Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mayıs '09

 
Kategori
Eğitim
 

Suyu arayan adam

Yazarı: Şevket Süreyya Aydemir

“Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı.
On kulaç, on beş kulaç kazdı. Gene suyu bulamadı.
Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rast­ları. Yeise düştü gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti.
Fakat bir ses ona:
-Daha derinlere in, daha derinlere, dedi.
Daha derinlere indi ve suyu buldu.”

Rama Krişma

Romanın Özeti:

Kendi hayat hikayesini anlattığı, “Suyu Arayan Adam” adlı kitabına, bir yangınla başlar Şevket Süreyya. “Hayatıma dair ilk hatırladığım, büyük bir konak yangınıydı, ” der. Kahramanımız Şevket Süreyya 1897 Türk-Yunan harbinin yaşandığı yıllarda Edirne’de dünyaya gelir. Babası bir bahçıvandır, annesi ise okuma yazma bilen, köy kadınlarına yardım eden çalışkan bir ev hanımıdır. Aynı zamanda kahramanımıza okuma-yazmayı o öğretmiştir. Kahramanımız ailenin en küçük ferdidir. Ağabeyleri hep askeri yatılı okullarda okumuş bir asker olarak yetişmişlerdir. Kahramanımızın babası, ağabeyleri gibi Şevket Süreyya‘yı da askeri okula yazdırır. Mektebe başlayan kahramanımız okuma yazmayı bilmektedir. Kahramanımızın mektep günlerinde en sevdiği gün perşembedir. O gün mektebin erkenden kapandığını, camilerde pilav ve zerdenin dağıtıldığını, ayinlerin düzenlendiğini, Mevlevi dervişlerinin adeta nurdan bir küre gibi döne döne sonsuzluklara doğru uçup gittiğini düşlediğini, anlatır.

Zamanın, tekkedeki Mevlevi dervişler gibi hızla dönerek geçtiğini söyleyen yazarımız, artık Askeri Rüştiye’ye yazılmıştır. Artık Şevket Süreyya da ağabeyleri gibi Askeri Rüştiye’yi bitirip ordu safına karışabilecektir. Balkanlar kaynıyor isyanlar, göçler büyük imparatorluk günden güne eriyordu. Balkan Savaşlarının getirdiği çöküntü, yağmalama, göçler, isyanlar, baskınlar, Osmanlı’da büyük bir karışıklığın göstergesiydi. Millet yer yer esirdi fakat tarih, ırk, dil ve dilek birliğiyle bu vatan elbet kurtulacak, diye düşünen kahramanımız, Şevket Süreyya “Vatan; bu milletin yaşadığı her yerdir. Hangi taht ve hangi bayrak altında olursa olsun, bu vatan da Turan’dır, ” diye düşünür. Bu ülkü doğrultusunda mitinglerde törenlerde muallim mekteplerinde konuşmalar yapar. Turan’ı, Türklüğü anlatır.

O sıralarda Birinci büyük Dünya Savaşı başlar ve seferberlik ilan edilir. Askerler cephelere alınır. Birinci Dünya Savaşına kaybedilen toprakların geri alınacağı ümidiyle girilmiştir, fakat işler istenildiği gibi gitmiyordu. Kahramanımız, Şevket Süreyya o sıralarda Muallim Mektebi’ne devem etmektedir. Fakat her geçen gün okuldaki öğrenci sayısı azalmaktadır. Herkes askere çağrılmaktadır. Kahramanımızda henüz 17 yaşındayken, Muallim Mektebi’nden cepheye doğru yol almıştır.

