Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Aralık '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Su üstünde yaşamak

Su üstünde yaşamak
 

Ana cadde üstünde Türkiye'yi tanıtan büyük pano


18.Mayıs.2005

Kahvaltıdan sonra kendimizi Amsterdam sokaklarına atıyoruz. Hava güneşli; ama oldukça serin. Otelin karşısındaki Nieuwe Kerk (Yeni kilise ) ilk durağımız. Bütün gece odayı seyreder gibi karşımızda dikilip duran, perdeleri kapattığımızda bile ışıklarıyla varlığını duyuran heybetli kilise... Aslında bize bakan arka yüzü... Girişi Dam Meydanı’nda... Yanı başında ise Kraliyet Sarayı var.

Magna Plaza’nın önündeki ışıklardan karşıya geçiyor, kilise ile sarayın arasındaki kısa sokaktan Dam meydanına çıkıveriyoruz. Meydanın sol tarafında kilise ve yanında aynı adı taşıyan kafe, sağ tarafında Madam Tussauds’un ünlü mumyalar müzesi var. Geldiğimiz tarafta ise otele sırtını dönük duran Kraliyet Sarayı bulunuyor. Sarayın karşı tarafında Ulusal anıt bembeyaz parıldıyor gün ışığında. Büyük bir meydan burası. Sabahın bu saatinde bile cıvıl cıvıl turist dolu.Meydana serpiştirilmiş beton oturma yerleri yetmemiş kimi anıtın çevresindeki merdivenlere, kimi kaldırımlara oturmuş. Kilise duvarının dibinde ise bir sokak çalgıcısı akordeon çalıyor.

Elimizde rehber kitapçık, kiliseye giriyoruz. Adı Yeni Kilise; ama aslında eski... Amsterdam’ın en eski kilisesi Merkez İstasyonunun karşısındaki Oude Kerk... Bu, ikinci sırada geliyor.1414 Yılında gotik tarzda yapılmış. Geçirdiği yangınlarda sahip olduğu hazineleri yitirmiş. Günümüzde müze olarak kullanılıyor. Yine de kraliyet düğünleri ve törenleri burada yapılıyormuş.

Giriş paralı olduğundan bilet kesilen köşeye yöneliyoruz. Amsterdam kartımızı damgalatıp kullanıma açıyor ve parasız geziyoruz kiliseyi. İçeride Kraliçe Beatrix’in fotoğraflarından oluşan bir sergi var. Kilisenin mermer zeminindeki mezarları gösteriyorum eşime. Büyük din adamları ve asilzadelerin kiliseye gömülmesi bir gelenek buralarda. Daha önce Almanya’da gezdiğim pek çok kilisenin tabanında da bu mezarlardan vardı.Ayrıca bir katedralin mahzeninde lahit mezarlar gördüğümü anımsıyorum.Loş mahzende, içinde iskelet ya da mumyaların bulunduğu üst üste ve iki yanda duvar gibi dizili mermer lahitler arasında yürümek ürkütücüydü.

Kilisenin kapısından meydana çıktığımızda kalabalığın ve müziğin bizi beklediğini görüyoruz. Kraliyet sarayının ön cephesi işlemeler ve kabartmalarla süslü. Görkemli çan kulesinde kocaman bir saat ve önünde bir elinde yaba , diğerinde zeytin dalı tutan bir heykel var. Binanın arka tarafındaki çatıda duran, dünyayı sırtında taşıyan Atlas heykeli de çok görkemli. 17. Yüzyılda belediye sarayı olarak yapılan bu bina aslında şu anda üstü örtülüp meydan haline getirilen eski liman Damrak’a bakıyormuş. Napolyon’un buraları işgalinden sonra kardeşi Louise Bonaparte kendisini Hollanda Kralı ilan edip bu saraya yerleşmiş ve onu çok görkemli mobilyalarla döşemiş. Sadece dört yıl süren krallığı sonunda sarayı ve Hollanda’yı bırakıp kaçmak zorunda kalmış.

