Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Temmuz '06

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Suriye'de tatil - İkinci bölüm

Suriye'de tatil - İkinci bölüm
 

Umayyad Camii...


Krak Des Chevaliers’i anlatmak çok zor. Daha önce de pek çok kale gezmişliğim vardı ama bu kadar güzelini hiç görmemiştim. Erken dönem Hıristiyan Şövalyelerinin kalesi, içinde gezerken zamanı unutup, boyut değiştiriyorsunuz.

“Aşağıdaki manzaraya bak, amma genişmiş bu vadi.” dedim kocama.
“Yaklaşma kenara öyle, rüzgâr çok sert esiyor.” dedi.
“Nasıl inşa etmişler bu kadar yükseğe bunu böyle?”
“Uzaylılar yardım etmiştir. Aha aha hahaha. Gel zindanlara inelim.”
“Peki. Bu tüneller ne şimdi?”
“Kanalizasyon.”
“Süpermiş. Kaybolmayalım da.”

Kale normal şartlarda Tartus, Homs ya da Hama’dan yaklaşık bir saat mesafede olduğundan, turistler buraya günübirlik gelip, akşama geri dönüyorlardı. Bir gün içinde koştur koştur gezmek istemediğimiz için kalmaya karar verdik. İki gece kaldık orada, odamızın balkonundan kale manzarasını seyrettik doya doya. Geceleri ellerinde meşalelerle at sırtında kaleye dönen şövalyeler hayal ettim hep. Aslan Yürekli Richard, kılıçlar, kalkanlar, kara ekmek ve bira ile karın doyuran şövalyeler...Şövalyelerin en yakışıklısı, Kral Kızı Kulesinde kralın kızı ile buluşuyormuş falan. Ben uydurmuyorum, var böyle bir kule kalede. Ne biçim kuleyse, eni boyundan daha geniş, vardı herhalde bir bildikleri. Sırf Krak Des Chevaliers’yi görmek için bile Suriye’ye gidilir derken, daha da güzel bir sürprize doğru yola çıktık.

Suriye’nin en önemli turistik merkezi Palmyra, dünyanın en güzel arkeolojik sitelerinden biri. Tam anlamıyla gezip görmesi günlerini alabilir insanın, bu büyüklükte bir şehrin, bu kadar iyi korunmuş olmasına şaşırıyorsunuz önce. Bir iki yerde gözünüze çarpan uyduruk restorasyon örnekleri de güzelliğine gölge düşüremiyor. Palmyra’nın bilinen tarihi milattan önce 2. binyıla kadar geri gidiyor. En görkemli zamanlarını ise Roma’ya kazan kaldıran Zenobia adlı bir kadının yönetimi altında yaşamış. Antik şehrin hemen dibindeki aynı adlı kasaba geçimini turizmden ve hurma üretiminden sağlıyor, tüm Suriye gezimiz boyunca organize turlarla karşılaştığımız tek yer Palmyra oldu. Tur otobüslerinin biri gidip biri geliyordu. Biz her zamanki gibi odamızı kendimiz bulduk, ertesi gün de harabeleri güneş altında dolaşmak istemediğimiz için otel müdürünün ayarladığı bir taksi ile gitmeye karar verdik.

Sabah, tam sözleştiğimiz saatte, eski beyaz bir Mercedes’le geldi şoförümüz, önce Kule Mezarlar’a gittik. Kule Mezarlar ilginçti, duvarlarda posta kutusuna benzer oyuklar var, ölülerini üst üste o oyuklara gömmüşler. Aslında gömmüşler de denemez, istiflemişler demek daha doğru. Daha sonra da Japon arkeologlar tarafından restore edildiği için Japon Mezarı diye anılan bir yeraltı mezarına girdik, içinde yatan arkadaşların isimleri gerçekten Bwlh ve Bwrp olabilir mi diye ciddi ciddi tartıştık.