Edirne’den Anadolu‘ya doğru yolculuk başlamıştır. Kahramanımız Pendik‘te bir süre kaldıktan sonra nihayet, ağabeyinin de şehit edildiği cepheye, Kafkas Cephesi’ne subay olarak atanır. Kahramanımız Haydarpaşa istasyon garından Anadolu’ya, oradan da doğuya Kafkas Cephesine doğru yol almaya başlamıştır. Yazarımız kitabında savaş anılarına pek yer vermeyeceğini söyler. Artık savaş anılarının modern insanı cezp etmediğini düşünür, fakat emrindeki askerleri betimler. Onlara ait bilgiler verir. Emrindeki askerlerin birçok konudan habersiz, bilgisiz olduğunu gözlemeler. Onları eğitmeye, bilgilendirmeye başlar. Kahramanımız komutasındaki askerlerin Türk olduklarından utandıklarını, hiç birinin Türk olmayı kabul etmediğini, hatta “Siz Türk müsünüz?” sorusuna “Estağfirullah” cevabını alınca çok şaşırır. Bunun üzerine kahramanımız, bu yanlış fikri silmeye, Türklüğün yüceliğini anlatmaya çalışır. Aynı şeklide, emrindeki askerlerin dini bilgilerinin de çok eksik olduğunu gözlemler. “Peygamberimiz kim?” sorusuna çeşitli cevaplar alır. Bu cevaplar arasında, o zaman siyasi ve askeri olarak bayağı güçlü durumda olan Enver Paşa’nın bile ismi vardır.

Kahramanımız savaş hikayeleri, savaş oyunlarıyla büyümüştür fakat gerçek savaşın farklı olduğunu gözlemlemiştir. Askeri Mektebinin etkisiyle cephede ön saflarda mücadele etmiş, donma tehlikesi geçirmiştir. Daha 21 yaşını sürerken, iki ateş altında kalmış, şahlanan atının altında kalarak sol ayağı kırılmıştır. Yazarımız belli bir süre tedavi altında kaldıktan sonra cepheye dönmüştür. Yazarımız Kafkas Cephesinde de birçok köy ve ilçe gezerek Turancılık, Türkçülük konusunda vaazlar vermiştir. Savaş tüm hızıyla devam ederken, galibiyetin yakın olduğu düşünülürken, Enver Paşa’nın emriyle Wilson ilkelerinin 14. maddesi gereği geri çekilme emri verilmiştir. Yazarımız da istemeyerek geri çekilmiş, İstanbul’a dönmüştür. Fakat İstanbul’un işgal altında olduğunu görünce, Edirne’ye gitme kararı almıştır.

Ancak Edirne için de durum aynıdır. O sıralarda yazarımız İstanbul Hükümetinin, Azerbaycan Hükümetinin isteği üzerine Azerbaycan’a öğretmen gönderdiğini duyar. Önce kararsız kalır. Bunun bir kaçış, bir ihanet olabileceğini düşünür. Fakat oradaki insanların bize daha çok ihtiyacı var düşüncesiyle Azerbaycan’a gitmeye karar verir. Azerbaycan’ın Nuha şehrine atanan yazarımız kendisine Aydemir demiştir. Artık yazarımızın adı Şevket Süreyya Aydemir’dir.

Aydemir, Müfide Ferit’in yarattığı bir hayal kahramanı, bir ülkü, bir gönül adamıdır. Yazarımız da Aydemir sedasıyla artık Turan’dadır. Yazarımız Azerbaycan’ını Nuha şehrinde kendi çocuklarının, idealist çocuklarının gayretiyle kuracaktır. İlçelerde, köylerde, okullarda bu ülküsü doğrultusunda konuşmalar yapar, Turan’ı anlatır. Aydemir konuşmalarında hep “ Cemaat, millet haline gelecek ve millet öz benliğini bulacak, öz bir vatan anlamını benimseyecektir. Bütün bağımsız Türk ülkelerini, kendi bayrağı altında toplayacak olan büyük bir güç vardır. Bu da Turan’dır.” Kahramanımız bu düşünceler içerisindeyken, Karabağ Yolunun ve Askeran Geçidinin Ermeniler tarafından kesildiği haberi ile ümitsizliğe düşer. Artık bütün memleketin üstünde, Bolşevizm denilen karabulutlar oluşmaya başlamıştır. Kızıl Ordu Dağıstan’dan Bakü üzerine doğru akmaya başlar.


