Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '21

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Sümerliler – Kapadokya

Sümerliler – Kapadokya

30.000 kişiyi barındırabilecek büyüklükte yer altı şehirleri var.

 

 

“Şimdi burayı yer altı mağarası olarak düşünürsek bunu kısaca şöyle tanımlayabiliriz. Mağara kaya içine veya yamaca doğru uzanan geniş kovuktur. Yer altı sularının oyduğunu düşünürüz.”

“Hocam, burası bir hayli farklı, değil mi?”

“Haklısınız. Bu bölgede yer altı şehirleri ile ilgili şöyle bir tanımlama yapabilirim.

Burası yer altı şehrinin girişi benim anladığım kadarı ile… Yani burayı salt mağara diyemeyeceğiz. Yer altı şehirlerinin giriş katları vardır. Sanıyorum bizler bir süre gittikten sonra görürüz. Bu giriş katlarında ahırların olduğunu biliyorum. Atlas hanımın gece anlattığı ve tepegözle gördüğümüz resimlerden de bilgi edindiğimiz üzere yer altı şehirleri ciddi bir teşkilat. Dediğim gibi hayvanları aşağılara götürmek mantıklı olmadığından da giriş kısımlarını ahır olarak kullanmışlar.”

“Hocam bayağı uzun süre kullanılmış demek ki.”

“Öyle biliyoruz. Tabi ahır gibi hazırlanmış. Bu kayaları oymak zor olmadığından aşağı kısımları hayvanların yemlerini koyacakları oyuklar yapmışlar.  Hayvanları bağlamak için de birer oyuk yaptıktan sonra mesele kapanmıştır. Bu yer altı şehirlerindeki hava kalanlar için oldukça müsait olmuş. Yazın serin kışın ılıkmış. Girişler ahır olarak düzenleniyormuş ya, ondan sonra üst katında mutfaklar olurmuş.” Toygar Ateş:

“Bunların birde haberleşme olayları olduğunu biliyorum. Odaların tavan ve taban kısımlarına delikler açarlarmış o şekilde haberleşirlermiş. Havalandırma delikleri var, yani havalandırma bacaları… Tabi buralarda sular da kuyulardan elde ediliyormuş.Kapadokya bölgesinin sınırları asırlarca değişmiş, değişmeyen her zaman büyük bir yer oluşu. Bakın Antik dönem yazarlarından Strabon bu bölgenin sınırlarını; güneyde Toros Dağları, batıda Aksaray, Doğuda Malatya, Kuzeyde Karadeniz kıyılarına kadar uzanan geniş bir bölge olarak belirtmiş. Bugün kapsadığı yerler, Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kayseri, Kırşehir’dir. Tabi şunu söylemek gerekli:

‘Kapadokya dediğimizde daha dar olan kayalık bölge yani; Kapadokya Bölgesi, Uçhisar, Göreme, Avanos, Ürgüp, Derinkuyu, Kaymaklı, Ihlara ve çevresini biliriz.” Atlas;

“Benim buralara olan sevdam çok farklı tabi. Her taşını toprağını bilirim ve severim. Dünyayı gezdim dersem inanın abartmam. Burada her zaman kendimi farklı hissetmişimdir. Ben buraları şöyle tanımlıyorum. Burada doğa ve tarih birbirine çok cömert davranmışlar. Bütünleşmişler. Coğrafik olaylar Peribacalarını oluşturmuş, yaşayanlar bunların içini evleri olarak düşünmüşler onların içinde yaşamışlar. Kiliseler yapmışlar. Kendilerinden sonrakiler için fresklerle anlatımlarını duvarlara bezemişler. Dünyada buranın bir benzeri daha yok. Bazen Afetler gittikten sonra güzelliklerde kaldığı görülüyor. Bu bölgede olduğu gibi! Düşünün lütfen Erciyes, Hasandağ, Güllüdağ’da volkanik patlamalar olmasaydı, volkanik tüflerden büyük bir plato oluşmasaydı, Rüzgârlar on binlerce yıl, Kızılırmak nehri ile el ele verip aşındırmasaydı bu doğa harikası peri bacaları ortaya çıkar mıydı?”