“Böyle isim olur mu hiç, suda boğulma efekti gibi?” dedim kocama.
“Öyle yazıyor rehberde, belki tabletler kırılmıştır kazı sırasında.” dedi.
“Sesli harf satın almak istiyorum. A.”
“Haha haha haha”

Gün boyunca antik şehri karış karış gezdik, havalara bakmaktan boynum tutuldu. Akşama doğru şoförümüz tekrar gelip bizi aldı, hemen şehrin karşısındaki kaleye gittik. Palmyra üzerinde gün batımını seyretmek en sevilen turistik aktivite ve bunun için şehri kuş bakışı izleyebileceğiniz kaleye çıkıyorsunuz. Gün batımı gün batımı olalı beri bu kadar salak turisti bir arada görmemiştir herhalde.

“Aaaa bak bak güneş batıyor. Ne güzel oldu renkler.”
“Şu işlemeli örtüler kaça acaba?”
“Güneş daha da alçaldı. Bak diyorum.”
“Harika, evet. Pahalıymış, almam.”

Vıdı vıdı vıdı, iki dakika durun da gün batımının tadını çıkaralım be. Nerede bunların rehberi, doldursun bunları otobüslerine, gitsinler geldikleri yere, bu ne canım?

Gün batımı aynı zamanda doğal olarak iftar vakti idi, şoförümüz bütün ısrarlarımıza rağmen geri dönmeyi reddetti, bizi bekledi, otelimize bıraktı. Otelde bizi başka bir sürpriz bekliyordu. Otelin sahibi, müdürü, çalışanları, lobide kendilerine iftar sofrası hazırlamışlar, yemeğe de henüz başlamışlardı biz geldiğimizde. Hemen bizi de onlarla yemeğe davet ettiler, “Yok, mok” dememize fırsat kalmadan masaya oturtuverdiler. Yemekler nefisti.

Suriye’lileri bir kelime ile anlat deseler, “konukseverlik” derim. Gittiğimiz her yerde insanlar hep hoş geldiğimizi hissettirdiler bize, bir kerecik olsun rahatsız edilmedik. Politika hariç hemen her şeyden konuşuyorlar sizinle, konu dönüp dolaşıp ister istemez politikaya geldiğinde de her şeyin ne kadar güzel olduğundan, oğul Esad’ın ülkeyi ne kadar ileri götürdüğünden bahsediyorlar genellikle. Bir takım şeyler hakikaten beklediğimizden çok daha iyiydi ülke genelinde. Nereye gidersek gidelim, kafelerde, otellerde internet erişimi vardı mesela ve büyük çoğunluğu ADSL kullandığı için hem süratli hem de inanılmaz ucuzdu. Telefona hiç para harcamadığımız ilk seyahatimiz oldu Suriye gezimiz, hep internet üzerinden yaptık telefon görüşmelerimizi.

Neyse, Palmyra’dan ayrıldıktan sonra, Şam’a geçtik. Her zamanki gibi rehber kitabımızdan seçtiğimiz otelde yer olmadığı için başka bir otel aradık kendimize. Kocam yerinde duramıyordu, seneler önce ilk defa Suriye’ye geldiğinde en çok Şam’ı beğenmiş, birşeylerin değişip değişmediğini merak ediyordu.

İstanbul’da büyüdüğüm için, oldum olası gülmüşümdür batılıların bu “gizemli doğu şehri” tantanasına. Yol boyunca kocam ballandıra ballandıra anlattıkça, ben de gıcıklık olsun diye “Hıh, az irice Tahtakale” ya da “Ne farkı var canım, Kapalıçarşı gibi işte” falan diyerek çıldırtmıştım onu, ama ben de beğendim Şam’ı, ne yalan söyleyeyim. Gizemli bir havası var gerçekten.

Eski şehre Souq Al Hamidiyya’dan girdik. Evet, bizim Kapalıçarşı’ya benziyordu ama çok daha büyüktü. Sağda solda dükkânlar, ortada insan seli. Tavanı demir panellerle kaplıydı ve panellerde yer yer kurşun delikleri vardı. Hemen yolun sonunda Umayyad Camii’ni gördük. Caminin avlusunda topluca iftar ediyordu halk, televizyondan da canlı yayın yapılıyordu bu sırada. İftar etmek için orada bulunanların önüne geçmek istemedik, ertesi gün başka bir saatte gelir, rahat rahat gezeriz dedik. Hemen caminin yanıbaşında bir çay bahçesine oturduk, birer çay içtik.