Karabağ’dan Nuha’ya dönen yazarımız memleketin üzerinde esrarlı ve karanlık bir havanın olduğunu gözlemler. Hükümet devrilmiş, nüfuzu olmayan bir komite halini almıştır. Artık Nuha yeni efendilerini beklemektedir. Nuha böyle bir durumdayken kahramanımız Güney İran’dan göçmüş büyük bir aileye mensup olan Sitare’yi (yıldız) sevmiştir. Sitare ile Aydemir birbirlerine gönül bağı ile bağlıdırlar. Nuha bu aşkı bilmekte fakat asla kötü düşüncelere kapılmamaktadır. Sitare ile Aydemir akşamları buluşmaktadırlar. Her zamanki gibi kapısını açık bırakan ve Sitare’nin gelmesini bekleyen Aydemir kapıdan kılıksız bir gencin girmesiyle şaşırır. İçeri davetsiz giren bu adam Kızıl orduda subaylık yapmış tümen çekasının komiseridir. Kendisini Ejderhan Balıkçısı olarak tanıtan bu adam, artık burada kalacağını söyler.

Ejderhan balıkçısının ilk işi harp ilan etmek olur. Bolşevizm yasalarına karşı çıkanları cezalandırmaya başlar. Kendisinin başkanlık yaptığı mahkemelerde insanları yargılar. Bu doğrultuda daha 21 yaşındayken biriktirdiği altınlarını Bolşevik askerlerden gizlemeye çalışan öğretmenin cezalandırılmasına neden olur. Bu olaylara bizzat şahit olan Şevket Süreyya’nın artık ülküsü insaniyettir. Esir halk özgürleşecek, tahtlar taçlar özgürleşecek, yabancılar Asya’dan çekilecek, Asya Asyalıların olacaktır. Bu ülküsü doğrultusunda kahramanımız Bakü’deki Şark Milliyetleri kurultayına seçilir. Bakü’de toplanan kurultayda çeşitli konuşmacılar vardır. Bunlar arasında ilginç bir isim de bulunmaktaydı. Bu kişi Enver Paşadır. Enver Paşa’nın hem askeri hem de siyasi başarısızlıkları, bu konuşmasını ve ileride Moskova Üniversitesinde vereceği konferansı gölgelemiştir.


İlk defa 10 Eylül’de Bakü’de toplanan ve adına Türkiye Komünist Fırkası denilen teşkilatın toplantısında bulunan kahramanımız, Komünist Partisine üye olur ve ülküsünü dünya nizamını yıkıp yeni bir devlet kurulacağı fikrini bu yolla gerçekleştireceğini düşünür. Kahramanımız artık Komünist partisine mensup bir delegedir. Peki, Nuha’daki sevgilisi Sitare? Nuha’ya dönen kahramanımız, Sitare’yi görür. Sitare onu anlayışla karşılar ve onu ülküsünü gerçekleştirme yolunda teşvik eder. Kendisine ayak bağı olmayacağını söyler. Kahramanımız artık “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” düşüncesi ile kuracağı devletin veliahtını aramaya başlar.


Batum’a giden Şevket Süreyya kendisi gibi öğretmen olan bir Türk gencinin kız kardeşi ile evlenir. Bir ömür boyu evlilikleri devam eder. Kahramanımız Batum’da Kominist partisinin delegesi olarak konuşmalar yapar, çalışmalarda bulunur. Yaz sonunda Batum’dan Moskova’ya giden kahramanımız artık Moskova üniversitesinde iktisat okumaya başlamıştır.


Moskova Üniversitesi’nde okurken dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilerle tanışan Şevket Süreyya, bu öğrencilerle kültür ve bilgi alışverişinde bulunur. İlginç isimlerle tanışır. Bunlar arasında Nazım Hikmet de vardır. Nazım Hikmet’in hiddetlendiğinde komünist şiirler okuduğunu ve kendisini bir köylü olduğu için komünizme ayak bağı olmakla suçladığını söyler. Moskova Üniversitesinde katıldığı kamplarda hararetli tartışmaların yaşandığı, daha çok kadın erkek ilişkileri üzerinde tartışıldığını belirtir.

Moskova Üniversitesinde ikinci yılın sonlarına doğru yazarımız Karl Marx’ın fikirleriyle tanışır. Burada birçok öğrenci Karl Marx’ın Kapitalini adeta bir kutsal kitapmış gibi okur. Karl Marx, o sıralarda fikir alanında mücadeleci bir çıkış gösterir. Karl Marx’ın fikir alanındaki manifestosuyla, birinci dünya savaşına kadar Marksizim üzerinde binlerce sayfa tutan tezler, antitezler, münakaşalar Avrupa’nın fikir sahasında esip durmuştur. Şevket Süreyya da artık bir Marksist olarak hayatına yön vermeye başlamıştır. Moskova’daki eğitimini tamamlayan kahramanımız dünyadaki ihtilallerin düşüncelerini ve fikirlerini betimler. Rusya’da ise Lenin’in ölümünden sonra Stalin süratle duruma hakim olmuş Marksizim, yerine revizyonist bir devlet anlayışı ile hayatta kalan liderlerle ölüm kalım savaşına girişmiştir. Bunu neticesi olarak Marksistlerin ümitleri kırılmış, inkılap heyecanı totaliter rejim altında yok edilmeye çalışılmıştır.