Nejat Tokdemir:

“Çok doğru bir noktaya temas ettiniz. Gerçekten tabiat ana hayrıyla ve şerriyle muhteşem şeyler ortaya çıkartmış. Biz tarihçiler içinde bu bölgenin tarihi oldukça önemsediğimiz bir durumdur. Bu bölgeye Hıristiyanların gelişi MS 3. Yüzyılda olmuş. Burada özellikle düşünme için gelmişler. Onların eğitim ve düşünce merkezleri olmuş. O zamanlar Hıristiyanlara uygulanan baskılar çok fazlaymış.

Gelenlerin derdi Hıristiyan öğretileri yaymakmış. Bu bölge tam onların aradıkları yer olmuş. Düşünün derin vadiler olan bir yer. Rahatlıkla oyup kendinize ev kilise yapacağınız kayalar. Buralar onlar için bir çeşit sığınak olmuş. Romalı askere karşı güvende olmuşlar.”

Fikret Karpat söze girdi.

“Bizler yer altı şehrine gidiyoruz kuvvetle muhtemel. Ben bu konuda bir şeyler daha ilave etmek istiyorum. Atlas Hanım ve Dike bu konuda bizleri dün akşam ciddi şekilde bilgilendirdiler.” Atlas:

“Estağfurullah Hocam. Olur mu bilgilendirmek sizleri, ne haddimize. Belki hatırlamanızı sağlamış olabiliriz.”

“Atlas Hanım ben kinayeli olarak söylemedim. İnanın buna. Ben Mağara bilimci olarak birkaç şey ilave etmek istiyorum.”

“Buyurunuz hocam.”

“Benim tahminim, ya da dün akşamdan rakamı aklımda kaldığı kadarı ile 150–200 civarında yer altı şehri var bu bölgede… Şunu söylemek gerekli bu bilinen bilinmeyen kim bilir ne kadar var! Kaya yerleşimi diyoruz biz bunlara. Yer altı şehirlerinde aşağıya doğru oyularak oluşturulmuş. Gerçi nasıl yapılmış bilmiyoruz.

Bilmek ve anlamak zor! Mesela düşünebiliyor musunuz? 30.000 kişiyi barındırabilecek büyüklükte yer altı şehirleri var. Büyük rakamlar bunlar. Tabi büyükleri şehir olduğu gibi küçükleri de köy olarak ayırt ediliyor.”

Timuçin Akyol’un gelen çağrısı konuşmalarını sonlandırdı.

“Buraya gelir misiniz?”

Sesin olduğu yere gittiklerinde, onlarda Timuçin Akyol kadar şaşırmışlardı…

Bulundukları yer, belirlenmiş yol gibi bir yerdi. Enteresan olanı buranın bitiminde insan eli ile yapılmış merdivenler vardı. Yolun iki yanında ise yine köy evlerinin duvarları gibi doğal toprak ve otlarla hazırlanmış kerpiç duvarlar çevriliydi. Duvarların aralarından küçük, sempatik bitkiler fışkırmış gibi kara, soğuk duvarları süslüyordu. Bir çeşit bezemişlerdi yıkık viraneleri… Uzakta ters yarım hilal gibi bir ışık merdivenlerin hemen bitiminde ve yukarıda duruyordu. Yan taraftaki duvarların kerpiçleri bazı yerlerde yıkılmış dar olan yolun yine bazı yerlerine gelişigüzel serpilmişti. Aynı yaramaz bitkiler burada da can bulmuş, yeşilin fıstıki tonundan en ağır hakiye kadar çeşitli tonlamaları ile kendini gösteriyordu. Merdivenin ilerisinden yolu aydınlatan ışıkta bu renkler can alıcı halleri ile moralleri yer altında biraz aşağı inmiş bu küçük topluluğa neşe vermişti. Renk Bilimci Suna Babüroğlu:

“Yeşil rengi huzuru verdiği için kendimizi farklı hissettik. Güven duygusu veriyor çünkü bize… Ayrıca yeşil rengin tazeliği simgelediğini de biliyorsunuz.”