Kocam ilk gelişinde, o pek ünlü Suriye işi tavlalardan almıştı kendine. Aynı dükkân hâlâ var mıdır, sahipleri hâlâ orada mıdır diye vır vır başımın etini yemişti yol boyunca. Eski şehrin içinde bulduk dükkânı, sahibi de oradaydı. İlginç bir şekilde kocamı hatırladı, biraz muhabbetten sonra bizi imalâthanesine davet etti, o güzelim tavlaların, mücevher kutularının, satranç takımlarının nasıl yapıldığını gösterdi. Hediyelik eşya alışverişimiz için fazla dolaşmayacağımız belli olmuştu.

Ertesi gün yeni şehri dolaşalım istedik. Restorasyon dolayısıyla kapalı olan Hicaz Garı’na gittik. Bakımsızlıktan harap olmuş, ancak başınızı kaldırıp tüm tavanı boydan boya kaplayan işlemeleri gördüğünüzde “Vay canına!” diyorsunuz. Garın hemen önünde eski bir buharlı lokomotif duruyor, turistler önünde durup, poz poz fotoğraf çekiyorlar.

Bu arada vizelerimizin süresi dolmak üzereydi, daha ne kadar kalırız, buradan Lübnan’a geçebilir miyiz, yoksa İstanbul’a mı döneriz vesaire vesaire derken, işimizi garantiye almaya ve vizelerimizi uzatmaya karar verdik. Ofiste bir süre bekledikten sonra sıra bize geldi.

“Merhaba, bizim 15 günlük süremiz dolmak üzere, mümkünse vizelerimizi uzatmak istiyoruz.”
“Pasaportlarınızı görebilir miyim?”
“Tabii, buyurun.”

Bankonun arkasındaki görevli, önce kocamın, sonra benim pasaportlarımızı evirdi çevirdi, bazı sayfalarına dikkatlice bakti, velhasıl uzunca bir süre oyalandıktan sonra kocamın pasaportunu ona uzattı. Ağzının kenarında çarpık bir gülümsemeyle:

“Sizin için uzatmaya gerek yok, bu vizeyle bir ay kalabilirsiniz” dedi.

“Amanın” dedim içimden, “Şimdi bir terslik çıkacak. Türklere başka bir uygulama var kesin.”

Adam benim pasaportumla hâlâ oyalanıyordu, her ikimizin de ağzına baktığımızın farkında olduğu için resmen durumun keyfini çıkarıyordu.

“Sizin için durum farklı.”
“Öyle mi, nasıl?”
“Siz 30 gün kalabilirsiniz bu vizeyle.”

Bir an kocamla göz göze geldik, sonra adama döndüm, pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. Hep beraber koptuk. Merdivenlerden inerken hâlâ gülüyorduk.

Tekrar eski şehre döndük, bir kafede öğlen yemeği yedik. Etrafımızda gençler, kızlı erkekli oturmuşlar, yiyip içip, muhabbet ediyorlardı. İçinde bulunduğumuz mekanın mimarisi haricinde, ortam herhangi bir Avrupa şehrinden farksızdı. Gezmeye devam ettik. Hava kararmaya başlayınca, bu akşam da camiye girmek için geç kaldığımızı anladık, çarşıda dolaşıp, alışveriş yaptık.

Camiye ancak üçüncü günün akşamında girebildik. İftar olmuş, üzerinden biraz da vakit geçmişti, dolayısıyla içerideki insanların bir kısmı yavaş yavaş avluyu boşaltıyordu. Hazırlıklı gelmiştim, başımı örtecek birşeyler vardı yanımda, ama Suriye’liler benden daha hazırlıklıydılar, camiye çok turist geldiği için, kadınların örtünme problemini pratik bir şekilde çözmüşlerdi. Taa ayak bileklerime kadar uzanan, bol, uzun kollu ve kukuletalı bir pardesü verdiler kapıda, ayakkabılarımızı da yanımızda getirdiğimiz sırt çantamıza tıktık. Camiye giriyormuş gibi değil de, fırtınalı havada balığa çıkıyormuşum gibi hissettim kendimi.