Kahramanımız artık kendini Rusya’da bir yabancı olarak görüyor ve Turan ülküsüyle ayrıldığı ülkesinden bir yenilgi değil, bir kader sonucu olarak tekrar ülkesine dönme kararı alır. Şevket Süreyya Rusya’dan Türkiye’ye doğru yola çıkar.

Şevket Süreyya birinci dünya harbinin yenilgi ile sonuçlanmış olmasını kabul etmemiş hep: “Bu geçici bir kader! Türk vatanı daha ne kadar uçsuz bucaksız. Türk tarihinde daima devletler yıkılmış, fakat yeni devletler kurulmuştur, yine öyle olacaktır, ” der.

Yazarımız bu ülküyle Anadolu’dan yola çıkmış, uzak ülkelerde Büyük Turan’ı kurmayı amaçlamış, esir milletin kurtulacağını, yoksul milletin zenginleşeceğini, düşünmüştür. Bu uğurda öz vatanından uzakta birçok olay yaşamıştır. Nihayet İstanbul’a dönmüştür. Şevket Süreyya İstanbul’u ilk gördüğünde çok yadırgadığını kendini bu şehirde yabancı gördüğünü söyler. İstanbul’un yarı sömürge şehri olarak kapitalistler tarafından soyulduğunu, yağmalandığını gözlemler.

Şevket Süreyya Beşiktaş’ta öğretmenlik yapmaya başlar ve her yerde dünya ekonomisinden bahseder. İstanbul’da gençlerin birçok dernek ve cemiyet kurduklarını gören yazarımız gençlere yol göstermeyi amaçlar. Bu doğrultuda aydınlık mecmuası altında bir dergi çıkarır. Arkadaşlarıyla beraber vermek istediği mesajları rahatlıkla veren yazarımız Ankara’dan gelen bir kararla sarsılır. Dergi kapatılmış kendisi ile beraber arkadaşlarının da tevkif edileceği bildiriliyordu.

Birçok arkadaşı yurt dışına kaçmayı planlarken, Şevket Süreyya ülkesinde kalarak verilecek karara, hukuka olan saygısının vatanına bağlılığını gösteriyordu. Bir gece tevkif edilip Ankara’ya götürülür. Çünkü kendisini ve arkadaşlarını yargılayacak olan İstiklal Mahkemeleri Ankara’da bulunuyordu. On bir arkadaşıyla beraber ikinci kez çıkarıldığı İstiklal Mahkemesi’nde on yıl hapse mahkum olur. Bir süre Ankara’da arkadaşlarıyla beraber kalan Şevket Süreyya Afyon cezaevine nakledilir. Burada birçok insanla tanışır. Cezaevinde yaşam şartlarının zor ve monoton olduğunu, fakat ilginç yanlarının da olduğunu gözlemler. Herkesin kendi hükümranlığını kabul ettirmek için mücadeleye girdiğini, koğuşların birbirini ziyaret ettiğini, ziyaret öncesi izin istediğini görür.


Şevket Süreyya Afyon cezaevinde imam-cemaat, devlet-millet görüşünü benimser. Bir gün müdür odasına çağırılır. Hiç beklemediği bir afla bir buçuk yıl sonra serbest kalmıştır. Cezaevinden çıkarken Şevket Süreyya bu düşünceler içerisindedir: “Devlet yüz yıl boyunca halktan çok şey beklemiştir, artık sıra devlettedir. Her şey halk içindir. Devletçilik ilkesi doğrultusunda devlet halkı için en mükemmeli bulmak zorundadır.”


