Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Kasım '14

 
Kategori
Öykü
 

Susmanın su kenarında

Susmanın su kenarında
 

Soğuktu hava . Zeytinler toplanıp biteli, kasaba el ayak çekilmiş tenhalığına döneli epeyce zaman olmuştu. Günler kışa giyiniyordu. Tekel maddeleri. yiyecek kıvır zıvır satan küçük bir büfeydi. İsmi yoktu, ama herkes bilirdi Rıza Baba'nın olduğunu. Meydanın sağ ucunda Balıkhane'ye uzanan yolla, çarşı içinden gelip Belediyenin önünden geçen parke yolun kesiştiği köşenin karşısında dururdu. Uzun zamandır oradaydı, sanki hep vardı. Sık ulu çınarların altında denize paralel uzanan çay bahçelerinin önünde, sırtını kadim dostu denize yaslamış, kasabanın demirbaş envanterine kayıtlı gibi öylece.

Çeşitli içki şişeleri ve sigara paketleriyle dolu rafların çevrelediği küçücük boşlukta yan çevrilmiş boş bira kasalarına oturmuş üç kişiydiler. Ortalarında gene aynı durumda bir bira kasasının üzerinde büyük bir kayıktabağı dolduran içine tuzlu balık didilmiş, bir avuç yeşil zeytin konmuş, zeytin yağında yüzen bir salata vardı meze olarak. Ayaklarının arasındaki boşluğa bıraktıkları çay bardaklarında içiyorlardı rakıyı. Alevi kısılmış bir piknik tüpün üzerine ters çevrilerek oturtulmuş, çiviyle defalarca delinmiş teneke bir konserve kutusu ilkel bir gaz sobasına çevrilmişti. Alevlerin sinsi cızırtısı, içerisini dalgalanarak dolduran sigara dumanına eşlik ediyor, sessizliği bozuyordu. Üç kişiydiler, İETT tarmavay vatmanlığından emekli, eşi ölünce  kızıyla İstanbuldan gelerek kasabaya yerleşen büfenin sahibi dahil. Susuyorlardı. Susmanın su kenarındaydılar...

Biraz ilerideki deniz küçük küçük dalgacıklarla sahile yanaşıp, kumları bile oynatmadan sessizce geri çekiliyordu. Soluyor gibi hafiften bir ses çıkararak. Kıpırtısızdı. Seyitgazi tepesi üzerinden yeni yükselmekte olan kesik bir tırnak gibi yeni ayın ölgün ışığı, Sırataşlar'la Zeytinli Ada arasındaki dar sığlığı bilmeyenlere gece belirtmek için dikilmiş küçük çakarın muntazam aralıklarla parlayıp sönen ışığıyla adanın gölgeliğinde denizde kesişiyordu. El ayak çekilmişti ortalıktan. Arada bir İtfaiye Yokuşu'nun oralardan önüne düşen yaprakları katarak kopup gelen bir rüzgarın sesinde, oradan oraya nedensiz yapraklar gibi savrulan anılarına dalıp gitmişlerdi.

Rıza'ydı vatman emeklisinin adı. Zayıf, avurtları çökmüş, ağzında yalnızca ön dişleri olan, sağ el işaret ve orta parmağı arası içtiği Maltepe sigarası dumanından sararmış, göz parıltılarında geçen uzun senelerin yenilgilerinin hüznü parlayan bir yaşlı adam. Elindeki küçük çakıyla dilimlediği, kabuklarını soyarak dişlediği zar zor evirip çevirerek çiğnediği ayva, salatanın yanında eşlik ediyordu rakısına. Ayı Sedat iri yarı, gençliğinde kasaba futbol takımında top geçer adam geçmez sağ bek oynamış iyi futbolcu, şimdilerde zeytincilik yapan, hayata eyvallahı olmayan bir küskün. Çok nadir güldüğü görülürdü. O zaman dudak kıvrımlarının sağ köşesinde mahçup bir altın diş parıltısı bile görünürdü. Bu kasaba insanlara anlamlı anlamsız lakaplar takmada bir ustadır. Hemen herkesin bir lakabı vardır.Üçüncüsü Salamaska'ydı her ne demekse. Neredeyse adı unutulmuştu. Onu çoğu bu lakabıyla bilirdi. Kimse bunun anlamını bilmediği gibi, kimin tarafından takıldığını da bilmiyordu. Girit muhaciri bir aileden geliyordu. Zeytin Kooperatifinde muhasebede çalışıyordu. Şimdiye kadar işini aksatmak bir tarafa, en küçük bir hata yaptığını bile gören olmamıştı. Ayaklı bir hesap makinesiydi. Rivayete göre içince daha iyi çalışıyordu kafası.