Suna Baydaroğlu’nun sözleri hoşlarına gitmişti. Bir süre orada durmak onları bir hayli rahatlatmıştı. Sonra merdivenlere doğru yöneldiklerinde;

Atlas:

“İzin verirseniz önden ben çıkacağım. Burada çünkü iki ayrı yol olacak.”

Atlas merdivenlerden hızlıca çıktı, diğerleri de onu takip etti. İki yol vardı. Üstelik yollar merdivenli olan yere benziyorlardı. Atlas sol taraftaki dar uzun yola girince ekip onu takip etti. Bir süre bir tünelden geçiyormuş gibi gittikten sonra büyük bir meydana çıktıklarında nerede ise hepsi ürktü. Her yer loştu, hafif karanlıkta ağırlıkla griydi… Hemen ilerilerinde iki büyük ağaç gördüler ama ağaçların ikisi de kurumuştu. Gövdeleri dört kişinin çevresine geçip ellerini birbirlerine kavuşturmasında bir kişilik yer kalacak kalınlıktaydı. Dallar ve yapraklar sanki bir anda, bir beş dakikada kurumuşlardı. Yapraklar sararmamış, grileşmiş öylece dalında duruyorlardı. Yan tarafın da bir binanın yıkıntıları duruyor gibi görülüyordu. Duvarlar yıkılmış gibiydi. Taşları büyüktü, aralarında harç yoktu, üst üste konulmuş, onlarda kaymıştı. Böyle anlaşılıyordu. Birçok anlaşılamayanın yanında! Biraz ilerlediklerinde şaşkınlıklarını anlatacak kelimeyi zorlanarak bulabileceklerdi. Bu cesareti de Çağman Babüroğlu gösterecekti. Üç sıra ard arda kemerli halka biçimi geçit var burada. Üstelik bu kemerli halkalar gittikçe küçükten büyüğe gidiyor. Ürkütücü. Korkutucu.

“Suna gri niye bu kadar insanı irrite ediyor?”

“Gri’nin koyu kurşuni tonlarda olması korkulara hatta hastalık derecesine varan karamsarlığa neden olur ki! Burada bizim yaşadığımızda bu. Renk beynimize gözlerimizle intikal ettiğinde beynin korkuları salgılamasına neden oluyor. Gri yeşilin tam tersi güven eksikliği de hissettirdiğinden hepimiz, korkuyoruz ve huzursuzuz.”

Çağman, Suna’ya bir süre hayranlıkla baktı. Ona bakarken içi ağlıyordu sanki…  Sura konuştuğunda hep tekrarlıyordu.

“Ne kadar çok özlemişim!”

Yine özlemini belli eden bakışlarla Suna’yı süzdüğü için genç kadın ona baktı gülümsedi. Biraz daha ileri gittiklerinde onları devasa büyüklükte anıt ile kemerli geçit benzeri yapı bütün haşmetiyle gözlerinin önünde duruyordu. Çok etkilenmişlerdi. Öylesine bakıyorlar, adeta yorum yapmaktan kaçınıyorlardı. Uzunlamasına yarısı yakılmış, ya da yok olmuş olan binanın kubbeli uzun pencerelerinin sadece iskeletleri grinin en bet halleri ile onlara bakıyordu.

Rüçhan Günnar, taşları inceliyor, yakından bakıyor, bir şeyler arıyordu.

“Bana Sümerlilerden kalan yıkıntılar gibi geliyor. Gerçi bu kadar eski olabilir mi diye düşünüyorum. Sonra da şunlar aklımı karıştırıyor. Bu yapılara bakınca direk aklıma gelen Sütun, kubbe ve kemer usulünü Sümerlilerin bulduğu ve uyguladığı.”

Nejat Tokdemir, Rüçhan Günnar’ı destekliyordu.

“Sevgili hocam biliyor musunuz? Bende sizin gibi düşünmüştüm. Sümer’liler birçok şeyin ilklerini yapmışlardı.”