Artık tamamen özgür olan Şevket Süreyya kararını vermiştir. İnkılabın emrinde olacak, İstanbul’dan Ankara’ya gidecektir. Ankara’ya cebinde sadece bir gece kalacak kadar parayla gider. Orada hiç kimseyi tanımamaktadır. Fakat bu durum onu umutsuzluğa düşürmez, hiç olmadı bir ilkokul öğretmenliği yapabileceği fikri onu rahatlatır. Maarif müsteşarlığına iş başvurusunda bulunur ve teknik öğretim umum müdür muavinliğine getirilir. Şevket Süreyya çocukluk yıllarında subay belki paşa ileriki yaşlarında muallim, Balkan Savaşlarından sonra küçük bir köy öğretmeni olmayı hedeflemiş fakat hiçbir zaman memur olmayı düşünmemiştir. Ankara’da iktisat üzerine yazılar yazar. Yazdığı yazıları Yüksek İktisat Meclisine sunar. Ankara’yı yakından tanıdıkça, inkılap hareketlerinin heyecanından faydalanarak memleketin dokunulmamış henüz uyuyan kaynakları ve kuvvetleri harekete geçirilebilirdi. İktisadi kalkınma itici kuvvetini planlı bir siyasetle başarabilir. Bu düşüncelerle Şevket Süreyya birçok konuşmalar yapmış, konferanslar düzenlemiş, ilk konferansını da Türkocağı merkez salonunda yapmıştır.


Türk inkılabının niteliği ve inkılap ideolojisinin prensiplerini anlatmaya çalışan, bir tez üzerinde çalışan altı kişilik grupta yer alan Şevket Süreyya, bu fikirlerini “Kadro” adı altında aylık bir dergide yayınlamaya başlar. Şevket Süreyya burada bir çok ünlüyle çalışır. İnkılabın emrinde kendisiyle beraber Yakup Kadri, İsmail Hüsrev, Şevki Yaman gibi isimler vardır. Bu isimler kadroya yönelik tüm eleştirileri göğüsler ve başarılı işler yapar. Tezlerini Atatürk’e sunarlar. Kahramanımız da iktisat üzerine yaptığı çalışmayı sunar.


Zaman akıp gider. İkinci Dünya harbi başlamıştır. İkinci Dünya Savaşına katılmasak bile savaş tüm dünyayı etkilediği gibi bizim ülkemizi de etkilemiştir. Ekonomik krizler tüm dünyayı sarmıştır. Kapitalizmim ve sosyalizmin çarpışması olan savaş bitmiştir. 1930’dan beri Halk Partili olan Şevket Süreyya, partide iktisadi konuşmalar yapmış, İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomi üzerindeki etkisini azaltmanın yollarını partiye sunmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra, Halk Parti iktidarı yorulmuş ve 1950’de tek partili sistemden çok partili sisteme geçişi sağlamıştır.


1950 seçimlerinden sonra vekiller heyeti kararıyla emekli edilen Şevket Süreyya başta üzülse de sonra iç rahatlığı duyar. Artık hür bir insandır, memleketi baştan başa gezer. Köyüne yerleşir. Vadide tek olan küçük evine sığınır. Artık yalnızdır. Bu düşünceler içindeyken bir akşam kandilin başında Epiktetos aklına gelir. Epiktetos: “Yalnızlıktan korkma. Asıl korkulacak şey korkudur. Düşün ki Allah da yalnızdır ama kendisinden memnundur. Her şeyi yine kendisinde bulur. Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz halde, malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulma kudretidir. Kendine dön oğlum, kendine inan ve yalnız kendinde olanı ara.”


Şevket Süreyya artık köyüne yerleşmiş bir emeklidir. Çiftliğinde eker biçer, hayvan besler. Kendi deyimiyle doğayla mücadeleye girişir. Bu sırada da suyu arayan adam kitabı dahil olmak üzere birçok kitabını yazar. Bir yangınla başladığı bu kitabını, Epiktetos’a hak vererek tamamlar. Huzurun bir pahası vardır, der Epiktetos. Şevket Süreyya da kitabına şöyle son verir. “Evet, huzurun bir pahası vardır. Onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi yani kendimi buldum.”

Sonuç:

Ülkeyi, memleketi, milleti sevmek, hiç kimsenin, hiçbir fikrin tekelinde değildir.

Hatice Çalışkan

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..