Cami muhteşemdi. Cami inanılmazdı. Nereye bakacağımızı şaşırdık. İçeri girer girmez devasa bir avluda buluyorsunuz kendinizi. Hemen başınızı kaldırdığınızda, sol tarafta tavan ve duvarlar altın mozaiklerle süslü. Üç adet minaresi var ve minareler kule biçiminde. Kapalı bölüme geçtiğinizde keskin bir ayak kokusu çarpıyor ilk anda yüzünüze, ama sonra alışıyorsunuz. Namaz kılanların önünden geçmemeye çalıştık önce, ama o kadar kalabalıktı ki, mümkün değildi. Kadınlar duvar dibinde oturuyor, çocuklar sağda solda koşuşuyorlardı. Kapalı bölümde en çok dikkatimi çeken Hazreti Yahya’nın türbesi oldu, hikâyeye göre, caminin inşasına başlandığı sırada zeminin altında bir tabut bulunmuş, içinde de Hazreti Yahya, ya da diğer adıyla Vaftizci Yahya’ya ait olduğu iddia edilen, yüzü ve saçlarıyla bozulmamış bir baş varmış. Bu başın türbede olduğu söyleniyor. İçinde ne olup ne olmadığıyla ilgilenen pek yok, insanlar el, yüz sürüp, dua ediyorlar.

Tekrar avluya döndük, toplu iftar sonrasında insanların hemen oracıkta bıraktıkları yemek artıklarına basmamaya çalışarak ilerledik. Fotoğraf makinesini gören çocuklar toplandılar, onların da resmini çektik. Dışarı çıkıp, çarşının kalabalığına daldık.

Şam’dan da ayrılma vakti yavaş yavaş geliyordu, akşam yemeğini otelimizin yakınlarında bir yerde yedik.

“Ne yapalım? Lübnan için vize olayı var.”
“Hem o, hem de pahalı diyorlar Beyrut için, başka bir sefer doğrudan oraya gideriz. Dönelim istersen.”
“Tamam.”

Tekrar Halep’e dönmek istemedik, tren yolculuğu için hiç hevesimiz kalmamıştı. İnternetten Türk Hava Yolları’na baktık, Adana’dan İstanbul’a çok uygun bir fiyata uçuyorlardı. Planımızı yapmıştık, Lazkiye’ye geri döndük, orada bir taksi şoförü ile anlaşıp, sınıra kadar taksi ile gittik. Sınır kapısına geldiğimizde taksiden indik, şoforümüzle ve bizden izin isteyip, biraz gezsin diye yanında getirdiği karısıyla vedalaşıp, ayrıldık.

İlk defa bir sınır kapısından yürüyerek geçtim, ilginç bir deneyimdi. Sırtımızda çantalarımız, elimizde pasaportlar yürüye yürüye Suriye tarafından geçtik, iki ülke arasındaki tarafsız bölgeye vardık. Türk kontrol noktasına doğru ilererken, karşımızdan gelen iki gümrük görevlisine gülümsedik, biri elimdeki lacivert renkli Türk pasaportunu farketti.

“Türk müsünüz?”
“Evet. Merhaba.”
“Hiç böyle sırtında çantasıyla gezen Türk’e rastlamamıştım daha önce burada. Pasaportunuza bakabilir miyim, n’olur, çok merak ettim nereleri gezdiniz diye.”

İşte böyle. Yayladağı’ndan Türkiye’ye girdik, oradan bir minibüsle Antakya’ya, ertesi gün de bir otobüsle Adana’ya geçtik. İstanbul’a vardığımızda biraz yorgun ama mutluyduk.

“Eee, anlatın bakalım neler yaptınız bunca zamandır, sıkılmadınız mı hiç?”

Kendi hesabıma ben sıkılmadım, kocamın da sıkılmadığını biliyorum. Çok güzel bir tatildi. Bugün itibarıyla “Keşke...” dediğimiz tek şey, fırsatımız varken Lübnan’a geçmemiş olmamız, zira maalesef gelecek günlerin bölgeye ne getireceği belli değil. Ne yapalım, başka bahara kaldı.

Benim hâlâ ümidim var... Çantam kapının ardında...

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..