gönlün beğenileri bir tane olmadığı için, normal kavramının içinin neyle doldurduğu da ayrı konu tabi. Aşırılık sınırı hepimizin kafasında ve gönlünde bir ileri bir geri giden izafi bir kavram değil mi? Kimisi bir favoriyi zırtapozluk sayarken, ben erkelerin pek çoğuna (hepsine değil) uzun saçı ve küpeyi pek bi yakıştırırım. Zaman, mekan, moda değiştikçe, Yavuz Sultan Selim’in küpesinden, içimizi yakıp giden çocuk Barış Akarsu’nun sürmesine, Fergie’nin pirsinginden, Özlem Tekin’in dövmesine değişip durmuyor mu normal sınırımız?

Kısacası her aklın bu konuda kendine belirlediği bir yol (ki hepsi kendi ölçüleri içinde doğru), her gönlün, süslenmek, boyanmak, taranmak için nedenleri var. Aşırı ya da sade görünümlerinden dolayı hit olan, beğenilen, beğenilmeyen, eleştirilenleri de var.

Bu imajı dik tutma işini olmazsa olmazlarına ekleyip alışkanlık haline getirenler var. Arada bir hoşluk olsun, renk olsun, eğlence olsun diye bulaşanlar, yaşlandıkça içine düşenler, yaşlandıkça usanıp vazgeçenler (ki o ben olurum) var.

Ya da bu konuda herkesin bir onsuz olmazı var. Ben “ küpesiz çıkmam abi” cilerdenim mesela. E valla napıyım? Nasrettin hocaya sormuşlar;

-Kızın niye çirkin?

-Küpesi yok da ondan demiş…:))

Bir anıyla başlamıştım, bir anıyla bitireyim.

Yıl ya 92 ya 93. Pazar nöbeti tutuyorum. Bulut gibi nezleyim aynı zamanda. Ayakta zor duruyorum. Gözlerim, burnum contası bozuk musluk gibi. Nöbet olmasa kimse yataktan çıkaramaz ama mecburen gelmişim eczaneye. Üzerimde bir kötü kazak, ayağımda bir eski kot, saçım başım kirli ve darmadağın. Çok yakın arkadaşım Esen geldi eczaneye. Oda seçimleri var, hadi gel bi oy kullanıp gelelim diye. Hiç gidecek halim yok, hadi halim olsa o kadar eczacı arkadaşımın karşısına çıkacak görüntüde değilim. Ama ne yaptı ettiyse artık, beni bir şekilde razı etti. Onun arabasıyla gittik. Özgen sokakta sosyal tesisler vardı o zaman. Sokağın başına park edip arabadan indik. Tam oy kullanacağımız binaya yöneleceğiz, ben ellerimi kulaklarıma götürüp bir çığlık attım;

-Eyvah Esen, benim küpelerim yok.(ancak bu kadar hastaysam unutabilirim..:))

Esen de bilir küpenin bendeki hayati önemini…J) Bir an bakıştık ve aynı anda hummalı bir biçimde çantalarımızı karıştırmaya başladık, ola ki kenarda köşede kalmış bir küpe bulabilir miyiz diye..:)) O küpe anında tedarik edildi, saç baş darmadağın üst baş dökülürken, ruj bile sürülmemişken, küpe kulaklara takıldı, gidilip oy kullanıldı…:))

Bilmem anlatabildim mi…?...:)))))))

 
Toplam blog
: 54
: 1158
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

7 Ocak 1960... Hayatın öğrettiği herşeyi okumak ve yazmak için buradayım.....