Ben, rehber kitaptan bu bilgileri okuyunca eşim “Olsun, dört yıllık saltanat da yeter” diyor.Gülüşüyoruz.Sarayın içini gezmeyi çok istiyoruz; ama henüz açılış saatine çok var. Meydanı, kalabalığı ve güvercin sürülerini yararak geçip Madam Tussauds’un Mumyalar Müzesi’ne varıyoruz. “Iam’stredam” kitaplarını yanımızda taşımamız gerektiğini orada öğreniyoruz. Müzeye giriş çok pahalı ve ancak o kitapçık yanımızda olunca %25 indirimle girebilmemiz olası. Çaresiz eşim otele dönüp kitapçıkları getiriyor. Bereket otel yakın.

Küçük gruplar halinde alıyorlar içeri. Daha önce geldiğimde sadece mumya heykellerin olduğu salonları dolaşıyorduk oysa şimdi bir gösteri halinde sunuyorlar. Önce geniş bir ekranda Amsterdam’ın tarihi canlandırılıyor, sonra mumyaların gösterisi başlıyor. Heyecanlı bir gösteri bu. Özellikle din savaşları sırasında insanlara yapılan işkencelerin anlatıldığı bölümler ürpertiyor içimizi...

Çok başarılı yapılmış kral, kraliçe, devlet adamları ve sanatçılardan başka günümüzün ünlüleri de yerini almış müzede. Daha önceki gelişimde başarısız bir çalışma olan Atatürk heykelini bu kez göremiyorum. Umarım daha başarılı bir çalışma ileride müzedeki yerini alır.

Dışarı çıktığımızda ılık gün ışığı ile yıkanan Dam Meydanı karşılıyor bizi. Hava şansımıza güneşli ve ılık bu gün.Bundan yararlanarak kanal gezisi yapmaya karar veriyoruz. Dam Meydanı’ndan İstasyon binasına kadar uzanan geniş bulvarda yürüyoruz. İki yanda geniş kaldırımlar insanlarla dolu. Çoğu turist bunların. Pakistan ya da Hindistan’dan geldikleri giysilerinden anlaşılıyor pek çoğunun.Bir de Japonlar göze çarpıyor.

Uzun bulvarda yürürken daha şimdiden bacaklarımın ağrıdığını hissediyorum. Kuşluk vakti... Tam da kahve zamanı... Bulvar boyunca dizili restoran ve kafelerden birine dalıyoruz. Bu güneşli havada içeri girmek istemediğimizden kaldırıma konmuş masalardan birine oturuyoruz. “Teusers”adlı bu kafenin hemen üzerinde tüm binanın ön yüzünü kaplayan kocaman bir reklam var.Türkiye’nin reklam panosu bu. Yeşil ile mavinin kucaklaştığı güzelim koylarını gösteren fotoğraf gerçekten çok hoş.

Kahve siparişini almak için yanımıza gelen garson kızı görünce gözlerimiz faltaşı gibi açılıyor. Başında kovboy şapkası, ayağında çizmeleri olan bu dünya güzeli kızın göğüslerini ve göbeğini açıkta bırakan daracık tişörtüne ve kalçalarını örtmekten çok açığa çıkaran kısa şortuna bakıp ortada bir gariplik olduğunu seziyoruz. Diğer garsonlar da öyle sütun bacaklı yarı çıplak güzel kızlar... Gerçi kahve berbat, servis de öyle;ama kafenin neden tıklım tıklım dolu olduğu anlaşılıyor. Az sonra tuvalete gitmek için içeri girdiğimde bu kızların görevinin sadece servis yapmak olmadığını öğreniyorum. Yarı çıplak garson kızlardan biri bar tezgahının üzerinde kalçasını sallayıp kıvrılarak seksi bir dans yapmakta. Hava bunca güzelken içerisinin neden böyle kalabalık olduğu anlaşılıyor. İçerdekilerin çoğu erkek...Turistler ve gemiciler...Hemen eşimi çağırıyorum dansı seyretmesi için.