Çok seyrek olsa da arada bir büfenin sürgülü camını çekip içeriye temiz hava girmesini sağlayan, sigara almaya gelmiş birileri olmasa sigara dumanı ve suskunluğun ağırlaştırdığı havada dalıp gideceklerdi. Sürgülü camın açılma sesine kafalarını kaldırdılar. Ses mi, yoksa içeriye giren taze serinlik mi, "meraba ağalar" diyen Arap Macit'in neşeli sesi miydi, hepsi daldıkları anılarından geceye döndüler. Balıkçıydı Macit. Teninin koyu esmerliğinden arap lakabını hak ediyordu. Civar suları avucunun içi gibi bilen bir usta denizciydi. Sigarasını aldı, bir açık fıkra anlattı, güldürdü içerdekileri, gitti karanlığa girdi. Gece ilerliyordu. Neden sonra bu sefer açılan kapıdan içeriye paldır küldür dalan soğuğa döndüler. Sinek Erol'du gelen. Damperli bir kamyonda şöförlük yapıyordu. Uzaktan direksiyon başında ufak tefekliği yüzünden görünmediğinden Sinek Erol derlerdi ona. Efeydi, kabadayı adamdı. Kavga çıkarmaktan, darptan, adam yaralamaktan hakim önüne çıkmışlığı, içkili araba kullanmaktan ehliyet kaptırmışlığı ve hatta bir iki kez kodesi boylamışlığı bile vardı. Bu, onu tanıyanlar karşısında dokunulmaz yapardı.

"Baba, benim nevaleyi versene, ha bir de gravyer uzat sana zahmet" dedi. Rıza Baba oturduğu yerden 70lik Yeni Rakı şişesine uzandı. Şişenin tam yarısına gelecek hizada etiketine tükenmezle bir çizik çekip kapağını açıp, gravyerle birlikte uzattı açık kapıya doğru. Sinek şişeyi kafasına dikti, bir solukta bıraktığında şişe çizgi hizasında yarılanmıştı. Peyniri yedi, şişeyi uzatarak kapıyı kapattı. Rıza Baba şişeyi yanına koydu. Salamaska "Baba neden adamın şişesini yerine koymadın" diye sordu. "Biraz sonra gelir, kalanı da ister o" diye cevapladı Rıza Baba. Gerçekten geldi az sonra. "Ya Baba benim kalıntıyı ver, bir de gravyer" dedi sürgülü camı aralayıp. "Efkarlıyım bu gece" diye ekledi. "Hayrola" diye karşıladılar içeridekiler. "Biliyorsun benim ev yokuşun sonunda, her gece kafa dumanlı eve çıkarken Bahriyeli'nin kahvesinin kapısını açar, içeridekilerle dalaşır, ana avrat sövüp bir araba sopa yemeden rahat edemem. dün akşam bir türlü uyku tutmadı" dedi. "Neden" diye sordular üçü birden. "Dün akşam sopa yemedim, kaşıntı tuttu ondan uykum kaçtı zahir" diye cevapladı. Bu sefer hepsi birden gürültüyle güldüler. Rakısını içti, peyniri yedi, boş şişeyi geri uzattı. Elleri cebinde yokuşa yöneldi. Peşine takılan sokak köpeğine tutturamadığı bir tekme savurdu, küfretti. Bozuldu dengesi...

Bahriyeli sönen sobanın küllerini temizledi, kapağını kapattı. "Hadi beyler" dedi. Topu dörderli iki masa, sekiz kişiydiler, önlerindeki küllükler tepeleme dolu. Okey tahtalarını ters çevirip, taşları gürültüyle yaydılar. Yarım kaldı son parti, sandalyeleri itekleyip dışarı çıktılar, karıştılar geceye. Hepsi sesiz ayrı yönlere dağıldı. Biraz sonra Sinek kapısı kapalı, ışıkları sönük kahvenin önünden yalpalayarak geçip yokuşa sardı. Neden sonra kasaba kendi yalnızlığının karanlığına sarılıp uykuya vardı tümden. Uzaktan bir yerlerden bir puhu kuşu öttü, sesi gecede söndü. İnce bir esinti çıktı, ürperdi denizin üstü. Ay göğün yarısına gelmiş kızarıp sönüklenmeye durmuştu. Batı ufkunda Çolpan Yıldızı'nın ayakları denize erdi, ışığı göz kırptı uzaktan.

Dönüyordu devran...

Akın YAZICI

'26 Kasım 2014/İZMİT                                                                                                            

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..