“Ne demezsin azizim. Onları bilmek, anlamak o kadar önemli ki…” Atlas:

“Görüyorum ki burası hepinizi çok etkiledi. Bayağı bir zamandır yürüyoruz. Ne dersiniz hem Sümer’liler hakkında konuşalım hem de soluklanalım. Bakın merdivenler bizim için oturma yerleri gibi.”

Suna Baydaroğlu memnun olmuştu.

“Ben hemen kabul ediyor ve oturuyorum.”

Diğerleri de oturmuşlardı. Çantalarından yol için aldıkları yiyecekleri çıkartıyorlar, birbirlerine ikram ediyorlardı. Genellikle ikramın başını çikolata çekiyordu. Ayrıca içecek ikramı da oldukça kıymete geçiyordu. Biraz dinlendikten sonra Rüçhan Günnar, Sümer’lilerle ilgili bir şeyler anlatması gerektiğini hissetti. Hepsi ona bakıyorlardı. Bu hoşuna giderdi hocanın. Konuşmasını severdi…

“Ben açıkçası bu yapı türünü onların şehircilik düşüncelerine yatkın buldum. Bizler Sümerlilerin Uruk şehrinde yaptıkları tapınağın çok önemli bir eser olduğunu ve önemli bir mimari eser olduğunu biliriz. Ayrıca Zafer Anıtı vardır ki Akbabalar Sütunu denir. Yazıyı Sümerlilerin bulduğunu buradaki herkesin bildiğini biliyorum. Çivi yazısını yani… Tarihte ilk yazılı hukuk kuralları Sümerliler tarafından oluşturulmuştur.  Onun için ilk hukuk devleti denir onlara…”

Nejat Tokdemir:

“Hocam, Sümerliler hakkında gerçekten bilinmesi gereken çok önemli şeyler var.

Burçları bulmuşlar. Düşünün burçları bulmasaydılar hanımlar ne yaparlardı. Her gün gazetelerden burçlarını okumadan güne nasıl başlayacaklardı.” Suna Babüroğlu kızmış gibi yaptı.

“Aşk olsun Nejat Bey!”

“Haksız mıyım Atlas Hanım.”

“Bana sorarsanız haklısınız. Ben burç olayını iyi bilirim ve takip ederim.”

“Gördünüz mü Suna Hanım haksız değilim. Durun benim söyleyeceğim birkaç şey daha olacak, ondan sonra hocama bırakacağım. Sümer’liler 12 ayı bulmuşlar gün sayısını biraz değişik uygulamışlar. Onlar 30 gün olarak ayları saptamışlar. Gece gündüzde yanılmamışlar değil mi hocam.”

“Haklısın. Birçok ilkler onlara aittir. Ay yılı hesabına dayanan takvimi de bulmuşlardır.”

Suna Baydaroğlu heyecanla konuştu.

“Hocam ünlü Gılgamış Destanı, yaradılış destanı, Tufan Hikâyesi onlara ait değil midir?”

“Onların Suna Hanım. Tufan hikâyesinin bir yerinde şöyle bir şey geçer:

‘Yedi gün yedi gece devam eden yağmur fırtınası yeryüzünü tahrip ederek kuvvetli sular büyük gemiyi uzaklara doğru sürüklediği zaman Güneş Tanrısı gelerek gök ve yere aydınlık verdi.’ Tabi bu anlatının başı ve sonu da var. Ben içinden bir parçayı anlatmak istedim. Bildiğimiz Nuh Tufanına benzer bir anlatı olduğundan…”

Sümerlilerde tapınaklar birer okul olarak kullanılırmış, rahipler de hoca… Edebiyat örneklerine baksanıza... Hala bu destanlar edebiyatımızda severek okuduklarımızdandır.”

 

 

Nazan Şara Şatana’nın TAŞLAR – KIYAMET kitabından…

 
Toplam blog
: 1731
: 4678
Kayıt tarihi
: 09.12.10
 
 

Turizmci; Genel müdür Yazar ; Romanlar, senaryolar müzikkaller... Sinema filmleri, TV filmleri.....