Kahvelerimizi içip biraz dinlendikten sonra yürüyüşümüze devam ediyoruz. Oturduğumuz kafenin karşı sırasında kırmızı tuğla duvarlı, kale görünümünde, sade ama;etkileyici Borsa binası ve yanı başında da saat kulesi var. Yolun karşısına geçip etrafı seyrederek yürüyoruz. Haupbahnhof’un işlemelerle süslü, sivri kuleli görkemli binası tam karşıda... Önünde, Damrak denilen iç limanda gezi motorları dizili... Bu motorlardan birine binip kanal gezisine başlıyoruz. İstasyon binasının az ilerisinde, kanal kıyısında duran çok katlı bisiklet park binası ilgimizi çekiyor.Bu heybetli binanın her katında yüzlerce bisiklet park etmiş, uslu uslu sahiplerini bekliyor.

Önce limana çıkıyor, sonra kent içindeki kanallarda yola devam ediyoruz. Kanal kıyılarını çevreleyen tipik Amsterdam binalarının ve kanalları kesen birbirinden güzel köprülerin fotoğraflarını çekiyorum.Köprülerden bazıları Van Gogh resimlerinde gördüğümüz , zincirlerle kaldırılıp açılan- kapanan köprülerden... O zamanki köprüler ahşaptan yapılmış olmalı.

Kanallar genellikle dar ve iki yanda yine dar sokaklarla çevrili.Bu yüzden sokak boyunca uzanan 5-6 katlı binalar hemen kanal kenarında gibi görünüyor. Sivri çatılı, geometrik ve süslü alınlıklı bu dar binalar kanal boyunca duvar gibi uzanıyorlar.Görünümleri çok ilginç. Binaların hepsinin alınlığında, en tepede, bina cephesine dik konmuş, beton birer çıkıntı ve ucunda da çengel var. Amsterdam’daki binalar küçük bir alana yapıldığından çok katlı, dar ve dik merdivenliymiş. Bu çengeller vasıtasıyla vinçle taşınıyormuş eve eşyalar. Taşınan mobilyalar duvarlara çarpıp zedelenmesin diye binalar öne doğru eğimli yapılmış. Gerçekten de kanaldan geçenlere selam verircesine, hafifçe öne eğik duruyor binalar. Hatta bazılarında bu eğim daha da belirgin.

Bir başka ilginç şeyse kanal boyunca uzanan çatana evler... Eski balıkçı çatanalarını kanal boyunca kenara demirleyip ev haline getirmişler. Geniş pencereli bu su evlerinin güverteleri bahçe haline getirilmiş. Şemsiyesini açıp çiçekler arasında şezlonguna uzanan, güneşlenenler mi istersiniz, pencerelerine saksılar dizenler mi? Ağaç yetiştirenler bile var. Geniş pencerelerden göründüğü kadarıyla modern eşyalarla döşenmiş, küçük;ama kullanışlı evler bunlar. Tek kusurları çok nemli olmaları...Tabii suyun üstünde sürekli sallanmaları da caba... Ne çok su evi var bu kentte... Ne çok su üstünde yaşayanlar... Kentin kalabalık oluşu, yer darlığı, kiraların yüksekliği mi itiyor insanları yüzen evlerde yaşamaya? Yoksa gemici bir millet olan Hollandalıların su üzerinde yaşama alışkanlığının günümüze yansıması mı bu?

Doğrusu böyle kısa kanal gezileri, gemi yolculukları hoşuma gitse de ben karada yaşamayı yeğlerim. Ayağım toprağın üzerinde olmalı...

 
Toplam blog
: 26
: 898
Kayıt tarihi
: 03.12.08
 
 

1946 yılında doğan ve tıp doktoru olarak Türkiye ve Almanya’da çalışan Gülseren Engin’in ilk öyküsü ..